- Kategori
- Felsefe
Mevlana'ydım, Hitler olmadan önce...

İnsan… Büyük şölenin kutlu gezgini…
Nice demler öz ve kabuğun bir girdabı andıran med-cezirinde can çekişse de, kabuğun esaretinden özün semavi derinliklerine yükselebilecek kadar sağlam bir donanıma haiz olan insanlık ailesinin kutlu bir mensubuyum ben… Kutluyum, zira içimdeki ve dışımdaki tüm evren bana hizmette! Benim o tam bilinçlilik haline erişerek sonsuz cennetime kurulabilmem için ikramda, izette… O ebedi özgürlüğün kutlu yıldızıyla taçlanabilecek kadar asil, Büyük Uyanış’ı bir daimi hal edinebilecek kadar özel bir enerji olarak geldim bu gezegene! İnsan olarak… Ve bu büyük şölenin, evren denilen uçsuz ve bucaksız seyrangahın en kutlusu, en gezginidir insan! İnsan… Büyük şölenin kutlu gezgini… … Şayet bir ağaç olarak gelseydim bu evrene, köklerimle toprağın en derinlerini kucaklayacak ve tutacak, her bir dalımda ayrı bir yemişle nice güzellikler sunacak, rüzgarın, yağmurun ve güneşin türlü türlü hallerini bedenimde duyumsayacak, bir ömür boyu evrenin o aynı noktasında kainatın nadide bir parçası olarak O’na huşu ile selam duracaktım… Ya da okyanus altında bir taş olsaydım eğer, yine aynı dinginlik ve teslimiyet ile çok uzun yıllar boyu sabırla bekleyecektim, evrenin bu meçhul noktasında… Bana verilen o kutsi nöbeti tutacaktım; sükunla, varoluşsal bir onurla… Ne var ki ben, büyük bir gezgin olarak gönderildim bu muhteşem şölene! Öyle derin ve biteviye bir sefer ki benim seferim; sonu yok, duru durağı yok! Eskisi, püsküsü, tekrarı, kopyası hiç yok! Ve en önemlisi de, geriye dönüşü yok… Kierkegaard, boşuna “Yaşam daima ileriye doğru yaşanır ama geriye doğru anlaşılır!” demedi! Geriye dönüş asla yok! Her daim ileri ve her daim yeni adımlar var bu seferde! Ucu bucağı olmayan bir yeninin adımları! İşte tam da bunun için hakkını vermeliyim bu büyük şölenin, şuuruna ermeliyim bu görkemli davetin… Şölen hem coşkuya kucak açar, hem güzelliği getirir sana, hem de inceden bir dikkat ister mutlaka! Zira herşey çok renkli ve yerli yerincedir ama, en ufak bir dengesizlik herşeyi alt üst edebilir, doğuştan kazanılmış bir zafer, yaşayarak kaybedilebilir… Ve işte budur, bizim hikayemiz! Kazanma kuşağında kaybedenlerden olmayı otomatiğe bağlamış mekanik bir zihniyetin acı hikayesi…
Doğduğumuz gün o en büyük varoluş hazinesinin en şen, en mutlu, en kutlu mirasçısı değil miydik biz? Gözbebeklerimiz kainatın en masumane, en safiyane berraklığı ile ışıl ışıldı hani! İşte o gün Mevlana’ydık her birimiz… Peki ya sonra neden karanlık çöktü, neden o pırıl pırıl gözler kirlendi ve Mevlana’dan Hitler’e dönüşüverdik apansız! Ne oldu da bu büyük şöleni bir katliama çevirmek için elimizden geleni yapmaya başladık; hırpaladık ve hırpalandık! … Bir yanımız Mevlana, bir yanımız Hitler, bir yanımız öz, bir yanımız kabuk olarak ayak basmadık biz bu gezegene! O gün şartsız, kayıtsız, herbir ezberden azade, bembeyazdık herbirimiz! Hitler yoktu ortada! Her yer Mevlana’nın kokusuyla, onun o öz varlığıyla dopdoluydu ve dünyaya adım atar atamaz birileri çullanıverdi üzerimize! İçimizdeki Mevlana’yı öldüresiye dövdüler ve onun yerine “Savaşırsan varsın! Güçlüysen yaşarsın!” diye diye bir Hitler peyda ettiler! Hitler’i övdüler, Hitler’i beslediler ve Mevlanamızı öldürdüler bizim… “Ne olduğun gibi görün, ne de göründüğün gibi ol!” dediler ve bozdular orijinal ayarlarımızın hepsini birden! Korktuk, ürktük, çekindik artık kendimiz olmaya ve işte böyle başladı o çirkin ve incitici yarış!
Birilerine öykünmenin o hastalıklı yarışı… Durmadan öykünüyorduk artık! Karşı komşudan falanca artiste, filanca politikacıdan falanca işadamına kadar kimlere öykünmedik ki! Ne gömlekler giyip ne gömlekler çıkardık; ne maskeler takıp ne makyajlar tazeledik dursuz duraksız… Aynadaki palyaço hiç ürkütmedi bizleri! Alışmıştık artık ona! Sevimli bile geliyordu! Bilemedik içimizdeki can cevherinin üzerine tonla boya akıttığımızı, acımasızca hırpaladığımızı onu! Uyanamadık! Herkes aynısını yapıyordu sonuçta, doğru olan bu sandık; ve ne yazık aldandık… Ama hayat devam ediyorsa, Mevlana da Hitler kadar yaşıyor demektir! Olsa olsa derinlere inmiştir, çekilmiştir bu kaotik rüzgardan aşağılara! Süzülmüştür, ama ölmemiştir! O muhteşem yaşam atlasının deyimiyle bir eşeğin anırmasını andıran o bed sesi, içimizdeki Hitler’in rahatsızlık verici, şiddet ve çatışma yüklü çirkin sesini duymamak için sessizliğe gömülmüştür olsa olsa! Ama ölmemiştir… Bulmalıyım onu! Yeniden dönmeliyim ona! Zira içimdeki Hitler çok yordu, parçaladı, anlamsız yarışlara sürdü beni! İncitti, değer vaad ederek değer kaybettirdi, adeta kemirdi, kemiriyor, bitirdi, bitiriyor beni! Her an, her yeni gün, her mevsim bitiriyor… Pusulanın ibresi titrememeli artık! Bir o yana bir bu yana salınmadan O’na kilitlenmeli! Yalnızca O’na! O’nu çok özledim…
Bilmezdim, öze duyulan özlemin bu denli öz olduğunu ve asıl özlemin her daim öze olduğunu, bu derde düşmeden önce… Çıldırtan zihni gürültüden, kabuğun o kabiri andıran dipsiz esaretinden değil, sonsuz maviliğin uçuk tonlarından bakmalıyım artık yaşama! En açık ve özgür tonlarından… Ezberlenmiş bilgileri, otomatik tepkileri kusmalı artık varlık bedenim! Geçmişin çöplüğünden ya da geleceğin anın ırzına geçen baskıcı diktatöryasından hiçbir şey kalmamalı geriye! Temizlenmeli bütün yaşam hücrelerim, sınırlayan, kirleten, yok yere inciten bu mekanik zehirden! Geriye kalan sadece O olmalı! Her anın tazecikliği ve işte O! Yargısız, tortusuz, pırıl pırıl, yepyeni an ve sadece tazecik anın tahtında hüküm sürüp yüz gösteren o büyük sultan! Şimdi avuçlarıma doğuvermiş, çığlık çığlığa kanlı bir bebek gibi tazecik an ve ancak o sıcaklıkta, ancak o tazeciklikte perdelerden sıyrılıp heyecandan titreyen ellerimi tutan yegane sultan… Keşkelerin, mutlakaların ağzına kadar doldurduğu o devasa çöplük sonuna kadar boşalmalı ve ona, ana yer açılmalı artık! Zira andır, beni annesinin memesini bulmak için gözü kapalı çırpınan bir çocuğun, o kutsi çeşmeyi bulduğu an yaşadığı sekineye eriştirecek yegane köprü, yegane basamak!
Ben de zaman ve mekan ötesi annesinden ayrı düşmüş bir öksüz değil miyim, varlık bedenimi kemiren bu dipsiz gürültünün içinde! Caminin avlusuna bile bırakılamamış bir öksüz değil mi bütün bir insanlık! Nietzsche, “Üstün insanlar! Pazar yerinden, kent meydanından uzaklaşın!” diye avazı çıktığı kadar bağırdığında, vakit çok geçti artık! Zira milyonlarca kirli zihnin vızır vızır dolaştığı kent meydanına, o ürküten kalabalığın ayakaltına atılmıştık bir kere! Ve işte orada yem olduk Hitler’e! Nietzsche’yi bile Hitler’e payanda kılmaya çalışan o sinsi tuzak, tam da orada başladı işte… Ama hiç bitmeyen yolculuklarım var benim! Ezelden ebede kurulu engin köprülerim! Ne Hitler son durak bana, ne o çıldırtan gürültü, ne de tek seçenek olarak ruhuma dayatılan nice öykünme ve yarış! Buralardan toparlanıp çıkabilecek kadar güçlü yaratıldı benim kanatlarım! Yanlışlarına ayıp, keskin dönüşler yapabilecek kadar hassas ve güçlüdür onlar… Mevlana torunu değil, Mevlana’ydım bundan tam 32 yıl önce ve yine oyum! O hala bende! Evet, Hitler de yaptılar beni, inkar edecek değilim! Çok da sert, çok da hırçınca oynadım bana verilen bu rolü! Sırtıma giydirilen kirli üniformanın hakkını da verdim fazlasıyla! Yargıladım ve çoğu zaman da yargısız infazlarla süsledim o karanlık üniformanın kirli pırpırlarını! Boş konuştum, anlamsız savaşlara malzeme oldum! İdeolojik zehirle, o mekanik ezberle, kategorizasyon ve kıyas denilen o amansız hastalıkla, çağın vebasıyla yatıp kalktıp uzun yıllar! Aslında hep yattım da hiç kalkamadım desem… Ama “Şimdi, şu dakika o değilim artık!” dedim mi biter bu traji-komedi! Bitmeli! Ve bitiriyorum artık! Sadece sıkılmadım, utandım da bu çirkin oyundan! Ve şimdi o büyük utancın derinliklerinde yol almalıyım bir müddet! Zira bu utanma yırtıp atacak üzerimdeki bin yıllık ölü toprağını! Yıllarca üzerine abanıp hakikat sandığım o kirli merkez ancak böyle dağılacak, böyle patlayacak bu yara! Ve içindeki cerahat böyle akacak ancak...
“Ey kendini insan zanneden insan!” demişti Doğu’nun kalbinden gelen eril bir ruh ve Psikoanalist Jacques Lacan da Fransa’dan yanıt vermişti ona, “Sahtekar olmadığımızdan nasıl emin olabiliriz?” diye! Ve hiç sormadık biz bu soruyu aynadaki yüze! Gerek bile görmedik! Zira çok uzun yıllar bir Mevlana zannederek cilalayıp parlattığımız o içimizdeki Hitler, varlık gemisinin kaptan köşkünü ele geçirmiş o büyük korsan böyle buyurmuştu! Yarış, hırs, çatışma, yargılama, zan, san, etiket, kariyer vs. hepsi mübah, hepsi temiz, hepsi gayet insani demişti! O tehlikeli sapmadan, öze duyulan “Büyük Özlem”i getirecek o derin ayrılıktan, o kirli ilüzyondan hiç bahsetmemişti! Ve insan zannettik uzun yıllar kendimizi! Ağzından salyalar akan Hitler’den edep edip derinlere çekilirken içimizdeki Mevlana, biz hep onunlayız sandık ne yazık! Ama şimdi ar vaktidir, uyanma vaktidir, utanma mevsimidir artık; Hak’kın ve hakkını vermenin mevsimidir! “İyi yaşamı kendi dışında arayan biri, iyi yaşamı aramıyor demektir.” diyen Plotinos’un fenerinden yararlanıp en içlere, en derinlere, içimizdeki Mevlana’nın kaçıp gizlendiği o en dip mahsene doğru süzülmelidir artık! Çok derinlere inse de, yine de her an “Gel! Ne olursan ol, gel! Hitler de olsan, Firavun da olsan gel!” diye inleyen o kutsi sese doğru… Hitler kürsüsünden nutuk ata dursun, kandırsın yine kendi kendini… Kılavuzum karga değil artık…
<ı>7 Eylül 2010 - Aliağa
Doğduğumuz gün o en büyük varoluş hazinesinin en şen, en mutlu, en kutlu mirasçısı değil miydik biz? Gözbebeklerimiz kainatın en masumane, en safiyane berraklığı ile ışıl ışıldı hani! İşte o gün Mevlana’ydık her birimiz… Peki ya sonra neden karanlık çöktü, neden o pırıl pırıl gözler kirlendi ve Mevlana’dan Hitler’e dönüşüverdik apansız! Ne oldu da bu büyük şöleni bir katliama çevirmek için elimizden geleni yapmaya başladık; hırpaladık ve hırpalandık! … Bir yanımız Mevlana, bir yanımız Hitler, bir yanımız öz, bir yanımız kabuk olarak ayak basmadık biz bu gezegene! O gün şartsız, kayıtsız, herbir ezberden azade, bembeyazdık herbirimiz! Hitler yoktu ortada! Her yer Mevlana’nın kokusuyla, onun o öz varlığıyla dopdoluydu ve dünyaya adım atar atamaz birileri çullanıverdi üzerimize! İçimizdeki Mevlana’yı öldüresiye dövdüler ve onun yerine “Savaşırsan varsın! Güçlüysen yaşarsın!” diye diye bir Hitler peyda ettiler! Hitler’i övdüler, Hitler’i beslediler ve Mevlanamızı öldürdüler bizim… “Ne olduğun gibi görün, ne de göründüğün gibi ol!” dediler ve bozdular orijinal ayarlarımızın hepsini birden! Korktuk, ürktük, çekindik artık kendimiz olmaya ve işte böyle başladı o çirkin ve incitici yarış!
Birilerine öykünmenin o hastalıklı yarışı… Durmadan öykünüyorduk artık! Karşı komşudan falanca artiste, filanca politikacıdan falanca işadamına kadar kimlere öykünmedik ki! Ne gömlekler giyip ne gömlekler çıkardık; ne maskeler takıp ne makyajlar tazeledik dursuz duraksız… Aynadaki palyaço hiç ürkütmedi bizleri! Alışmıştık artık ona! Sevimli bile geliyordu! Bilemedik içimizdeki can cevherinin üzerine tonla boya akıttığımızı, acımasızca hırpaladığımızı onu! Uyanamadık! Herkes aynısını yapıyordu sonuçta, doğru olan bu sandık; ve ne yazık aldandık… Ama hayat devam ediyorsa, Mevlana da Hitler kadar yaşıyor demektir! Olsa olsa derinlere inmiştir, çekilmiştir bu kaotik rüzgardan aşağılara! Süzülmüştür, ama ölmemiştir! O muhteşem yaşam atlasının deyimiyle bir eşeğin anırmasını andıran o bed sesi, içimizdeki Hitler’in rahatsızlık verici, şiddet ve çatışma yüklü çirkin sesini duymamak için sessizliğe gömülmüştür olsa olsa! Ama ölmemiştir… Bulmalıyım onu! Yeniden dönmeliyim ona! Zira içimdeki Hitler çok yordu, parçaladı, anlamsız yarışlara sürdü beni! İncitti, değer vaad ederek değer kaybettirdi, adeta kemirdi, kemiriyor, bitirdi, bitiriyor beni! Her an, her yeni gün, her mevsim bitiriyor… Pusulanın ibresi titrememeli artık! Bir o yana bir bu yana salınmadan O’na kilitlenmeli! Yalnızca O’na! O’nu çok özledim…
Bilmezdim, öze duyulan özlemin bu denli öz olduğunu ve asıl özlemin her daim öze olduğunu, bu derde düşmeden önce… Çıldırtan zihni gürültüden, kabuğun o kabiri andıran dipsiz esaretinden değil, sonsuz maviliğin uçuk tonlarından bakmalıyım artık yaşama! En açık ve özgür tonlarından… Ezberlenmiş bilgileri, otomatik tepkileri kusmalı artık varlık bedenim! Geçmişin çöplüğünden ya da geleceğin anın ırzına geçen baskıcı diktatöryasından hiçbir şey kalmamalı geriye! Temizlenmeli bütün yaşam hücrelerim, sınırlayan, kirleten, yok yere inciten bu mekanik zehirden! Geriye kalan sadece O olmalı! Her anın tazecikliği ve işte O! Yargısız, tortusuz, pırıl pırıl, yepyeni an ve sadece tazecik anın tahtında hüküm sürüp yüz gösteren o büyük sultan! Şimdi avuçlarıma doğuvermiş, çığlık çığlığa kanlı bir bebek gibi tazecik an ve ancak o sıcaklıkta, ancak o tazeciklikte perdelerden sıyrılıp heyecandan titreyen ellerimi tutan yegane sultan… Keşkelerin, mutlakaların ağzına kadar doldurduğu o devasa çöplük sonuna kadar boşalmalı ve ona, ana yer açılmalı artık! Zira andır, beni annesinin memesini bulmak için gözü kapalı çırpınan bir çocuğun, o kutsi çeşmeyi bulduğu an yaşadığı sekineye eriştirecek yegane köprü, yegane basamak!
Ben de zaman ve mekan ötesi annesinden ayrı düşmüş bir öksüz değil miyim, varlık bedenimi kemiren bu dipsiz gürültünün içinde! Caminin avlusuna bile bırakılamamış bir öksüz değil mi bütün bir insanlık! Nietzsche, “Üstün insanlar! Pazar yerinden, kent meydanından uzaklaşın!” diye avazı çıktığı kadar bağırdığında, vakit çok geçti artık! Zira milyonlarca kirli zihnin vızır vızır dolaştığı kent meydanına, o ürküten kalabalığın ayakaltına atılmıştık bir kere! Ve işte orada yem olduk Hitler’e! Nietzsche’yi bile Hitler’e payanda kılmaya çalışan o sinsi tuzak, tam da orada başladı işte… Ama hiç bitmeyen yolculuklarım var benim! Ezelden ebede kurulu engin köprülerim! Ne Hitler son durak bana, ne o çıldırtan gürültü, ne de tek seçenek olarak ruhuma dayatılan nice öykünme ve yarış! Buralardan toparlanıp çıkabilecek kadar güçlü yaratıldı benim kanatlarım! Yanlışlarına ayıp, keskin dönüşler yapabilecek kadar hassas ve güçlüdür onlar… Mevlana torunu değil, Mevlana’ydım bundan tam 32 yıl önce ve yine oyum! O hala bende! Evet, Hitler de yaptılar beni, inkar edecek değilim! Çok da sert, çok da hırçınca oynadım bana verilen bu rolü! Sırtıma giydirilen kirli üniformanın hakkını da verdim fazlasıyla! Yargıladım ve çoğu zaman da yargısız infazlarla süsledim o karanlık üniformanın kirli pırpırlarını! Boş konuştum, anlamsız savaşlara malzeme oldum! İdeolojik zehirle, o mekanik ezberle, kategorizasyon ve kıyas denilen o amansız hastalıkla, çağın vebasıyla yatıp kalktıp uzun yıllar! Aslında hep yattım da hiç kalkamadım desem… Ama “Şimdi, şu dakika o değilim artık!” dedim mi biter bu traji-komedi! Bitmeli! Ve bitiriyorum artık! Sadece sıkılmadım, utandım da bu çirkin oyundan! Ve şimdi o büyük utancın derinliklerinde yol almalıyım bir müddet! Zira bu utanma yırtıp atacak üzerimdeki bin yıllık ölü toprağını! Yıllarca üzerine abanıp hakikat sandığım o kirli merkez ancak böyle dağılacak, böyle patlayacak bu yara! Ve içindeki cerahat böyle akacak ancak...
“Ey kendini insan zanneden insan!” demişti Doğu’nun kalbinden gelen eril bir ruh ve Psikoanalist Jacques Lacan da Fransa’dan yanıt vermişti ona, “Sahtekar olmadığımızdan nasıl emin olabiliriz?” diye! Ve hiç sormadık biz bu soruyu aynadaki yüze! Gerek bile görmedik! Zira çok uzun yıllar bir Mevlana zannederek cilalayıp parlattığımız o içimizdeki Hitler, varlık gemisinin kaptan köşkünü ele geçirmiş o büyük korsan böyle buyurmuştu! Yarış, hırs, çatışma, yargılama, zan, san, etiket, kariyer vs. hepsi mübah, hepsi temiz, hepsi gayet insani demişti! O tehlikeli sapmadan, öze duyulan “Büyük Özlem”i getirecek o derin ayrılıktan, o kirli ilüzyondan hiç bahsetmemişti! Ve insan zannettik uzun yıllar kendimizi! Ağzından salyalar akan Hitler’den edep edip derinlere çekilirken içimizdeki Mevlana, biz hep onunlayız sandık ne yazık! Ama şimdi ar vaktidir, uyanma vaktidir, utanma mevsimidir artık; Hak’kın ve hakkını vermenin mevsimidir! “İyi yaşamı kendi dışında arayan biri, iyi yaşamı aramıyor demektir.” diyen Plotinos’un fenerinden yararlanıp en içlere, en derinlere, içimizdeki Mevlana’nın kaçıp gizlendiği o en dip mahsene doğru süzülmelidir artık! Çok derinlere inse de, yine de her an “Gel! Ne olursan ol, gel! Hitler de olsan, Firavun da olsan gel!” diye inleyen o kutsi sese doğru… Hitler kürsüsünden nutuk ata dursun, kandırsın yine kendi kendini… Kılavuzum karga değil artık…
<ı>7 Eylül 2010 - Aliağa