Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Mayıs '10

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

Musa Dağ'dan Uludağ'a

Musa Dağ'dan Uludağ'a
 

NEBİH NAFİLE-ŞABAN AKBABA SÖYLEŞİSİ


MUSA DAĞ’DAN ULUDAĞ’A BİR YOL VAR: YÜREKTEN I. Bu güzel işte! Hem de çok güzel! Ülke için, ülkenin çocukları, geleceği için… Dünya adına, barış, sevgi, dostluk adına… Sınırlı bir zaman dilimi içinde de olsa, erdemsel değerlerin yaşanabilmesi ve çoğaltılabilmesi için bir lokomotifin varlığı. En güzeli budur işte. Güzel insan unsurunun aramızdalığı, erdemselliği ve becerikliliği… Elinde bulunan olanakların küçük de olsa bir bölümünü insan sevgisinin en iyi göstergelerinden biri olarak sanatsal oluşumlar için seferber edebilmesi… Böyle insanlar var ülkemizde. Onlardan biri de Samandağ Kaymakamı Tahsin Kurtbeyoğlu’dur. Hiçbir koşul ileri sürülmeden istenen ve ilettiğim(iz) beş şiirin de eksiksiz yer aldığı Şiirle Gelen Bereket adlı etkinlik kitabının önsözünde “Samandağlı güzelliklerin farklı alanlarda görülmesi yanında, sanat ve edebiyat içinde de gösterilmesi anlayışı ile hazırladığımız şiir şöleni kendi adımıza yeni bir adımı oluşturmaktadır… bütün insanlığa şiir tadında günler, şiir güzelliğinde bir hayat diliyorum, ” diye söz tamamlayan bir kent yöneticisi… Bu dileğin çoğalabilmesi için çırpınan… O sevginin altında yatan umudunun gerçekleşebilmesi için köy köy dolaşarak, kendisinin de katıldığı okuma günleri, saatleri düzenleyen, hatta kitap gereksinmesi olanların ivedi olarak kitaba kavuşabilmeleri için “Alo Kitap Hattı” kuran….

SAMANDAĞ KAYMAKAMI TAHSİN KURTBEYOĞLU VE NEBİH NAFİLE

Dahası, sevginin sözcülerini, ülkesinin şairlerini ilçesine davet ederek onları yöresindeki insanlarla buluşturabilen…

Bütün bu güzelliklerin sonucunda neler mi olabilir? Kendisinin de dile getirdiği ve dilediğince; bu buluşmanın “ikincisini, üçüncüsünü, yüzüncüsünü…” gerçekleştirdiğinde, Âşık Veyselimizin dediği gibi; “koyun kurt ile gezer” örneğin. Yani ki sevgi seli akar ülkemizin derelerinden, sevgi rüzgârları eser dağlarında, sevgi çiçekleri açar ovalarında… Sevgimizi paylaşır, gözlerimizi gözlerimizden kaçırmadan sevgiyle bakabiliriz birbirimize. İnsan, vatan, dağ, taş, arı, kuş, kitap, kültür, bilim, sanat sevgisi böyle böyle kazanılır, kazandırılır, geliştirilir çünkü. Böylesi ideallerle dolu yolculuğunun yol arkadaşlığına çağırdı bizleri de. Nebih Nafile adlı güzel yüzlü, güzel yürekli delikanlıya dedi ki; yüreğimdeki şiir sevgisiden aldığım güçle söylüyorum; Samandağ’da bir tongal ateşi yakalım. Kıvılcımı sana veriyorum. Yanmaya t/öz topla, çak çakmağını yak. Aydınlığın sevdalısı kelebeklere haber sal Samandağ’da çaktığımız kıvılcıma, yaktığımız ateşe, tuttuğumuz ışığa doğru kanat çırpsınlar. St Simon gibi Musa Dağı’nda konaklasınlar biraz, Ezo Gelin gibi “çıkıp Suriye Dağlarının başına bize doğru el eylesinler, ” sonra Hz. Hızır Makamı’na konsunlar tütsüye duralım birlikte. Buyursun, gelsinler, göğsümüzün üstüne kurduğumuz Halil İbrahim soframız hazır, yorulanlara turunç tatlısı, tutuşanlara türkü, sevdalılara şiir, dostluk isteyenlere yürek, duygularını dillendirenlere zahter suyu sun. El üstünde tutalım söz ustalarını, keder, hüzün ve güzellik yüklerini bize boşaltıp dinlensinler. Sonra Samandağlı halkımızla birlikte kulaklarımızı ve yüreğimizi güzel söze, derin, anlamlı dizelere açalım. Sevgimizi çoğaltarak paylaşalım, beynimizi ve yüreğimizi güzel duygularla doyuralım, Zümrüd-ü Anka gibi yanıp yakılıp yeniden yaratalım kendimizi küllerimizden. Bunu her yıl yapalım. Her yıl yeniden yeniden doğalım dünya durdukça yaşamaya, güzellik üretmeye, barış dağıtmaya… Kısacası yakışır bulmuşlar Samandağ’a şiiri, şairi… Arap, Türk, Ermeni, Alevi, Sünni, Hıristiyan halklarının ve kültürlerinin bir potadaki muhteşem bireşimine, barış içinde yaşama biçemine(üslubuna) sanata gösterilen yoğun ilgiye şiir de yakışır, resim de, öykü de… Şair de yakışır, kompozitör de, heykeltıraş da… Derken, boy boylamış soy soylamış, davet Nebih Nafile’nin kalemindeki mürekkep damlalarının yola dönüşmesiyle uzayıp bize kadar gelmiş. Bu yol Samandağ’dan Uludağ’a, oradan ülkemin diğer dağlarına… Ve dahi bil cümle şiirciye, şiirceye… II. Ol davete uydum, koyuldum yola… İstanbul Sabiha Gökçen Havaalanıyla Hatay arası meğerse bir karışlık yolmuş. Doğrusu yıllarca uçak yolculuğu yapmış biri olmama karşın mum kanatlarıyla uçan ikaros(insan)lar, albatroslar gibi duyumsadım. Yükseldim gökyüzündeki hava akımlarını üstüne oturdum ve kanat çırpmama gerek kalmadan Toroslar’ın karlı doruklarında buldum kendimi. Sonra Amik Ovası’na baktım Musa Dağ’ın doruklarından. Orada yolculuğumun ilk hüznünü yaşadım. Amik Ova’sındaki türdeşim ve dahi türdeşim olmayan bilcümle kuşlar tarafından karşılandığımda gördüm ki, sayıları azalmış, renkleri solmuş. Ah Amik Gölü!... Kurumuş kurumuş kurumuş… Doğanın ve kuşların rengini de soldurmuş.

Boğaz’ın üstünden geçerken Hataylı dostum Musa Artar’ın babası Memet amcanın köydeki kırmızı boyalı evine el salladım ve hızla kondum Amik Ovası’ının geniş, kavruk göbeğinin tam ortasına. Nebih Nafile oradaydı. Hızır mıydı, Anka mı; şair mi, ozan mı, güzellik elçisi mi; bütün bunların bir toplamı olarak bizi bekliyordu. Turnaların kanatları kadar geniş kollarını açtı, bağrına bastı. Beni, Melda Hanım’ı ve Ruhan Odabaş ağabeyi. Bizden birbuçuk saat sonra Yaşar Türkoğlu adlı derviş indi yere. Eşiyle birlikte. Nefes nefeseydiler. İlk kez uçağa binmenin heyecanı okunuyordu yüzlerinden. “Bu ne ki, ” dedi daha havaalanında Yaşar Türkoğlu, “Ben yarın akşamı düşünüyorum. Mikrofonu…” Çocukluğundan kalma psikolojik bir sorun olsa gerekti mikrofon tutması. Ama daha o akşamki radyo programında birlikte aşacaktık. Hatay’ın sırtını yaslayıp oturduğu padişah koltuğu gibi duran, mağrur, öyküsü büyük Habib-i Neccar Dağı’yla selamlaştıktan sonra Nebih Nafile’nin evine vardık. Orada bizi Ekin bekliyordu, iki yaşında. Gülümsemenin nasıl olması gerektiğini öğrendim ondan. Ağabeyi Merih’ten ağır ağabeyliğin, ablası Yağmur’dan da gerçek ablalığın gizini… Sibel Hanım üç güzel çocuk, güneş gibi gülümseyen bir yüz ve masalar dolusu yemeklerle karşıladı bizi. Amatör kardeşim, dedim Nebih’e, bunca kapsamlı ve toplumsal niteliği olan bir program içinde neden bunca zahmet eşin Sibel Hanım’a? Sibel hanım yanıtladı: ”Onurumuz ve sevincimiz oldunuz, zahmet ne ki…” Yemekten hemen sonra Akdeniz FM’in stüdyosunda bulduk kendimizi. İlkan kardeşim vardı orda; aklı, deneyimi ve demli çaylarıyla gönlümüzü fethetti. Nebih Nafile’nin “Umudun Sesi” adlı şiir-türkü programına oturduk, sordu, yanıtladık, şiirlerimizi paylaştık şiir dostlarıyla. O akşamki programın ilk konukları bizdik; Ben, Yaşar Türkoğlu ve Ruhan Odabaş… Taa.. Hollanda’dan Ahmet Duman aradı. Nebih’in programının müdavimlerindenmiş. Şiir dinletisine ilgisini, şairlere sevgisini sundu. Diğer birçok dinleyici de öyle… Bir kez daha dileğimi yineledim orada: Asi Irmağı’nın Antakya içindeki kıyılarını Hataylı, Türkiyeli, Dünyalı şairlerin dizeleriyle süsleyelim diye. Hani şu büyük beton plakalar var ya, kanalın içyüzünü tutan, o plakaların üstüne şairlerden dizeler yazalım. Hatay’a bir de estetik değer katsın sevgili Hataylı yöneticiler, dedim. Asi’nin kıyılarında dolaşan dünya insanı “ dünyadaki ilk şiirli şehir” diye anlatsınlar Hatay’ı dünyaya. Hatay, ışıklandırılan ilk caddeye, elektrik yakılan ilk eve sahip olmakla övündüğü gibi bir de bu unvanıyla övünsün. Biz tamamlamak üzereydik ki Burhan Günel, Ahmet Gökçe, Celal İnal dostlarımızın geldikleri haberini aldık. Stüdyoda kucaklaşıp ayrıldık. Biz eve, onları dinlemeye, onlar programa şiir okumaya… Nebih’in bağlaması evdeydi. Boğmanın gizemine kattık onu. Türkülerimizin eşliğinde dinledik dostlarımızın şiirlerini. Sonra onlar da geldiler… Dost Meclisi orada, o an kuruldu işte. Geç saat Samandağ’a giderek Dervişan Tesisleri içindeki aparatlarımıza yerleştik. 9.-10.-11. Nisan günleri (Gerçekleşmesinde başından itibaren yoğun emek verdiğim “Gemlik’e Doğru…” Zeytin Dalı Edebiyat Günleri” nedeniyle) Gemlik’te bizi ağırlayan Paşa Otel ve Paşa Restoran’a demiştim, şimdi de Dervişan Tesislerine diyorum: “Restoranımızda yemek yiyen şairler… Otelimizde konaklayan şairler” diye yazın başına ve altına o şairlerin A4 büyüklüğündeki fotoğraflarını sıralayın. Oteliniz ve lokantanız nasıl onurlanır! Samandağ’daki ilk günümüze Hatay kahvaltılıklarının süslediği masamızda başladık. Birkaç metre ötemizde masmavi gülümseyen yüzüyle Akdeniz ve karşımızda sınırımızın doruğundan geçtiği, başı dumanlı, yüce duruşlu Cebel-i Akra(Kel) Dağı. Tıpkı birkaç yıl önce Musa Artar dostumun evindeki kahvaltımızda olduğu gibiydi masa; süzme yoğurt, ballı kaymak, zahter, humus, Hatay pidesi, peynir çeşitleri, cevizli yeşil-siyah zeytin, taratur, közleme… Bu kahvaltımıza sinen doğa tablosu ve onun yarattığı coşkulu-güzel duygularımı not defterime kaydettim: Samandağ, yüreğimle geldim sana. En büyük tanığımsın. Sakla sırrımı! Kahvaltıdan sonra Samandağ sahilinde geziler yaptık. Caratte Carattelerin, Yeşil deniz kaplumbağalarının üreme alanı olan ünlü Çevlik Kumsalını (14 km) hayran hayran izledik, Suriye sınırında olduğumuzu algılamaya çalıştık. Ali Şeyh Özdemir, Halise Tekbaş, Tuncay Akdağ, Tevfik Karadaş ve Asım Kısbet o günaramıza katıldılar. Bu buluşma Dervişan Otel Restoran’ındakiöğlen yemeğindegerçekleşti. Aynı günün akşamı Kaymakam Tahsin Kurtbeyoğlu’nun özel bir balık yemeği ikram edeceğini bildiğim halde ben yine de balık yedim. Samandağ’ın ünlü Lagos balığından. İri kafalı, iri bir balık türü. Lagostan sonra dünyamın en güzel, en özel ve özge tatlılarını da Samandağ’da yemiş oldum. Yeşil ceviz, patlıcan, turunç ve kabak tatlısı karması, yörenin kültür bireşiminin ve hoşgörü felsefesinin de simgesi gibi geldi bana. Öğlen yemeğinden sonra Rehber İsmail Zubari anlatımı eşliğinde bir tarih gezisine çıktık. Uzun, yorucu ama bir o kadar da zevkli bir gezi oldu. Musa Dağı’ndan gelen büyük seller Seleucia Limanı’nı doldurmasın diye yapılan, bir km uzunluğunda ve iki bin yaşındaki Titüs Tüneli (m.ö.69), kent yöneticilerinin ve zenginlerinin gömüldüğü Beşikli Mağarası, Antik çağın başkentlerinden Seleucia Pieria (m.ö.300) antik kenti ve Dor Mabedi (m.ö.300) gerçek birer tarihi değer ve görkemli kültürel kalıtlar olarak hayranlığımızı uyandırdı. Büyülenerek gözlemledik. Beşiğin aslında ve aynı zamanda mezar olduğu dersini aldım oradan. Düşündüm, buradaki görkemli izlek ölümün doğumla geldiğine dairdi. Öyleyse en doğrusu Yunus Emremin de dediği gibi, “sevmek sevilmek” ve barış içinde yaşamaktır. Felsefe dersi niteliğindeki o günkü gezimizin ikindisinde Samandağ I. Şiir Akşamları etkinliği gerçekleştirildi. Aslında etkinlik günbatımı anında ve kumsalda yapılacaktı, ancak denizden esen fırtınamsı rüzgâr yüzünden Barıkan Tesislerinin gösteri salonunda yapıldı. Salon dolusu bir katılımın olduğu şiir şöleninde şiirlerimizi paylaşmak, sonrasında kitaplarımızı imzalamak çok güzeldi doğrusu. Şiirseverlerin gösterdiği kültürlü dinleme davranışıysa övgüye değerdi. Yazın(edebiyat)ın en soylu, en gizemli, en etkili yanı olan şiirin sevgi çağlayanıyla yıkandı yüreklerimiz. Şiir gizli, gizemli bir duygu yumağı, yürek bağıdır zaten. Dinleyeni insani duygularla besler, mest eder. Sözün yeri gelmişken etkinlik salonunun hazırlanmasında emeği geçen, Samandağ Kütüphane Müdürü İbrahim Kimyongür’ü de özellikle anmalıyım. Hem ilgisi, zahmeti hem de çalışkanlığı duygularımda iz bıraktı. Kütüphanedeki çok özel çalışmaları ve çocuklarla kurduğu özel iletişimi sayesinde okur sayısını sekiz kat arttırdığını öğrendiğimde sevinç ve heyecandan yüreğim büyüdü. İşte bu! dedim. Darısı diğer kütüphanelerimizin ve kitapla hiçbir bağı bulunmayan Kütüphane Müdürlerinin başına. Şiir şöleninden sonraki akşam yemeğinde, günün bir yansıması gibiymişçesine felsefeye dair konuşmalar geçti aramızda. Katılımcılara plaket ve teşekkür belgesinin sunulduğu yemekte, Kaymakam Tahsin Kurtbeyoğlu daha önce görev yaptığı yerlerde gerçekleştirdikleri şiir akşamları ve Samandağ Felsefe toplantılarıyla ilgili anılarını anlattı. İkinci günümüzün ikinci programı, Alevi kültürünün inanç merkezlerinden, Hz. Hızır’la Hz. Musa’nın buluştuğu yer olarak kabul edilen Hz. Hızır Makamı’nı ziyaret etmemize dairdi..Geleneğe uyarak türbenin çevresini üç kez döndükten sonra içine girdik, buhur dumanından soluduk ama iç türbe duvarlarını geleneğe karşı gelerek öpmedik. Türbe ziyaretimizde de önemli temalar ve dersler vardı. Kapı girişine yakın duvarın dibine, yere bir daha hiç kalkmayacaklarmış gibi oturan hepsi de sakallı birkaç vatandaşımız vardı. Hiçbir emek vermeden dilenmenin keyfini yaşıyor olmalıydılar. İçerdeki ziyaretçilerin çoğunluğu kadındı. Kur’an okuyor, tütsüleniyor, duvarları öpüyor, mırıl mırıl dualar ediyor, bitip tükenmeyen isteklerine dair dileklerini sıralıyorlardı. Dinler yoksulların işiymiş gibi hepsi de son derece perişan giyimli ve bakımsızdılar. O günkü gezi planımızda Mozaik Müzesi ve Harbiye vardı. Ama ne yazık ki gecikmeler oldu ve Müze gezisi bir sonraki güne, bir sonraki gün de bir sonraki yıla ertelendi. Neyse ki ben daha önce iki kez görmüştüm dünyanın ikinci büyük Mozaik Müzesini. Müzeyi göremeyen arkadaşlarım adına içimde derin bir boşluk oluştu. Çünkü Hatay demek aslında biraz da Mozaik Müzesi demektir öncelikle ve o müzede devasa büyüklükte, büyüleyici güzellikte mozaikler sergileniyor. Zamanının varsılları evlerinin duvarlarını, tabanlarını, tavanlarını bu mozaiklerle süslerlerdi. Doğal olarak en güzel mozaiği yaptıranların adlarının büyümsenmesi mozaik kültürünün gelişmesine, her biri diğerinden görkemli mozaiklerin üretilmesine yol açarak bu müzedeki büyülü ortamı hazırlamıştır. Mozaik Müzesi, Hatay Devleti zamanında tamamlanmış, 1948’de Hatay’ın Kurtuluş Bayramı’nda ziyarete açılmıştır. Harbiye, Antakya, Atçana, Seleucia Pieria ile İskenderun’da bulunmuş mozaiklerin sergilendiği müze, mozaik koleksiyonlarının zenginliği yönünden Tunus’taki Bardo Müzesinden sonra dünyada ikinci sırayı almaktadır. Müzede 18.100 parça arkeolojik eser, 1.050 etnografik eser, 13.820 sikke, 1.347 mühür olmak üzere toplam 34.317 eser bulunmaktadır. Müzedeki mozaikler Hitit, Grek, Bizans ve Roma dönemlerine ait olup mitolojik olayları ve kişileri canlandırmaktadır. Müzedeki önemli heykellerden biri de 3 m boyundaki Apollon heykelidir. Harbiye’ye gelince… Bir zamanlar doğal mesire yeri olan Habiye’de koyunlar, kuzular meleşir, kuşları cıvıl cıvıl ötüşür, insanlar doğayla buluşup örtüşür, soğuk sularını içerek dinlenirlermiş. Şimdiki haliyse içler acısı. Bursa’daki Uludağ’ın yazgısını yaşıyor. Kapitalizm doğasını delik deşik etmiş, sularını hoyratça hortumlamış, sağını solunu duvarlarla, beton binalarla sarıp sarmalamış… Apollon’un aman bilmez aşkından kaçıp kurtulmaya çalışan, yorulduğu yerde <ı>"Ey toprak ana beni ört, beni sakla, kurtar" diye yalvar yakar olduğu için ağaca dönüşen Daphne (Defne) adlı o güzel kız; her şeyini paraya çevirme heveslilerinin gözü doymaz hırsları ve acımasızca sömürmeleri yüzünden özelliğini, güzelliğini yitirip kırışıklarını, yıpranmışlığını makyajla saklamaya çalışan yaşlı yosmalara dönmüş. Son derece yapay, plastik ve kalabalık. Öyle de olsa yörenin en gözde turizm ve tatil yeri olarak ayrı bir öneme sahip. Harbiyeli defne ağaçlarının yaydığı o yoğunluktaki kokuyu bir başka yerde bulmak olası mı bilmem. Güzel bir sürprizi de “sanat gezisi” adıyla yaptığımız ziyaret anında yaşadık. Ziyaret yerimiz Ressam Yusuf Altunay Atölyesi’ydi. Atölyenin duvarlarını sanatçının yaptığı tablolar, mozaikler süslüyordu. Her birimize şövalyesi üzerinde birer küçük tablo ve ayrıca Burhan Günel’e, kendi yapıtı olan kocaman bir Burhan Günel portresi armağan etti. Kıskanmadım, ama imrendim doğrusu. Daha sonra Ali Taş’ın davetlisi olarak onun kafesinde çay, ayran içerek dinlendik. Ali Taş, Gizem Yağmurları adlı ilk kitabından birer tane imzaladı. O günün akşamınıysa ömrümce unutamayacağım. Belediye Meclis üyesi Sezgin Gümüş’ün Antakya Evi’nde ikram ettiği, Kaymakam Tahsin Kurtbeyoğlu’nun katıldığı yemek, türkü şölenine dönüştü. İlginç olan da şuydu; Aknehir Belediyesi’nin ÖDP’li genç Başkanı Mehmet Bereket de aynı mekândaydı ve bir ara epeyce söyleştik. Bize Aknehir’le ilgili gelecek tasarılarından ve edebiyat-sanat etkinlikleri yapmak istediğinden söz etti. O akşam şiir şöleni, türkü şöleniyle bezenerek tamamlanıyordu. Nebih Nafile’nin ipeksi sesiyle başladığımız türkü geçidini Özgen Karaşah’ın özge türküleri, deyişleri ve şelpe gösterisiyle sürdürdük. Bir zaman sonra sevgiyi, sevmeyi, aşkı anlatan bir Azeri türküyle ben geçtim bağlamanın başına:”Görmüşem, bilmişem, sevmişem seni. Buna ne çare?” Çaresi yoktu sevmekten başka ve türkünün bu nakaratını beş kez yinelemeye katılmayanların duaları kabul görmeyecekti. Salt bu yüzen olmasa da herkes beş kez yineledi nakaratları. Sonra Burhan Günel, Celal İnal, Ahmet Gökçe, sonra Tuncay Akdağ, Yaşar Türkoğlu türküledi geceyi. Öyle böyle değil, hemen hemen herkes güzel söyledi türküsünü. Doğal ekolu sesiyle Burhan Günel ve Muğla Sürmelisiyle Ruhan Odabaş ağabeyliklerini türkü söylemekte de kanıtladılar. Bulabildiği her fırsatta zamanını bizlerle geçirmeye özen gösteren Kaymakam’ın bütün türkülere eşlik etmesiyse inceliğinin ve Anadolu sevdasının bir başka göstergesiydi. Üçüncü günün gezi programında, öncelikle, Türkiye’nin tek Ermeni köyü olan Vakıflı ve köyün içindeki Meryem Ana Kilisesi vardı. Kilisede mumlarımızı yakıp dilek diledik, ikram edilen bir yudum likör içtik ve bir Ermeni amcayla söyleştikten sonra ayrıldık. Sonra bin altıyüz yaşındaki Musa Ağacı adıyla bilinen Hıdırbey Çınarı… İnanışa göre, Hz. Musa, Hz. Hızır’ı aramak için buralara gelir. Suyu görünce asasını yere saplar ve içmeye başlar. Kalktığında asanın yeşererek ağaca dönüştüğünü görür. Bu ağaç o ağaç, hemen dibinden akıp geçen duru yayla suyu da Ab-ı Hayat (Ölümsüzlük Suyu)’tır. Görkemi göz kamaştıran tarihi bir birikim, koca bir tanık… Kimbilir nice aşkların, acıların (Artvin kültüründeki) dert bacısı… Nice düğünlerin, bayramların halaybaşı… Musa Ağacı’ndan sonra sıra Hıristiyanlığın ilk manastırı olması nedeniyle yöredeki inanç turizminin merkezlerinden biri konumundaki St. Simon Manastırındaydı. Musa Dağı’nın doruklarındaki bu manastır kalıntıları bin beş yüz yılın görkemli mirası olarak Anadolu kültürü içinde yer alıyor. Manastırı, su sarnıçları, konaklama mekânları, surları ve hatta ıslaheviyle muhteşem bir bir külliye. Ancak bir uzlaşma örneğiymiş gibi görünmesine karşın bana çelişki gibi gelen ilginç bir gerçeğe de kalemimi dokundurmalıyım. Yoğunoluk Köyü yakınlarından geçerken rehberimizin dikkatimizi çekmesi üzerine gördüğümüz bir cami-kiliseydi o gerçeklik. Cami, koskocaman köyde, koskocaman dağda bir evlek toprak parçası yokmuş gibi, kilisenin tam üstüne oturtulmuş. Bindirilmiş daha doğrusu. Bu görüntüyü o büyük ve erdemli kültür harmanı atmosferine yakıştırtamadım. Sonra değişik zamanlarda ve yerlerde gördüğüm, ama şimdi anımsadığım Seleucia Antik Limanı ve onunla doğrudan ilişkisi düşünülebilecek dünyanın ilk ticaret merkezlerinden Sabuniye, sonra Barutlu Mağara, Pencereli Mağara, Antik Tiyatro, Samanlı’da denizde gün batışı ve Eriklikuyu Köyü… Bu köyde, köyünün kalkınması için muhtarlığın açtığı, zeytin ürünlerinin, defne, turunç ürünlerinin, şifalı bitkilerin, kahvaltılıkların ve çayların satıldığı; birbirinden güzel rayihaların bireşiminden oluşan, o mekâna özgülenmiş özel bir rayihanın insanı mest ettiği küçük dükkân… Ve künefe elbet… Hatay’a, Samandağ’a gelinir de künefe yenmez mi? Yenir de, nerede? Musa Dağı’nın böğründeki bir köyde. Bursa’da yaşayan Nâzım araştırmacısı, Nâzım’ın Bursa Yılları (2010) adlı kitabın yazarı Güney Özkılınç’ın büyüdüğü Teknepınar köyünün Batıayaz yaylası… Yörenin en güzel, en lezzetli künefesi orada yapılıyormuş. Narenciye ve zeytin bahçelerinden geçen, kıvrımlı, inişli çıkışlı, dağ yolunu binbir zahmetle katettikten sonra, nar gibi kızarmış künefe tepsilerinin başında bulduk kendimizi. Yiyince de zahmetimize değdiğini, hem de çok değdiğini anladık. Peynirin tereyağı ve künefe hamuru içindeki tadının, dilimin ucundan ayaklarımın parmaklarına kadar uzayıp gittiğini duyumsadım. “Taam” derler ya eskiler… Bir de kokusu, yani “rayiha”sı… Üstüne bir de yayla suyu içtik mi maşrapa maşrapa!... Destanını yazsam az gelir o gün yediğimiz künefenin, içtiğimiz suyun. Kaymakam Tahsin Kurtbeyoğlu, etkinlik kitabına yazdığı “Şiir Güzelliği” başlıklı önsözde, “…ilçemiz sınırlarından Akdeniz’e ulaşan ve dünyanın en iyi ney kamışlarının yetiştiği Asi Irmağı ve çevresi” diyerek bana muhteşem bir ipucu vermiş oluyor. Aslında tamamladığım romanımın kahramanlarından Mevlâna’nın Neyzenbaşı Kutb-ı Nâyı Hamza Dede’yi yeniden çalışayım, çalışırken oraya göndereyim, Asi kıyılarına. Aradığını orada bulsun ve dönerken de (ikimiz adına) Kaymakam Bey’e teşekkür etsin. Şimdi, gezi izlenimlerimi yazarken edindiğim bu bilgiyi oradayken edinebilmiş olsaydım, Neyzenbaşı Hamza Dede için birkaç iyi (dokuz boğumlu) kamış seçip getirirdim. Çok sevinirdi biliyor musunuz? Bir daha yolum oralara düşerse öyle yapacağım. Yaza yaza bir haller oldum, ama bitmedi Samandağ gezimiz. Şimdi de Aknehir’e gidelim. Türkiye’nin en genç Belediye Başkanı Mehmet Mübarek yemeğe davet etmiş çünkü. Hem de nerede? Asi Irmağı’nın kıyısında. Hatay’ın ünlü Kâğıt Kebabından yaptırmış. Özel, özgün ve özge bir lezzet de bu kebabınki. Üstüne bir de yine buraya özgü adıyla “koyu kahve”… Değmeyin keyfime… Bir yanımızda genç Kaymakam bir yanımızda genç Belediye başkanı…İkisi de sanatsever, şiir hayranı. Fotoğrafımız da öyle oldu. Şiirsel ve mutlu. Aknehir belleğime akenerji imgesiyle de yer etti. Musa Dağ’da var bir pervane… Pervaneler daha doğrusu. Avrupa-Almanya yıllarımı yazdığım “Penceremden Sızan Işık: Hamburger Yazılar” adlı kitabıma “oralarda var, bizde niye yok?” diye not düşerken, “su akar Türk bakar… rüzgâr eser Türk yine bakar” diyerek hayıflanmıştım. Aknehir’de düşümün gerçek olduğunu, artık bizde de o pervanelerin dönmeye başladığını, dağlarımızın temiz elektrik üreten devasa rüzgâr gülleriyle donandığını görerek sevinçte havalara uçtum. Ne ki oluşumu kınayanlar, karşı çıkanlar varmış. Hatta bu tepkilerini o kadar büyütmüşler ki Samandağ I.Şiir Akşamları’nın Tekebaşı ayağını kırmayı bile başarmışlar. Anlamak isterdim, buna sınıfsal bakış açım, felsefem, birikimim ve kapsitem yeterdi, eyleminiz sponsor firmaya karşıydı aslında, ama sapla samanı karıştırdınız ve bu eylem orada, o gün, insanlıktan bir adım geri atmaktan öte bir anlama gelmedi. Bravo yarattığınız kargaşayla siz güçlü çıktınız; şiiri siz de yendiniz, siz de şiirin sesini kestiniz. Bundan sonra nükleere, atom enerjisine, kömür isine evet, öyle mi? “Hayır, ” diyeceksiniz biliyorum, ama biz de öyle diyoruz, şiirlerimiz de sevgili ideoloji hemşerilerim. Aknehir’i geçmeden, biraz da Aknehirli diğer güzel insanlardan da söz etmeliyim. Bize hoş geldin demek için aramıza katılan Nebih’in annesi Hasibe Nafile ve babası Suphi Nafile; evine davet ederek boğma rakı ikram eden, eşi Sibel Hanım’ın annesi Sabire Koç ve babası İsa Koç… Hepsini saygıyla anıyorum, ilgilerini hiçbir zaman unutmayacağım. Armağan olarak verdikleri, yörenin ünlü ve önemli ürünlerinden defne sabununu da anı olarak saklayacağım. Ve elbette Nebih Nafile… Kaymakam’ın verdiği yetkiyle etkinliklerin bütün yükünü, sıkıntısını çeken sevgili kardeşim… Çift telefonlu… Bağlamanın güzel eli, türkülerin gür sesli dili… “Umut Yaşam İnsan” ve “Güneş Hepimiz İçin” adlı iki şiir kitabının şairi. “/damla ol/ su ol/ ak akabildiğince/…/bugün/ bu dakika/ şimdi” diyebilecek kadar yürekli, ivecen, eylemci ve ışıklı… Ne çok emek verdin Samandağ I. Şiir Akşamları adlı bu güzelliğe! Gençsin de… Tam bu işte; güzel geleceklere dair umutlarımızı taşıyabilecek kadar genç ve yüreğiyle, beyniyle, bedeniyle güçlü… Bir de Ayın Gözyaşları adlı şiir kitabının(2009) genç şairi Hasan Girişken… Çok emek verdi, çok saygı gösterdi, yaptığı esprilerle çokça güldürdü yüzümüzü. “Ben parantez/sen kesme işareti/ hiçbir ortak cümlede karşılaşmadık, ”(s.43) diyor bir şiirinde. Gecenin, rastlantının, aşkın ve yalnızlığın şiircisi. “Ben/çürük/ hasan” başlıklı şiiri de şöyle: “ben çürük hasan/ağaçlar böceklerce kemirilir çürür…// dal kurur, tutunursun kırılır…// gözlerimden iki damla… süzülür, dökülür// ben çürük hasan/çürür, dökülür, kırılır…// gözlerim geleceğe takılır”(s.29). Hatay ve çevresinde yıllardır gerçekleştirdiği yazın-sanat etkinlikleriyle barışa, sevgiye, güzelliğe hizmet eden, bu bağlamda iki kez de beni konuk alarak ağırlayan sevgili Mehmet Karasu ağabeyi çok göresimiştim, ama her nedense gelmedi, aramadı da. Amanos Yazıları adlı dergilerinde yazdığım halde Murat Altunöz de gelmedi, aramdı, genç şairimiz Onur Aslan da… Bir de özverili, başarılı çalışmalarıyla öğretmenliğin hakkını veren, sanat dostu Canan Başkaya’yı gözüm aradı. Ama onun, annesinin sağlık sorunu yüzünden gelemediğini öğrendim. Son bir selam da sevgili dostum Artar ailesine ve Künefe’me… Yani Ada Artar’a… Hatay’daki can dostum, Almanya arkadaşım, beş yıllık gurbetimizin şiir, türkü, bağlama ve vefa ortağı Musa Artar’ın kızı o. Samandağ I. Şiir Akşamları etkinliğinde bir güzellik de o yaptı bana. Güneşi de Getir Bize adlı çocuklara şiir kitabımdaki Atatürk betimlemesi “Bir Halk Adamının Gözleri” adlı şiirimi okudu. Künefe kadar tatlı, ada kadar büyük bir ödül vermiş oldu bana. Ona “künefe” dememin nedeni de böylesine tatlı şeyler yapması ve tatlı olmasıdır. Samandağ gecelerimizin sonuncusunda onların konuğu olduk. O gece de iyiliklerin anası Ferdane yengenin, güzel kızları Deniz’in hazırladığı nefis yemekleri yedik. Şarap eşliğinde ve birlikte türkülere durduk yine Nebih’in bağlamasının eşliğinde. Samandağ günlerimin sizlerle çok daha anlam kazandığını bir kez daha ve coşkuyla dile getirmeliyim. Ayrıca Sevgili Musa Artar’ın yakın zamanlarda gün yüzüne çıkaracağını umduğum bir öykü dosyası üzerinde çalıştığı muştusunu da vermeliyim. Beşinci gün birkaç saatliğine Adana’daydık. Ben, Melda Hanım ve Ruhan Ağabey. Seyhan Nehrinin kıyısındaki büyük kent parkında dinlendik, yemek yedik, çay, kahve içtik, yalnızca parkı gezdik, Seyhan Nehrinin üstündeki asma köprüde salındık, fotoğraflar çektik ve kanatsız kuş örneği bir kez daha havalanıp İstanbul’a konduk. Son sözüm yine sanat-insan, şiir-toplum üzerine olacaktır. İşi güzellik üretmek olan sanat bireye haz vermesinin yanında onun duygularını eğiterek kişiliğinin iyilikten, güzellikten yana değişmesine katkı yapar. İyi ve güzel insanlardan oluşan toplumlar barışçı, saygılı, verimli olurlar, diğer toplumlar içinde saygın yer edinirler. Bireysel ve toplumsal erdeme ulaşmak insanoğlunun sonul hedefidir. Oraya giden iki yoldan biri sanattan geçmektedir (diğeri bilimdir). Sanatın en soylu yanlarından biri de şiirdir. Samandağ I. Şiir Akşamları’nıbu bağlamda düşünürsek, onun Samandağ, Hatay, ülkemiz, dünyamız ve insanlık için ne anlama geldiğini daha iyi kavrarız. Tam da bu nedenlerle sanata; şiire, öyküye, resme, müziğe, heykele, baleye, operaya, romana emek verenlere, sahip çıkanlara, ilgi gösterenlere ne mutlu! Onlar ne yaptıklarını biliyorlar. Onlar arılardır bal yapıyorlar, ipekböceğidirler koza örüyorlar. Biz de ne yaptığımızı biliyoruz: Uludağ’dan Musa Dağ’a bir yol yaptık, ipekten. **************

 
Toplam blog
: 74
: 569
Kayıt tarihi
: 11.03.10
 
 

1954 yılında Kars’ın Arpaçay ilçesine bağlı Bardaklı köyünde doğdu. Türkiye’nin çeşitli yörel..