Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

22 Ağustos '08

 
Kategori
Siyaset
 

Murat Belge bir son mohikandır

Murat Belge bir son mohikandır
 

“Bir son mohikandır” demiş, Tüba Çandar Doğan Kitap’tan yayınladığı “Murat Belge Bir Hayat…” isimli anı, söyleşi kitabında onun için. "Son Mohikan" filmini o kadar çok seyretmişimdir ki müziğini de sık sık dinlerim, bu yüzden çok güzel ve anlamlı buldum bu tanımı.

1982’ den sonraki yıllarda; üniversitedeki ilk yıllarımda en çok etkilendiğim iki düşünürden birisidir Murat Belge; “Tarihten Güncelliğe” kitabındaki yazıları benim için önemli olmuştur. “Sosyalizmin tarih öncesi bitti” tespiti umut vermiştir. Diğer düşünür Kurşat Bumin’dir; “özyönetim” konusunu öğrenmeme aracılık etmiştir, “sivil toplum ve devlet” kitabı ile. Sorular sormama başka kaynaklara yönelmeme yol açmışlardır.

Tuba Çandar kitabının önsözünde “entelektüelliğin yok olduğu bir dünyada ve bu dünyanın sıkı bir takipçisi olan ülkemizde –evet, her ne kadar dünya çapında entelektüel üretmekte yetersiz kalmış olsa da, entelektüeli “entel” diyerek aşağılama cüretkarlığını gösterebilmiş bir ülkedir burası- yetişmiş çok yönlü bir düşünce adamıdır” diye yazmış.. Nobel ödülüne bile hep birlikte sevinemedik bu ülkede, düşünsel düşüklük en kolay tercih. Bu kitabı okumak bu ülkede değişimin umudun tarihini okumak olacak: Murat Belgenin son yazılarına dikkat etmek gerek; çünkü tarihle ve bugünle sahte ile hesaplaşıyor kendini solda hissetmek isteyen samimi insanlara ışık tutabilir. Bu yazıları okumamış ve konuya ilgi duyanlar için aşağıya alıyorum.

10 Ağustos tarihli yazısından alıntı; Rektör Atamaları konusunda şöyle diyor; “Gene de ben, demokratik ilkeleri yerleştirmek için kaybedilmiş gibi görünen zamanın aslında kaybedilmiş bir zaman olduğunu düşünmüyorum. “Şimdi sıra bizde” diyerek aynı çarkı döndürmeye devam etmek, anti-demokratik mekanizmayı kalıcılaştırmak demektir ve uzun vadede AKP’ye de hayrı dokunmaz.

Peki, benim önerim, “en çok oy alanın” rektörlüğünü onaylamak mı? Şu kısa vadede, evet. Bu ilkeye saygının gereği olarak. Ama uzun vadede sistemin tamamımın yanlış olduğu kanısındayım (12 Eylül uygulamalarının hepsi böyle zaten).”

12 Ağustos tarihli yazısından alıntı; “İhraç yok.” Bu ne demek? 2.500 sayfayı bulan Ergenekon iddianamesine geçmiş, hâlen muvazzaf, TSK mensupları var. Genel darbe stratejisi içinde gerekli rolleri yerine getirmiş, bir kısmı bayağı yüksek rütbeli, subaylar var. Yani onlar da ihraç edilmedi. Öyleyse daha ne istiyorsunuz?
Muzır işlere karışanların zamanında tasfiye edilmemesinin bazı sonuçlarını hep birlikte yaşadık. Ama birileri hâlâ, yalnız ve yalnız, “irticacı ihracı”na takmış durumda.”

17 Ağustos tarihli yazısından alıntı; “Ama hayata böyle “ırk” gibi yerlerden bakmayanlarımız, o zaman da diyorduk ki, bu işler çalışmayla, antrenmanla, disiplinle, bilimle olur, başarı böyle kazanılır. Sen burada bu temeli kurmadan, Bulgaristan’da Türk azınlık sorunu gibi, birçok bakımdan “arızî” bir durumdan da yararlanarak, başka bir toplumun emeği ve yatırımıyla yetişmiş birini transfer eder, onun başarısını bu toplumun başarısı gibi sunmaya çalışırsan, kendini aldatmış olursun. Bu olay senin şişinme ihtiyacını tatmin edebilir, ama senin o ihtiyacın bir tek bu kişinin getireceği üç beş madalyayla zaten doymaz. Sen, başarının devamlılığını garanti altına almak için ne yaptın, bir şey yaptın mı?

Otuzlarda toplumca Osmanlılık’tan çıkıp Türkleşme çabasına girmiştik, adımızı bile değiştirmek gerekiyordu. Örneğin, adı Saffet Bahri olan biri bundan böyle “Arın Engin” olacağını ilân ediyordu. “Adlar ve soyadları” kitapları yayımlanıyordu. “Çingiltigin”, “Kurgunbay” misali soyadlar kuşanıp oturuyorduk. Bugün bu Orta Asya adlarına “Abeylegesse” diye bir tane daha ekledik. Güneş-Dil Teorisine göre, anlamı, “Yel gibi esen abla”. Kavimler göçü sırasında yolunu şaşırıp, Hazer’in güneyinden gideceğine Umman Denizi’nin güneyinden gitmiş ve kendini Etyopya’da bulmuş oklardan birinden geliyor. Orada kızgın güneşin altında yanıp esmerleşmiş, ama biraz kazırsanız altından beyaz tenli ve yeşil gözlü “Kafkas kızı” çıkar.

Biz zamanında (Türk-Tarih Tezi’ni yaparken) Konfüçyüs’ü ve Buddha’yı Türk yapmayı başarmıştık. Elvan’ı mı Türkleştiremeyeceğiz. Hem zaten babası da söylemiş, “Yedi kızım vardı, şimdi altı tane kaldı” diye.”

19 Ağustos tarihli yazısından alıntı; “8 Ağustos 2008 Pazartesi günü Milliyet’te Ertuğrul Kürkçü ile yapılmış uzunca bir mülâkat yayımlandı. Kürkçü ile konuşan Devrim Sevimay; konuşma için birinci sayfadan verilen spotta ise “Liberal Solun AKP Yanılgısı” sözü kullanılmış. Bu dönemde pek çok tartışma bu kısa başlıkta geçen iki üç kavramın çevresinde dönenip duruyor. Kendi hesabıma, bu tartışmalara –hele “kişisel bir polemik” çerçevesinde- girmek istemiyorum, çünkü anlamlı bulmuyorum. Ancak Ertuğrul, birçok soruna ne kadar farklı bakarsak bakalım, uzun yıllara dayanan hukukumuz ve dostluğumuzdan ötürü, bence farklı bir yerde duran biridir; onun için de, “sorunları aydınlatma” mahiyetinde bu tip bir yazışmaya girmekte bir sakınca yok.

‘Liberal sol’ denilen ve kendisine böyle denilmesine izin verilen kesim” diye bir “özne”den söz ediyor Ertuğrul. Şu ortamda sen izin ver, verme, söyleyen söyleyeceğini söylüyor. Ben, söyleyenlerin çoğundan farklı olarak, “liberal” sıfatını bir küfür gibi anlamadığım için, buna aldırmıyorum ve zaten “siyasî liberalizm”in tarihî rolü ve işlevine saygım olduğunu hep söyledim. ( bu cümleden liberal olduğu sonucu çıkarır mı? İnsanları böylesi hızlı değişim dönemlerinde modern kavramlara takılı kalarak algılamak yerine sorunların çözümüne ilişkin ne önerdiği üzerinden değerlendirmek ve kendi önerimizi sunabilmek gerekir.)

Ertuğrul, bu kesimin “kendisiyle sınırlı” olduğunu söylerken de haklı bence. Böyle bir parti falan bir yana, kendi aralarında asgarî olsun bir homojenleşme amacı taşıyan bir “Fabian Kulübü” dahi yok. Savundukları noktalarda belirli yakınlaşmalar, hattâ ortaklaşmalar görülen bireyler var, ama bu bireylerin ortak bir programları da yok.

Örneğin Ertuğrul “solun geri kalanına ‘doğru’ yolu gösterme” iddiasında bulunan bir kesimden söz ediyor. İmdi, “sol” denince, bunun içinde yok yok; dolayısıyla kim çıkıp “şu şöyledir” dese, kendinden başka birilerine “doğru yol” gösterme çabasına girmiş olacak.

Ülkenin (veya dünyanın) sorunlarından söz eder, bunları tartışırken, elbette sola da hitap ediyorsunuz, size daha yakın kesimlerine de, hiç yakın olmayan kesimlerine de. Çünkü, son kertede, herkese hitap ediyor, söylediğiniz sözü herkese söylüyorsunuz. Örneğin Birikim’i yayımladığım dönemlerde öncelikle Marksist sola hitap ettiğimi hissederdim. Şimdi (Yeni Gündem’den beri) böyle değil, bütün topluma bir şey söylemek üzere açıyorum ağzımı. Bir kere bunu açıklamış olayım.

Şimdi gelelim, bu konuşmada sık sık geçen, “AKP ile ittifak” konusuna. Ertuğrul bu “liberal sol”u tanımlamış, “kendisiyle sınırlı” demiş. Peki, ona göre “kendisiyle sınırlı”, bana göre “kendisinin ne olduğu” bile tanımlanmamış bir grup, nasıl bir “ittifak” önerebilir? “Grup” tanımı ile “ittifak” kavramının tanımı arasında bir uyumsuzluk var –elmalarla armutlardan beter, ne bileyim, “elmalar ve trigonometri” gibi, niçin yan yana anıldığı anlaşılmayacak bir şey.

Bir zamanların İtalya’sı gibi bir durum olsa, öyle bir sol parti olsa (zamanın Komünist Parti’si gibi) ben de Berlinguer’le birlikte, o tip bir “ittifak” (“Tarihî Uzlaşma”) önerirdim. Ama ancak öyle koşullarda. Bugün ve burada, AKP ile sözgelişi ÖDP arasında, sıfatı “tarihî” olacak bir “ittifak”, mümkün olan bir şey değil, gerçekleşse bile, çünkü bu “ittifak”ta dahi bir taraf son derece cılız.

Konu bu tek yazıya sığmayacak nasıl olsa, onun için ben kendi yaptığım şeyi özetleyeyim şimdilik, sonra başka uçlarına da bakarız. 12 Eylül’den beri genel olarak “demokrasi”nin önemini, gereğini savunuyorum –“burjuva demokrasisi/sosyalist demokrasi” gibi ayrımlara da uzun boylu girmeden. “Girmeden” çünkü tarih karşımıza bizim istediğimiz gibi değil, kendi olabildiği gibi çıkıyor. “Sen bizim istediğimizden değilmişsin” deme lüksümüz yok. Ayrıca, “burjuva” dediğimiz demokrasinin bazı edinimlerini yaşamadan, “sosyalist demokrasi” kurmanın ne kadar imkânsız olduğu, gözümüzün önünden akan “tarih şeridi”nde kanıtlandı, hâlen de kanıtlanıyor –sözgelişi, bir biçimiyle Küba’da, bir biçimiyle de Çin’de.

Bu düzen AKP’ye de zulüm uyguladığı ve ben bu otoriter/baskıcı siyasî varlığa karşı olduğum için aldığım (bireysel) tavrı alıyorum. Kürtler’in demokratik haklarını savunurken Kürt milliyetçileri de sizi alkışlıyor olabilir. Ne yapalım? Ne onlarla “ittifak” düşünmek zorundayım, ne de onlar alkışladı diye o hakları savunmaktan vazgeçerim.

Ortadaki nesnel durumun adını koymak, o durumu evrensel ilkelerle ilişkilendirmek bir şeydir; “ittifak” gibi konular bambaşka bir şeydir. Birine haksızlık edildiğini söylediğimizde, o “biri”nin her yaptığının doğru olduğunu söylemiş olmazsınız.

Bunlar aslında bayağı basit şeyler ama öyle bir kavram kargaşası içindeyiz ki, gerçek sorunlarla değil, bu ıvır zıvırla uğraşmak zorunda kalıyoruz. Tarih böyle geliyor karşımıza mademki, ne yapalım, uğraşacağız.”

Bugünkü yazısı “AKP ile ittifak” konusuna devam edeyim. Burada söyleyeceklerimin en azından bir kısmını daha önce de söylemiştim. Ama şu ünlü “disinformation” Türkiye’de hayatın kuralı haline geldi. Yalnızca “Ergenekon-perver” medya ya da “ulusalcılar” ya da bilmem neciler değil, sosyalistler de, bu asılsız yaftalardan –bilerek veya bilmeyerek- yararlanır oldular.

Benim açımdan, sosyalizm ile genel olarak din, daha özgül olarak da Türkiye’de İslâmiyet arasındaki ilişkinin bir teorik sorun haline gelmesi, altmışların sonlarında olmuştur. Ertuğrul Kürkçü’nün unutamadığını söylediği “Kanlı Pazar” olgusu da bu sorunsalın bir parçasını oluşturuyordu. Bunları daha önce –ama Radikal’deyken- yazmış, İdris Küçükömer, Murat Sarıca, Çetin Özek gibi, şimdi aramızda olmayan dostları da anmıştım.

Türkiye’de büyük halk çoğunluğu Müslüman’dır. Kemalizm dahil, Batıcı-modernleşmeci çizgi bu topluma düşünceyi sekülarize edemediği, seküler bir ahlâk sistemi kuramadığı, “alternatif bir dogma” olmanın ötesine geçemediği için, Şerif Mardin’in kullandığı deyimle söyleyeyim, bu toplumda insanlar “iyi-doğru-güzel”i ancak İslâmiyet’in belirlediği düşünsel sınırlar içinde düşünebilmiş ve anlamlandırabilmişlerdir. Ayrıca, Batılılaşmacı-Modernleşmeci çizginin saldırısı altında yaşadıkları için, bu değerlere daha sıkı sarılmak ihtiyacını duymuşlardır. Bunlar, tabii, üzerine ciltlerce kitap yazılacak karmaşık konular. Ama aynı zamanda hepimizin iyi kötü bildiği ve üzerine düşündüğü konular. Onun için, böyle bir iki cümleyle özetleyip geçiyorum.

Evet, bir sosyalist olarak gözlemlediğim toplumda “genel manzara” bu. Benim gibi birinin başında, bir de “demokratik sosyalist” olmak, yani sosyalizmin ancak geniş halk kitleleriyle kurulduğu zaman gerçekleşeceğine inanmak gibi bir ek sorun var. Bir şekilde iktidar oluruz (örneğin, o yılların yaygın inancı “Millî Demokratik Devrim”le, yani, daha açıkçası, “Sol Kemalist” askerlerin yapacağı darbeyle), sonra toplumu yukarıdan aşağıya sosyalistleştiririz, diye düşünmüyordum. O yıllarda Gramsci’yi tanımıyordum ama zihnim ona yakın düşüncelerle biçimlenmişti.

Peki, bu kitleyi sosyalizme çekmenin “metodoloji”si ne olacak? Ya da, daha kestirmeden soralım: “Kanlı Pazar’da bize saldıranlara karşı uzun vadeli tavrımız ne olmalı?”

Bu ülkenin egemen güçleri, o insanların zihnindeki “Müslümanlığı” manipüle edip onları bize saldırtabiliyor, bunu beceriyorlar (Tabii, İslâmiyet genel ideoloji. Onunla harekete geçenlerin bir kısmının doğal yeri de faşizmdir).

O halde, biz de İslâm’la mücadele edeceğiz?

Bunu Kemalistler yaptı. Böyle yaparak ne kadar halkla içiçe olunduğu dediğim günde de belliydi, bu gün de belli. Partiler arasında CHP sadece bir dönem bu koşullanmanın dışına çıkabildi: Ecevit zamanında. Çıkmasının ilk adımı da Ecevit’in, asker eliyle başbakan olmuş Nihat Erim’le işbirliği yapmayı reddederek istifa etmesiydi. Daha sonra Ecevit de bu ilk çizgisinden uzaklaştı ve aynı kitlesellik düzeyine de bir daha ulaşmadı.

Yani, “Müslüman’mış gibi görünmek” mi bunun çaresi. Hayır, bana göre bu hiç geçerli değil. “İslâm Sosyalizmi” gibi kavramlara hiçbir zaman yakınlık duymadım. Sosyalizm sosyalizmdir, o kadar. Neysem, öyle çıkarım ortaya. İşçiyle, köylüyle, halk yığınlarıyla, “Müslüman ol, olma” tartışmasına girmem, “Ezan Türkçe olsun” gibi, milliyetçilik programının malı olan, sosyalizmi hiç ilgilendirmeyen taleplerde bulunmam vb. Karşımdaki İslâm konusunu tartışmak istiyorsa tartışırım tabii ve ne düşünüyorsam onu söylerim; ama önceliğim bu değildir. Önceliğim, ortak bir hedef için yan yana mücadele vermek ve bu mücadele içinde toplumun güvenini kazanmaktır.

Kısaca, sorun kitleleri sosyalizme çekmektir. Bunu düşünmek ve söylemek, birileri tarafından “AKP ile ittifak” gibi anlaşılıyorsa, iyi, onlar öyle anlamayı tercih ediyorlardır. Ama bunun anlamı, kitleleri, ideolojik yanılsamalarından gerçek mücadelenin içine çekmektir, yani aslında AKP ile mücadeledir. “Siz mürtecisiniz, toplumun başını örteceksiniz” türü polemikler yaparak ve dolayısıyla kitle bağlarını güçlendirerek değil, kitlelere mücadelenin, demokratikleşmenin, hak ediniminin gerçek yöntemini göstererek. Evet, 1 Mayıs saldırganlığını da örnek göstererek.
Daha bitmedi bu konuda söylenecekler.”

Hala yüzü kızarmadan ezberini okumaya devam edenler olabilir yapacak bir şey yok ne ekersek onu biçeriz, kolay yoldan sadece karşı olarak kendini var etmek gibi basit tercihler bazı zamanlarda ağırlık kazanabilir ama çabuk etkisini kaybeder. Zor olan ve saygıya değer olan neden yana olduğunu ifade edebilmek ve sorumluluk almaktır.

Bu değerli insanı anlatan kitabı okumanızı tavsiye ederim, insanlarda var bu ülkede; toplum için samimi ve cesur yaşamış, ve hep olacak onlar; şarabi eşkiyalar…

Kitap; Doğan Kitap "Murat Belge ve bir hayat" Söyleşi Tuba Çandar

 
Toplam blog
: 444
: 1284
Kayıt tarihi
: 13.09.07
 
 

MB zengin kültürel bir eksen; düşüncelerimizin buluştuğu, tartıştığımız, birbirimizi etkilediğimi..