Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

24 Kasım '13

 
Kategori
Anılar
 

Mordi'nin Direksiyonu

Mordi'nin Direksiyonu
 

Hasköy'deki bir kilisenin duvarından


Bundan 30, belki de 35 yıl kadar önceydi. Üniversitede öğrenciydim. Ablam o zamanlar Haliç kıyısında, Hasköy’de oturuyordu. Arada bir; Yenikapı’dan ona gider, kirli çamaşırlarımı yıkanmışlarla değiştirir, hasret kaldığım ev yemeklerinden doya doya yer, sonra yine bekâr hayatıma geri dönerdim. O zamanlar Haliç böyle mavi ve temiz, Hasköy de şimdiki gibi; güzel, bakımlı, büyük parkların, spor ve kültür merkezlerinin, müzelerin, Safiye Sultan gibi mekânların, marinaların olduğu bir yer değildi.

Hasköy o zamanlar; tersanelerin, atölyelerin, sigara dumanından göz gözü görmeyen tahta masa ve sandalyeli kahvehanelerin, torna tezgâhlarının, salaş meyhanelerin, kömür dumanının hiç eksik olmadığı dökümhanelerle, haliç kokan izbe sokakların olduğu bir semtti. Her yerinden yoksulluk akardı. Şimdiki büyük parkların yerinde o zamanlar tek katlı gecekondular, çatısı teneke kaplı külübeler, bahçe içlerinde yan yana dizilmiş küçük evlerle birkaç tane de kilise ile sinagog vardı.


Kıyıda; o zamanlar sadece Haliç’te çalışan küçük şehir hatları vapurunun yanaştığı ahşap bir iskele vardı. Vapurdan inen yolcuları, iki yanında kahvehane, dükkân ve meyhanelerin sıralandığı Arnavut kaldırımlı, dar bir sokak karşılardı. Sokağın sol yanında, adını şimdi bile hatırladığım eski bir eczane vardı. Yonca Eczanesi! Ama ondan bahsedenler Yonca eczanesi demez, Haşim beyin eczanesi derdi.


Yonca eczanesine,  boyası çoktan dökülmüş çift kanatlı tahta bir kapıdan girilirdi. Yerler, üstünde yürürken tok sesler çıkaran tahtayla döşeliydi. Orta yerde; bir mermer altlığın üstünde, yaz kış yerinden hiç kaldırılmayan ve kapağında Şakir Zümre yazılı büyük bir kömür sobası vardı. İki yanda, üstü cam kaplı uzun birer tezgâhla, dipteki arka odayı gizleyen eski, kumaşı yer yer yırtılmış bir paravana vardı. Eczanenin duvarlarını boydan boya koyu kahverengine boyanmış raflar süslerdi. Camlarında kalın kırmızı harflerle, zehirli, çok zehirli türünden yazılar ve kurukafa resimlerinin olduğu raflarda; içi ilaç dolu çeşit çeşit, renk renk, boy boy şişeler diziliydi.


Haşim Bey yalnız eczacı değil, aynı zamanda yoksul ve kimsesizlerin doktoruydu. Bebesi hastalanan kadınlar, doktora verecek parası olmayan garibanlar hastalanınca Haşim bey’e giderdi. Kadınlar yavaş ve ürkek bir sesle çocuklarının hastalıklarını anlatır, sonra sessizce Haşim beyin hazırlayıp vereceği ilacı beklerdi. Haşim Bey anlatılanları can kulağı ile dinledikten sonra yerinden kalkar, tezgâhın arkasına geçerdi. Çeşitli etiketler yapıştırılmış büyük şişelerden pipetle çektiği ilaçları küçük şişelere doldurur, bazen tartar, bazen karıştırır, sonra damlalıklı şişelere koyduğu ilacı hastaya verirken nasıl kullanılacağını sıkı sıkıya tembihlerdi. İlginç bir adamdı Haşim Bey! Başka eczacılara hiç benzemeyen biriydi… Çok iyi hatırlıyorum. Kısa boylu, kır saçlı, alçak sesle konuşan, dalgın bakışlı bir adamdı. Sokaktan geçerken görürdüm, çoğu zaman yuvarlak camlı gözlüğü ve beyaz önlüğü ile tezgâhın yanında oturur, gazetesini okurdu. Çoğu kimseden ilaç parası almazdı. Üstüne para verdiği bile olurdu.


Kimse Yonca eczanesinde yüksek sesle konuşamazdı ama! Haşim Bey; her nedense, yüksek sesle konuşanlara asla tahammül edemez, sinirlenir, hatta kovardı eczaneden! Bir defasında 2 yaşındaki yeğenim aniden hastalanmış, alelacele Haşim beye götürmüştük ablamla. Ablam daha evden çıkarken, uyarmıştı beni bu yüzden.


Haşim beyin kim olduğunu ya da nereli olduğunu doğru dürüst bilen hiç kimse yoktu. Çok ilgimi çeken biriydi. Hasköy’ün yerlisi değildi. Söylendiğine göre, eskiden büyük bir hastanede çok iyi bir doktormuş. Bir gün, yanlışlıkla bir hastasının ölümüne sebep olmuş, sonra bunalıma girmiş ve hayata küsmüştü. Doktorluğu bırakmış evine çekilmişti. Yonca eczanesinin sahibi onun çok eski bir arkadaşıydı. Önceleri vakit geçirmek için geldiği bu eczane, daha sonra sahibi ölünce Haşim beye kalmıştı. O günden sonra ömrünü yoksul insanlara yardım etmeye adamıştı. Büyük küçük herkes Haşim beyi sayar, severdi. Her sabah ilk vapurla Çengelköy’deki evinden Hasköy’e gelir, akşam son vapurla geri dönerdi.


Bir gün, 16 yaşında çok yakışıklı, genç bir çocuk getirdiler Haşim beye. İflas edip yoksul düşmüş bir ailenin tek çocuğuydu. Adı Mordehay’dı. Sevdiği kızı zengin bir adamın oğluna vermişlerdi. Güzel bir arabası vardı damadın. Düğün günü, gelin arabası tam önünden geçerken, dayanamayıp kendisini arabanın önüne atmaya kalkışmıştı Mordehay. Bir haftadır, yemiyor, içmiyor, eve girmiyordu. Tek katlı evin çatısız damındaki küçük kömürlükte oturuyor, kimseyle konuşmuyordu. Karasevdaya tutulmuştu. Haşim Bey belki de hayatında ilk defa, ilacını bilmediği bir olayla karşılaşmıştı. Çok üzüldü. Çocuğun annesine; bu hastalık için kendisinin bildiği hiç bir ilacın olmadığını, onu Bakırköy’deki hastaneye götürmelerini, aradıkları dermanı ancak orada bulabileceklerini söyledi. Sonra kimseye sezdirmeden çekmecedeki bütün parayı avuçlayıp, kadının rengi çoktan solmuş eski mantosunun cebine sıkıştırıverdi.


O gün eve dönünce, çocuk yine çatıdaki kömürlüğe kapandı. Konuşmadı. Annesinin getirdiği yemeklere elini sürmedi. Annesi çok umutluydu ama. Hele bir yarın olsundu... Haşim beyin verdiği para ile oğlunu Bakırköy’e götürecek, en iyi doktorlara gösterecekti. Sonra da, neye mal olursa olsun, yakışıklı oğlunu güzel bir kızla evlendirecekti. Gerekirse kapıcılık yapacak, evlere, fabrikalara temizliğe, çamaşıra gidecekti. Her işi, her şeyi yapacaktı. Bu hayallerini kocasına anlatıp durdu bütün gece. Fabrikaları dolaşıp iş arayacaktı yarın hastaneden dönünce.


Sonra iki odalı küçük evin holde yanan tek lambasını söndürüp yatağa girdiler. Kadın, gelecek güzel günlerin hayalini kurup durdu yattığı yerde. Oğluna çok güzel bir düğün yapacaktı. Gelin arabası mutlaka kırmızı bir otomobil olmalıydı. Mordehay’a ancak öyle bir araba yakışırdı! Bir an; siyah dalgalı saçları, biçimli kaşları, dalgınmış gibi bakan siyah gözleri, beyaz tenli yüzüyle otomobilin arka koltuğunda, gelinin yanında gururla oturan Mordehay’ı görür gibi oldu. Birden içini incecik bir sızı kapladı. Gelinle Mordehay birbirlerine nasıl da yakışmışlardı!


Yan tarafta Oyal çikolata fabrikası vardı. Sahibi, fabrikaya kırmızı renkli bir otomobille gelip giderdi. Çok iyi biriydi. Her bayramda yoksul mahalleliye şeker, çocuklara da çikolata dağıtırdı. Oğlunun düğününde, gidip arabasını isteyecekti ondan. Hatırını kırmazdı, hiç kuşkusu yoktu bundan.


O gece, bu hayallerle uyuyakaldı kadın. Sabah güneş henüz doğmuştu ki, garip bir motor sesiyle uyandı. Motor sesine arada sırada korna sesleri karışıyor, sonra sanki yokuş yukarı çıkan bir kamyonun şanzımanından çıkan gıcırtılı sesler, ardından tekrar o tuhaf motorun gürültüsü geliyordu.

Garip olan bir şey vardı ama! Araba sesleri yoldan değil, evin üstünden, çatıdan geliyordu!


Kadın sarsarak kocasını uyandırdı. Çabucak çatıya çıktılar. Kömürlüğün kapısını korkarak açtılar.


Motor ve korna seslerini çıkaran Mordehay’dı.


Kadın bir an gördüklerine inanamadı. Çocuk, kollarıyla hayali bir arabayı kullanıyormuş gibi hareketler yapıyor, bir arabadan çıkan bütün sesleri taklit ediyordu. Annesi önce oğlunun şaka yaptığını sandı. Sonra acı gerçeği anladı. Korkunç bir feryat kopardı. Dizlerinin bağı çözüldü, kömürlüğün önünde yığıldı kaldı. Zavallı kadının çığlığını işiten komşuları yardıma koştular. Kadıncağızı eve indirip yatağa yatırdılar. Komşular toplanmış, hayretler içinde, içleri acıyarak zavallı Mordehay’a bakıyordu.


O gün, karşıdaki atölyenin sahibi Vartan beyin şoförü, arabayla onları Bakırköy’e götürdü. Bir ay sonra eve döndüklerinde verilen ilaçlarla uyuşmuş, bitap düşmüş bir haldeydi Mordehay. Kollarına girip eve soktular. Gece her zamanki eski yatağında yattı. Artık yiyip içiyordu. Ama hiç kimseyle konuşmuyordu. Her yemekten sonra annesinin verdiği ilaçları içiyor, sonra tekrar yatağa girip saatlerce uyuyordu.


On gün kadar sonraydı.


Mordehay, bir gece yarısı, herkes uyuduktan sonra sessizce kalkıp giyindi. Gizlice evden çıktı. Bahçenin bir köşesinde duran eski paslı levyeyi aldı, arka sokaktaki otomobil tamirhanesine gitti. Epey uğraştıktan sonra kepengin kilidini kırdı. İçeriye girdi. Karanlığa alışkın gözleriyle etrafı araştırdı. Sonunda aradığı şeyi hurda parçaların atıldığı bir köşede buldu. Sapasağlamdı! Bir hazine bulmuşçasına özenle eline aldı. Kenardaki tezgâhın üstündeki mazotlu üstüpüyle üstüne bulaşan motor yağlarını bir güzel temizledi. Göbeğini, bakalit kısmını bir güzel silip parlattı. Kirli pencere camlarından içeriye vuran sokak lambasının solgun ışığında eserini uzun uzun seyretti. Tam hayalindeki gibiydi. Sonunda olmuştu işte! Çok beğenmişti! Derin bir nefes aldı. Tamirhanenin benzin ve motor yağı kokan havasını doya doya içine çekti. Sonra hiçbir şeye elini sürmeden tamirhaneden çıktı. Eve gitti. Sessizce içeri süzüldü. Elindekini dikkatlice karyolanın yanına, duvara dayadı. Soyundu. Yatağa girdi. Aylardan sonra ilk defa huzur içinde derin bir uykuya daldı.


Sabah işe gelen tamirhanenin sahibi, kepengi açık, kilidi kırılmış bulunca soyulduğunu sandı. Ama tamir için bekleyen arabalar çalınmamıştı!. Ya para! Korkuyla dipteki yazıhane kısmına koştu. Eli titreyerek masanın üst çekmecesini açtı. Dün akşam paydostan sonra bıraktığı paralar yerinde duruyordu. Merakla etrafı kontrol etti. Her şey; takımlar, aletler, krikolar, şalomeler, raspa ve boya malzemeleri, oksijen tüpleri… her şey, bütün malzemeler yerli yerindeydi. Neyin çalınmış olduğunu anlayamamıştı bir türlü.

Sonra, işe gelen ilk işçiyi karakola, soygunu haber vermeye gönderdi. Gelen polisler, yerde duran levye ile kilidi üstünde parmak izi aramak için aldılar. Onlar tutanağı yazmakla uğraşırken yan köşeden bir motor sesi duyuldu. Ses yavaş yavaş yaklaştı, yaklaştı, yaklaştı, sonra köşeyi döndü. Tamir için bir arabanın geldiğini sananlar gözlerine inanamadılar. Gelen, komşularının genç ve yakışıklı oğluydu. İki eliyle bir otomobil direksiyonunu kavramış, hayali bir arabayı sürerek geliyordu!


Mordehay, kimseye aldırmadan, korna çalarak tamirhaneden içeriye girdi. Manevra yaparak arabasını kanaldaki arabanın yanına ustaca park etti. Vitesi boşa aldı. El frenini çekti. Kontak anahtarını kapattı. Motor sarsılarak durdu. Mordehay bir müddet öylece kalakaldı... Dalgın dalgın, imrenerek karşı duvardaki bir tabloya bakıyordu. Sarı saçlı, büyük göğüslü, gömleğinin üst düğmelerini çözmüş, çıplak uzun bacaklı, dolgun kırmızı boyalı dudaklarıyla çok güzel bir kadın; üstü açık spor bir otomobile yaslanmış, davetkâr bakışlarla Mordehay’a bakıyordu.

Mordehay sağ eliyle hayali arabasının dikiz aynasını düzeltip yüzüne baktı. Parmaklarıyla dağınık dalgalı saçlarını geriye doğru taradı. Duvardaki kadına çapkınca gülümsedi… Sonra bıçkın bir edayla, gözünü tablodaki kadından ayırmadan, eliyle vites kolunun boşta olup olmadığını kontrol etti. Kontak anahtarını çevirdi. Marş dinamosundan ince bir vınlama sesi geldi. Sağ ayağının ucuyla pedalı adeta okşayarak gaz verdiği motor önce bir iki defa tekledi, sonra birden çalıştı. Vitesi geriye takarken debriyajdan kulak tırmalayan mekanik bir ses yükseldi. Sağ omzundan arkaya bakarak, yavaşça kapıya kadar geri geri gitti, dikkatlice sol yapıp sokağa çıktı.


Tamirhanedekiler donup kalmıştı! Kimseden çıt çıkmıyordu. Mordehay onların şaşkın bakışları altında, vitesi bire aldı. Sol ayağını debriyaj pedalından dikkatlice çekerken gaz pedalına nazikçe basıp hareket etti. Bir kaç metre sonra ara gazı vermeyi ihmal etmeden vitesi ikiye taktı. Harap Çeşme sokağının köşesinde bir an durdu, sonra tersaneye doğru dönüp sokağın başında gözden kayboldu.


Mordi ilk başlarda, evlerinin etrafındaki sokaklarda dönüp dolaştı. Ne de olsa, henüz acemi bir şofördü. Sonra gittikçe ustalaştı. Artık Çıksalın’dan tutun da Zindanarkası’na, Seferikoz'a kadar bütün Hasköy’ü dolaşıyordu. Canı istediği zaman Ford marka bir otomobil kullanıyordu Mordi, istediği zaman bir Mercedes, istediği zaman bir Studabaker, istediği zaman 64 model Chevrolet, başka zaman 57 model bir Chevrolet Bel Air!


Her marka arabanın, motor, şanzıman ve korna sesini inanılmaz bir yetenekle taklit ediyordu Mordi! Aynı marka arabanın çeşitli modellerinden çıkan motor sesleri bile birbirinden farklıydı. Bazen, mahallenin şoförleri aralarında bahse tutuşurdu. Mordi arkasını yola döner, görmediği halde geçen arabaların motor seslerini dinleyerek markasını, hangi yılın hangi modeli olduğunu bilirdi. Asla yanılmazdı. Bunun dışında başkaca tek kelime konuşmazdı. Bir anda mahallenin sevgilisi olmuştu yakışıklı Mordi. Yolun hep sağından giderdi. Dönüşlerde sol kolunu pencereden çıkarıp arkadan gelen arabalara sinyal vermeyi de ihmal etmezdi.


Ablamın oturduğu Toygar sokağın rampasını çıkarken arabasının motoru zorlanır, Mordi şanzımanı gacırdatarak usta şoförler gibi ara gazı vererek vites küçültürdü. Aynalıkavak kasrının arka kapısından, karakolun önüne kadarki dar yolda daha da zorlanır, motoru bağırtarak, ağır ağır çıkardı yokuşu. Tabii, arkasından gelen arabalar da!..


Şoförler Mordi’ye inanılmaz bir saygı gösterirdi. Rampa çıkarken yavaşlayan Mordi’yi asla sıkıştırmazlar, o daracık yolda sollamaya kalkışmazlar, önlerinden çekilmesi için korna çalmazlardı.

Düze çıkınca Mordi’nin motoru rahatlar, sesi bir anda değişir, artık tatlı bir mırıltıyla çalışmaya başlardı. Genişleyen yolda iyice sağa yanaşan Mordi, arkasından gelen arabalara yol verirdi. Üşenmez, yolda önüne çıkan yayalara, ciddi ciddi korna çalardı. Ama herkese aynı sesle çalmazdı. Erkeklere kalın ve uzun, kadınlara daha ince, kibar bir sesle korna çalardı. Çocuklar Mordi’ye bayılırdı. Mordi de çocuklara! Yanından geçerken kendisine el sallayan çocukları, ince bir, bip bip sesiyle selamlardı. Arabasını çok dikkatli kullanırdı Mordi, hiç kaza yapmazdı.


Annesi ve babası bir süre sonra kederlerinden peş peşe ölüp gittiler. O tarihlerde, mahallede yaşlı bir Sabetay amca vardı. Anne ve babası ölünce, Mordi’ye bu Sabetay amca göz kulak oldu. Mahalleli, Mordi’yi hiç aç susuz, yetim öksüz bırakmadı. Kimisi yemek verdi, kimisi su, kimisi yaz sıcağında limonata, ayran… Kadınlar Mordi’ye hem acır hem severlerdi. Bir gün yoldan geçmese, merak eder, pencerelerden birbirlerine seslenip Mordi’yi sorarlardı.


Ben okulu bitirdikten birkaç yıl sonra evlendim. Mesleğim yüzünden uzun zaman İstanbul’dan uzakta başka şehirlerde yaşadık. Zaman zaman İstanbul’a gelip ablama uğradığımızda yollarda, sokaklarda Mordi’ye rastlardım. Yıllar içerisinde Mordi inanılmaz bir hızla yaşlandı. Önce, kendisine çok yakışan o çok güzel, dalgalı siyah saçları ağardı. Sonra sakalı, sonra bıyıkları… Daha gencecik bir adamken, yüz hatları uzun yol şoförleri gibi derin çizgilerle yol yol oldu.

Aradan yıllar geçti. Artık Hasköy’e uğradığımızda Mordi’ye pek rastlamaz olmuştum. Dediklerine göre, bazen uzak semtlere gidiyor, günlerce ortalıkta görünmüyordu. Kimi zaman Şişhane’de, kimi zaman Kuledibi’nde, kimi zaman Tünel’in oralarda görenler oluyordu. Aradan yıllar geçtikçe Mordi de, onun acıklı hikâyesi de aklımdan çıkmaya yüz tutmuş, neredeyse artık hatırlamaz olmuştum.


Biz sonraki yıllarda kayınvalidemin bitişiğindeki apartmandan bir daire satın aldık. Üç yıl önce bu eve taşındık. Taşındıktan birkaç ay sonraydı. Eşimle oğlum bir gün tesadüfen Taksim’de Mordi’ye rastlamışlar. Eşim selamlaşıp konuşmuş Mordi’yle. Ona Sabetay amcayı sormuş. Hatırlamış Mordi! Ve nasıl olmuşsa konuşmuş. Ama sadece üç kelime söylemiş. ‘’Çoktan, öldü, o.‘’ demiş.


Bu akşam, yaşlı bir komşumuzdan öğrendik. Mordi artık yok!

Bir hafta önce, kaldığı Hasköy’deki Yaşlılar Evinde hayatını kaybetmiş. Musevi mezarlığına gömmüşler.

Bir an, uzaklara daldım. Elinden hiç düşürmediği o direksiyonla yoldan geçen, dalgalı siyah saçlı, genç ve yakışıklı Mordi’yi düşündüm. Boş yanıma geldi, duygulandım... Hani, zaman zaman olur ya! Sonra oturdum, size Mordi’nin bu hazin öyküsünü yazdım.

Ne garip şey, şu dünya!..

Bir gençlik aşkı, bir direksiyon, hayali bir araba… Ve kırık bir aşk uğruna, doyasıya yaşanmadan ziyan olup giden koskoca bir hayat!

Artık her şey bitti sevgili Mordi!.. Işıklar içinde yat.

Eylül, 2010.
…..


Tam dört yıl sonra, geçen hafta.

Bir sonbahar günü.

Sıcak bir öğleden sonra.

Bu yazıyı yazdığımı bile unutmuş,  başı boş, işsiz güçsüz yollarda dolaşırken, ne zamandır geçmediğim bir sokağa götürdü ayaklarım beni. Oldum olası ıssız, tenha, daracık sokaklarda dolaşmayı çok severim. Bir yanında üç beş tamirhane, diğer yanında eski bir kilisenin duvarı uzanan dar bir sokağın henüz ortalarına gelmiştim ki, olduğum yerde kala kaldım. Tam karşımdaydı!.. Mordi!

Belli ki,  vefalı bir mahalleli, yıllar yılı direksiyonu ile o sokaktan geçen Mordi’nin anısını yaşatmak istemiş, onun adını kalın harflerle kilisenin badanalı duvarına yazıvermişti.

24 Kasım 2013 İstanbul, Taner Yılmaz

 

 
Toplam blog
: 36
: 7030
Kayıt tarihi
: 12.12.07
 
 

Elazığ'ın, şimdiki adı Alacakaya olan, ama eskiden küçük bir madenci kasabasında; Güleman'da doğd..