- Kategori
- Öykü
Mona bölüm - 2

Binlerce yıl ötelerdeki bir gelecek...
Eskilere merak artıyor
“Eğer hepsi aynı yöne gitselerdi, yerin dengesi bozulurdu”
Zena bölgesi; yaklaşık 28000 yıl önce Mona’nın Dünya’ya yaklaşarak Kuzey Amur bölgesi üzerinde durması ve Dünya’nın dönme ekseninin değişmesi sonucunda, çevresindeki büyük kara parçalarının birleşmesi ile oluşmuştu. Benzeri oluşumlar, Amur ve Odo bölgelerinde de yaşanmıştı. Bu birleşme; Amur bölgesinde kuzey ve güney olmak üzere birbirine çok yakın iki kıta ortaya çıkarmış, Odo’nun batısındaki Senk okyanusunu genişletmişti. O yılların biricik sevindirici olayı ise, Dünyanın bir şekilde güçlenen manyetosferinin[1] sıklaşan güneş patlamalarından gelen öldürücü kozmik ışınlara daha dayanıklı bir kalkan oluşturmasıydı.
Ekolojik dengeyi alt üst eden bu yıkıcı olaylar insan nüfusunu azaltmış ancak uygarlıklar fazla zarar görmemişti. Asıl yok oluş, Mona olayından 15000 yıl sonraki savaş ile başlamış; kitle imha silahları uygarlıkların ve yaşamın tamamına yakınını silmişti. Yasaklanmış NBC[2] etkili silahlar gözü dönmüş bazı küçük guruplar tarafından kullanılmış, atmosferdeki kalıntıları uzun süre devam etmişti. Seçilmişler ve yapay rahimlerde muhafaza edilen embriyon[3] bankalarından doğdurulanlar, gıda yetersizliği nedeniyle yeraltı sığınaklarından bir süre sonra çıkmak zorunda kalmışlardı. Sığınaklardaki koruyucu önlemler seçilmişleri kısa bir süre hayatta tutabilmiş, Amur bölgesindeki seçilmişlerden doğan birkaç çocuk yaşamını sürdürebilmişti. Embriyon bankalarından doğanlar, NBC kalıntılarından etkilenmemişler, doğum öncesinde yüklenen hafızalarını güçlü manyetik değişimlerle yitirmişlerse de yeni şartlara hızla uyum sağlayarak Dünya’ya yayılmışlardı. Zena bölgesindeki sığınaklarda farklı bir teknoloji ile doğanların ise hafıza kayıpları daha azdı. Dünya, savaş sonrasında 1000 yıl boyunca sergilediği sık ve yaygın depremler ve volkanik aktiviteler ile insanoğlunun yaptıklarını uzun süre affetmemişti. Çıktıkları sığınaklarla birlikte eskiye dair tüm kalıntılar Dünya’nın “hadi bakalım, yine baştan başlayın!” demişçesine tarihin derinliklerine gömülmüştü. Yine de bu olaylar insanoğlunu bezdirmemiş, yaşama tutunmakta kamçılamıştı. Bir avuç insanda kalan hafıza kırıntıları eldeki olanaklarla ne yapılması gerektiğini aydınlatmış; insanın ilk yaratılışından sonraki uygarlık adımlarının bir benzeri bu kez daha hızlı atılmış, yazıya ve kağıda daha çabuk erişilmişti. İnsanoğlunun bu elim geçmişi Odo’dan çıkartılan kristal piramitte yüklü bilgi yığınları arasında deşifre edilmeyi bekliyordu... Halen sürdürülen arkeolojik araştırmalar ise ancak 5000 yıl öncesine inebiliyordu…
Zena’lılar, çalışkanlıkları, bilgelikleri, yardımseverlikleri ve güldürülü hoş sohbetleri ile ün yapmıştı. Uygarlık yapılarını ekolojik denge ile uyumlandırmışlar, “yeterli olanla yetin” ilkesine sarılmışlardı. Eğitim, sağlık, kültür ve turizm sistemlerindeki üstünlükleri, Zena’yı, vazgeçilemez bir uğrak bölgesi haline getirmişti. Geçen yıl, Bitek ödülü[4] alan iki yüz bilim adamı ile bölgeler arasındaki birinciliklerini korumuşlardı.
Zena bölgesinin eğitim kampüsleri, çocuğuna ad almak isteyenlerin hayallerini süsleyen cazibe merkezleriydi: Eğitim süreçlerinde sağlık, bireysel yetkinlikler, toplum ve çevre duyarlılıkları ön planda tutulmak suretiyle meslek kazandırılıyor, bilimde derinleşmek isteyenlere BİTEK yarışmalarına kabul edilebilecek bir konuda ileri düzeyli araştırma yaptırılıyor, bunlara ilk etapta togar[5] diploması veriliyordu. Bu eğitim sistemini ilk önce ARCAD uygulamaya koymuş; benzeri bir sistem on yıl önce Odo bölgesinde de başlatılmıştı. ARCAD, Zena bölgesinin en güçlü şirketiydi. Güney Amur’un MARN’ı ve Odo’nun NAGEN’i de benzeri güçlere sahipti. Bu şirketlerin hükümranlık bölgelerinde milyona ulaşan çalışanları ve hasım şirketleri caydırıcı savunma güçleri vardı. Şirketler arasındaki ticaret ve işgücü dolaşımı da bu üç şirketin anlaşarak koyduğu katı kurallar ile yönetiliyordu. Son yıllarda, rekabeti çatışmaya dönüştürmemek için centilmenlik anlaşmalarını sık sık yenilemek zorunda kalıyorlardı; çünkü çıkacak bir çatışmanın yaygın yıkıcı etkisinin yanı sıra belirgin bir galibi de olamayabilirdi.
Zena’daki tatilinde çekici fiziği ile Ali’nin başını döndüren Ziza, ARCAD’da, antik uygarlıklar ve doğa ilişkileri konusunda iki yıldan beri sürdürdüğü togara[6] tezini tamamlamak üzereydi. Tezine bir hayli emeği geçmiş olan ağabeyi Reyna ise aynı şirketin doğal olayları yorumlayarak gelecek öngörüleri hazırlayan seçkin Nepro uzmanlarından biriydi. Üstün başarıyla bitirdiği ikinci düzey eğitiminden sonra uzmanlığı ile alakalı projelerde joker gibi kullanılan Reyna, üçüncü aşama eğitimini düşlüyorsa da bir türlü fırsat bulamıyordu. Ayrıntıları ihmal etmeyen gözlemlerini matematiğin ücra köşelerine kolaylıkla dalarak yorumlayabilen Reyna’nın çalışma saatlerini alabilmek için yöneticiler sıraya giriyorlardı. Babaları Raan, eski uygarlıkları araştıran ve tanıtan bir kurumdan emekli olmuş; Zena’da bir kültür ve turizm beldesini işletmeye başlamıştı.
Ziza’nın bu beldede geçirdiği yıllık izninin son günü idi. Akşama doğru düzenlenen geleneksel Ekstrap oyunlarına katılmış, ikinciliği kıl payı kaçırmıştı. Akşam yemeğinden sonra arkadaşları ile birlikte sahilde gün boyu ısınmış kumlara serilmişlerdi. Zena’lı kız arkadaşı Neda, düşündürücü güldürülerinden bir demet sunuyor; geçen yıl tanıştığı Odo bölgesinden gelen Maldi, telli enstrumanı ve güzel sesi ile gruptakileri mest eden bir müzik şöleni veriyordu. Ziza bir ara, karanlıktan zor seçebildiği bir silüet gördü; babası Raan idi yaklaşan, elindeki kupasından bir şeyler yudumluyordu:
“Merhaba” gençler... Güzel söyleşinize katılmama izin var mı?
Maldi müziğini keserek “Lütfen! Onur duyarız... Büyüklerimizle çok nadir bir arada olabiliyoruz,” dedi. Ziza da “Baba, “merhaba” ne demek? Yine kristal piramit kütüklerini karıştırmışa benziyorsun,” diye ekledi.
“Evet kızım! Selamlaşma sözcüğü imiş, “Benden size zarar gelmez.“ gibi bir anlamı varmış.“
Neda etkilenmişti: “Selamlaşırken karşıdakine güven vermek, ne güzel bir başlangıç; bu sözcüğü kullananların zamanında yaşamak isterdim doğrusu.”
Ziza da katıldı: “Ben de çok beğendim; Ekstrap’da bir selamlaşma yarışması açsana baba! Bizimkileri rahatlıkla eler.”
“Hiç fena fikir değil, gelecek yıl yapabilirim...”
Kupası Maldinin ilgisini çekmişti: “Sıcak içiyorsunuz galiba, kupanız parlıyor.”
“Çay, Maldi; eskilerin yaygın alışkanlıklarından biriymiş, hoş bir tadı var, azı sağlığa yararlı olduğu söyleniyor. Odo’da tarımına başlamışlar, duymadın mı?”
“Biliyorum, tatmıştım... Şu piramit de hayli popüler oldu son günlerde; çevremde neredeyse her gün birilerinden işitiyorum.”
Neda biliyordu: “Odo’dan çıkmış, haberin yok mu Maldi?”
“Var olmasına var da, pek önemsememiştim. NAROB’uma yüklediğim ünlü bestecilerin eserleri çok vaktimi alıyor.”
“Şunun şurasında kaç besteci var ki? Bildiğimiz eskileri bile saysak yüzü bulmuyor öyle değil mi? Sen söylemiştin.”
“Haklısın ama tekrar tekrar okuduklarım çok oluyor, çalışmalarıma ilham katıyorlar.”
Raan’ın “Kristal piramit kütüklerinde istemediğin kadar antik çağların sanatçılarını bulacağına eminim Maldi,” şeklindeki uyarısını Ziza tamamladı:
“Yalnız, o kütükleri yeni NAROB’lara açmışlar. Babam yenilettiği için tüm dosyalar elinin altında şimdi.”
Maldi, sohbete duygulu bir fon kazandırmak için parmaklarını yeniden enstrumanının tellerinde dans ettirmeye başlamıştı: “Eh, benimki eski, değiştireyim bari... Eskilerin yaşam tarzlarını hep merak etmişimdir... Müziği iletişimlerinde nasıl kullanırlardı acaba?”
Neda, “Nelere gülerlerdi kim bilir?” diyerek ekledi. Ziza ise artan merakını açmaya çalıştı:
“Neleri severlerdi? Nelerden korkarlardı? Neleri korurlardı? …Doğa ilişkileri nasıldı? …Böyle yığınla soru akla geliyor. Yıllardır sürdürülen kazılardan elle tutulur bir kalıntıya rastlanmadığını biliyordum. Şu piramidi nasıl bulmuşlar baba?”
“Odo’nun güneyinde, denize yakın bir yerde. Söylediklerine göre üç yıl önceki şiddetli depremde oluşan yer yırtığının dibindeki büyükçe bir kayadan yayılan düşük seviyeli ultra-fotonik yayınımlar dikkatlerini çekmiş. İçinden mavi-yeşil renkli altıgen piramit biçiminde bir kristal çıkarmışlar. Önce fazla önem vermemişler ama daha sonra bir uzman kristalin bilgi yüklü olduğunu fark etmiş. Deşifresi hala devam ediyormuş.”
Maldi'nin yorumu sohbeti derinleştiriyordu: “Demek ki eskiler bayağı ileriymiş. Acaba, Dünya dışına göçü başarabildiler mi? Ne dersiniz?”
Raan’ın “Kim bilir…” cevabını Ziza’nın aklına gelen bir olasılık izledi: “Yeni bir araştırma için ağabeyim Reyna’yı Mina-8’e çağırmışlar. Orion kuşağından gizemli sinyaller alınıyormuş. Oralara kadar yayılmış olabilirler mi acaba?”
Maldi, parlak semada göz kırpan yıldızlara bakarak, konuya felsefî bir açılım getirdi: “Her nedense, yalnız olmadığımızı düşünmüşümdür; öbür türlüsü, büyük bir alan israfı olurdu; değil mi Neda?”
“Bu tür bilmeceleri çözmekte Mina-8’in üstün yeteneklerle donatıldığını duymuştum,” dedikten sonra Ziza’ya dönerek sözünü şöyle tamamladı: “Ağabeyine ve ekip arkadaşlarına kolaylıklar dilerim.”
Raan, Ziza’nı lafını ağzından almıştı: “Reynaya güvenim tam, tuttuğunu koparır.”
“Burada kızın da var baba!”
“Elbette kızım, ikinizle de gurur duyuyorum... Ne mutlu ki ikiniz de usta ellerde yetiştiniz. ARCAD’da togar olmak da herkesin harcı değil biliyorsun.”
“Teşekkür ederim baba; bu duygularından endişem yoktu zaten, sadece işitmek istedim o kadar...”
Neda, araya girip “Şu ARCAD’ın sanatçıları da şemsiyesi altına almasını isterdim,” diyerek bir arzusunu dile getirince Ziza bunun mümkün olduğunu belirtti: “Kendisi doğrudan yapmıyor ama bu konuya eğilen Zena’lı ufak şirketlere yardım ediyor bildiğim kadarıyla. Değil mi baba?”
“Evet, ben de onlardan biriyim; ARCAD desteği olmasa bu belde benim için hayaldi. Şimdi, karınca kararınca genç yeteneklerin önünü açıyorum.”
Maldi ise kendi bölgesindeki şirketten yakınıyordu: “Bizim NAGEN’in bu dallarda pek bezi yok ne yazık ki. Tutkusu olanlar, bireysel özverileri ile zar zor sürdürebiliyor.”
Yine de bardağın dolu yanına işaret etmek isteyen Neda’nın “Ama hayli beğeni topluyorlarmış canım; katlandıklarına değer bence,” şeklindeki yorumu Maldi’de olumlu yankısını bulmuştu: “Doğru; şahsen beni kamçılayan tek olgu bu zaten. Yoksa bunca bestemi rüyamda bile göremezdim.”
Durumdan Raan da şikayetciydi: “Zena’lı yeteneklerin eserleri neden fazla ses getiremiyor acaba? Bakın siz de gördünüz: Ekstrap oyunlarında tribünler Odo’lular varken dolup taştı; bizimkilerde yarılanmamıştı bile. Bu yıl daha çok reklam yaptım ama yine de geçen yılki gibiydi.”
“Odo’lular, duygulara bizden daha çok önem veriyorlar baba.”
“Nasıl yani?”
“Doğayla daha bütünleşik yaşıyorlar; su şırıltılarından, kuş cıvıltılarından duygu selleri akıtabiliyorlar. Barışıklığı, iyimserliği ve hoşgörüyü yeğliyorlar. Çeşitliliği zenginlik sayıyorlar. Az ve öz ortak değerleri var. Tüm bunları tezimi yaparken gözlemiştim.”
Neda’nın “Toprağından mı yoksa suyundan mı? Bir nedeni olmalı,” şeklindeki sorusunu Raan “Bence köklerinden Neda,” diyerek yanıtladı. Ardından Neda Maldi’ye bakıp gülümseyerek topu ona atmak istedi:
“Toprağın özünü emebiliyorlar herhalde!”
Ziza babasının kastını açıklamak için araya girdi: “Tahmin ediyorum, yapı taşları demek istedi babam. ARCAD, onların DNA[7] zincirlerinde garip titreşimler ortaya çıkardı, bu farklılığın nedenini hala bulmuş değil.”
“Kızım! Ne DNA’larını bilebilirim ne de emdiklerini, ama köklerinden bir örnek verebilirim. Geçenlerde kristal piramit kütüklerini karıştırırken rastlamıştım.
“Neye rastladın baba?”
“Eski Odo’lulardan bir bilgeye... Bakın anlatayım, güldürü ustamız Neda da beğenir umarım.”
Neda bu sırada, kumlara dalıp çıkan örümcek benzeri nadir görülen birkaç zararsız böceğin, sahilde görevlilerin temizleyemediği yemek kırıntılarını birbirlerinden kaçırırcasına sürükleyerek sergiledikleri kovalamacayı seyre koyulmuş; duygulandığı bu görüntüyü NAROB’una da kaydetmeye başlamıştı. Türdeşleri arasında yiyecek kapışan böyle bir türe ilk defa rastlıyordu. Kafasını kaldırıp onayladı:
“Tabii ki, çok sevinirim.”
Raan devam etti: “O zamanlar, güldürüleri ile ünlü bir “Hoca Nasreddin” varmış. Hem güldürür hem de düşündürürmüş. Güldürüleri tüm dillere çevrilmiş. Haa! Ayrıca, “Nasreddin” bir erkek ismi imiş; bilen ve öğretebilene de “Hoca” derlermiş... Bir gün Hoca evinin önünde otururken bir arkadaşı gelip, yolda yürüyenleri göstererek sormuş: “Hoca, neden şu insanların bazıları o tarafa bazıları da şu tarafa gidiyor?” Hoca cevabı yapıştırmış: “Eğer hepsi aynı tarafa gitselerdi, yerin dengesi bozulurdu.””
Aralarından sadece Neda biraz gülümsedi; diğerleri bakışıyorlardı.
“Baba, bunun ne tarafına güleceğiz ki?”
“Belki de bir ders çıkarmalıyız kızım.”
Neda atıldı: “Ben galiba yorumlayabiliyorum... Şöyle ki: Düşünceleri ve davranış biçimleri aynı olan bir topluluk gelişemez. Çeşitliliği zenginlik sayabilenlerin geleceği de aydınlık olur.”
Ziza da yorumunu “Veya herkesin gittiği yol doğru da olsa, bu yolun değerini ancak yanlışa sapanlar farkettirebilir... Bu da benimki olsun o zaman,” diyerek ekleyince Maldi’nin eleştrisi gecikmedi:
“Ziza’nınki çok güzel de, senin yorumuna ufak bir itirazım olacak Neda: çeşitliliği dağınıklığa dönüştürmemek lazım bence.”
Bu yaklaşımı Raa’nın hoşuna gitmişti: “Tabii ki Maldi! Ama bunun nasıl sağlanabileceğini de söyle bari.”
““Ortak değerlere sım sıkı tutunarak” diyebilirim efendim.”
Neda, bulduğu yiyecek kırıntısını elinden kaçıran böceği avucuna almış, önüne de birkaç kırıntı koymuştu. Maldi’nin yanıtını yeterli bulmuyordu: “Siz Odo’lular bile bunu zor başarıyorsunuz Maldi. Şayet Hoca bunları ima etmek istemişse, içinde bulunduğu toplum ne haldeydi kim bilir?”
Raan, Neda’nın Odo’lularla ilgili görüşüne katılmıyordu: “Öyle deme Neda! Birçok Odo şirketi NAGEN öncülüğünde bu açıklarını kapatmaya uğraşıyorlar. Bizim ARCAD da onlara destek oluyor.”
Neda, Raan’ın bu sözlerinden, sevgilisi Maldi’ye karşı bir pot kırmış olabileceğini düşünmüştü: “Afedersin Maldi, kırdıysam bağışla! Bölge bağnazlığı hiç aklımdan geçmez, biliyorsun.”
“Düşündüğün gibi algılamadım zaten Neda, üzülme! NAGEN zorluyorsa da, ağdalı ortak değerleri bir türlü içimize sindiremiyoruz; bakalım sonu nereye varacak.”
Neda, “Neyse arkadaşlar... Hoca, çevresindeki hale göre başka şeyler de kast etmiş olabilir,” diyerek konuyu kapatmak istediyse de Ziza yetinmemişti:
“Ama bakın! Binlerce yıl geriden etkileyebildi değil mi?”
Maldi’nin “Dur durak bilmeyen uçuk bilim adamlarımızın yanında bize böyle bilgeler de lazım,” şeklindeki vurgusunu Neda “Aynen katılıyorum Maldi; bilim, sanatla ele ele dolaşmayı bilmeli,” diyerek onaylamıştı…
“Sohbetinize doyum olmuyor çocuklar ama belde yönetiminden çağırıyorlar, ayrılmam gerekiyor, bağışlayın... Hepinize tazeleyici uykular dilerim.”
“Bir dakika! Ben de kalkacaktım baba, yarına dinç uyanmalıyım. Birlikte yürüyelim; karanlık patikayı geçerken ürküyorum... Haydi arkadaşlar! Hoşça kalın! Yeniden görüşelim mutlaka.”
Diğerleri gibi Neda da Raan’ın açtığı sohbetten çok etkilenmişti: “Ortaya attıklarınızdan çok yararlandık efendim; teşekkür borçluyuz, bu az bulunur birlikteliği ilk fırsatta tekrarlayalım... Sizlerin de geceniz dilediğiniz gibi geçsin. Biz de kalksak mı ki Maldi?”
“Biraz daha uzatalım bu güzel geceyi istersen. Şu, deminden beri ilgilendiğin acayip böceklere imrendim doğrusu.”
Vakit hayli ilerlemiş, kumsal oldukça serinlemişti. Kıyıya vuran dalgaların ritmik hışırtıları arasında, bir taraftan Neda’nın omzuna yasladığı başını okşayan Maldi, berrak gökteki yıldızları süzerek, sanki onlardan ilham alıyormuşçasına, müziğine bıraktığı yerden bir süre daha devam etti. NEDA’nın böcekleri, bu ilişkiyi kıskanırcasına üzerlerinde dolaşıyordu...
[1] Manyetosfer, Dünyanın manyetik alanının oluşturduğu, elektrik yüklü parçacıkları içeren katman.
[2] NBC, Nükleer- biyolojik-kimyasal.
[3] Embriyon: Gebeliğin ilk birkaç ayında, gelişmekte olan bebek.
[4] Bitek ödülü: Bilim ve teknoloji ödülü.
[5] Togar: Doktor seviyesine eşdeğer bir akademik unvan; “sugar” doçent, “hagar” ise profesör karşılığı idi.
[6] Togar, togar düzeyi
[7] DNA (Deoksiribonükleik asit), tüm organizmaların canlılık işlevi için gerekli olan ve genetik talimatları kodlanmış bir şekilde taşıyan sarmal şeklinde yapılandırılmış bir asit.