Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Şubat '11

 
Kategori
Güncel
 

Müslümanlar ayaklanıyor

Binlerce yıl sonra anlaşıldığı gibi sindirilmiş olmak ya da baskı altında tutulmak insan onuru ile bağdaşmıyor. Abbasiler döneminde Basra’daki ilk zenci ayaklanmasından sonra pek çok ayaklanma sürecine girmiş olan Müslüman toplumlar son aylarda yöneticilerine karşı yeni bir direniş içine girdiler. Onların başkaldırıları, yöneticilerinin tantanalı hayat sürmelerine karşılık kendilerinin bir sürü gibi yönetilmek istenmesi için uydurulan yöntemlerin artık son bulmasıdır. Bu yüzden başlarındaki kimi diktatörler ile kimi sultanları istemiyorlar artık. Çünkü yüzyıllardan beri onların biriken beklentileri ile çağdaş özlemlerine yeterli çözümler getirilemedi. 

Bu yüzden nice çelişkiler içinde yaşamak yerine meydanlara akarak ayaklanmak istediler. Çünkü çağdaş gelişmelere göre yoksul oldukları kadar adil bir paylaşım içinde ne iş sahibi olabiliyorlar ne de haklarını gerektiği gibi arayabiliyorlar. Bilindiği gibi Batılı birleşik güçlerin Osmanlı Devleti’ni maddi ve manevi yönlerden parçalamak istemesi üzerine İslâm toplumlarının en donanımlısı Müslüman Türkler başta İstanbul olmak üzere bütün Türkiye’de ayaklanmışlar ve bugünkü Türkiye’nin oluşumu hazırlamışlardır. Komşumuz İran’daki Caferîye mezhebi özlü İslâm Devrimi de Şahlar Şahı Rıza Pehlevi ile çevresini kapı dışarı ederek İslâm ile demokratik içerikli ‘’cumhuriyet’’ uygulamalarının bağdaşabileceği yeni bir devlet düzeni kurmaya başlamışlardır. Son aylarda ortaya çıkan ayaklanmaların kökleri elbette bir çırpıda anlatılamaz. Gerçekte İslâm toplumları çağdaş gelişmeler karşısında maddi olduğu kadar manevi yönlerden de ezilmişlerdir. Yüzyıllardan beri dünyayı keşfe çıkarak her türlü imkânı kendi çıkarı için kullanmayı amaçlayan Batı her türlü hammadde yanında karşılaştıkları toplumları da bütün ayrıntılarına kadar inceleyerek, kendisine yeni ufuklar açmasını bilmiştir. Önce Osmanlı devlet düzeni karşısında bocalayan Batılı devletler önce Rusları sonra da Balkanlılar ile Arap dindaşlarımızı yanlarına alarak üç kıtaya egemen Osmanlı devletimizi parçalara ayırdılar. 

Suçu başkalarında aramak yerine kendimizi eleştirmek zorundayız. Gerçekte Osmanlı devlet düzeni de yüzyıllarca kendini yenileyememiş; ilim, fen, sanat, istihdam ve İslâmi içtihatlar ile eğitimin yaygınlaştırılması yönlerinden tutarlı hiçbir açılım yapamamıştır. Bu süreçte önce uzaklardaki egemenlik alanlarını sonra da payitahtını bile yabancılara teslim etmek zorunda kalmıştır. Bu acıları yaşayan dedelerimizi dinleyenler bu topaklardan sökülüp atılmak gibi bir korku ile silaha sarılmak zorunda kaldıklarını anlattılar bize. Arap toplumlarının Batı karşısındaki uysal durumları ne yazık ki yöneticileri tarafından gerektiği gibi değerlendirilememiştir. Onlar küskün varlıklar olarak ya Osmanlı’yı özlemişler ya da Batı’ya öykünebilmek için maddi ve manevi her şeylerinden sıyrılarak Batılılaşmak istemişlerdir. Bu kapsamda Arap yöneticilerce karalanan Osmanlı ya da Türkler bir düşman olarak anlatılmış İranlı Firdevsî’nin yaklaşımlarnın da ötesinde nifak tohumları atılmaya çalışılmıştır. El Cahiz, İbn Havkal, El Kazvînî, İbn Hassûl ile İbni Batuta’nın Türkleri göklere çıkartan sözleri belleklerden silinmiş; din kardeşliği adına paylaşılması gereken her şey Batı’dan pompalanan Arapçılık uğruna feda edilmiştir. 

Bu gelişmelerin son çarpıcı örnekleri hiç kuşkusuz Hafız Esad, Saddam Hüseyin ile Muammer Kaddafi’dir. İşte bu yüzden halk kesimleri dışında kalan aydın ya da yönetici kesim toplumları kendi bencil istekleri doğrultusunda hidayete ermeyen ‘’kalpleri mühürlü’’ birer ‘’firavun’’ ya da astığı astık kestiği kestik birer ‘’diktatör’’ olarak yönetmekten çekinmemişlerdir. Onlar Arap toplumlarına kendilerine sunulan sözde yapılanmalar içinde yaşamak gerektiğini ve çevrelerinde bulunan Arap komşularının bile amansız birer düşman olduğunu anlatmaktan utanmamışlardır. Onlar ki Hasta Adam yaftalı Osmanlı’nın yıkılış sürecinde Batı ile birlik olup: Artık başlarında Osmanlı fesini görmektense, Avrupalı fötr şapkalı sömürgecileri görmenin çok daha evlâ olacağını savunmuşlardır. İçinde nice desiseler taşıyan bu türden çıkışları Osmanlı Devleti’nin özellikle de Sultan İkinci Abdülhamid’in karşı koyması üzerine bir türlü kurulamayan Ben-i İsrail Devleti’nin kuruluşunu da hızlandırmıştır. Yaklaşık on yıl ara ile gittiğim Ürdün ile Suriye’deki belgesel çekimlerim sırasında onların yönetim biçimleri yanında tarih, kültür ve eğitim alanlarındaki açmazları kendimce görmüş, tanıştığım bazı yetkililer ile tartışmalara girişmekten kendimizi alamamıştık. Bu ülkelerdeki aydın kesiminden yaşı yetmişin üzerindekiler ile Türkiye’de okuyanlar dışındaki yetkililer ile anlaşmanın ne kadar zor olduğunu görmüştüm. Ürdün’deki Vadi-i Musa ile Akabe’deki Yavuz Sultan Selim Kalesi Camii’ndeki Araplar yanında II. Abdülhamid tarafından yaptırılan Şam Kapalı Çarşısı’ndaki esnaf tarafından ne kadar sıcak bir ilgi ve sevgi gördüğümü de burada açıklamak isterim. Etki tepkiyi doğurur diye bir söz vardır. Her davranışımızın alkışlanacağını beklemek en büyük ahmaklık olsa gerek. Birimize göre doğru olan bir diğerimize göre eğri olabilir. Kendi içimizde bile çatışan duygular ve düşünceler ile boğuşur dururuz. Bu yüzden içinde nice duygularımızı saklayan düşüncelerimizi başkaları ile paylaşmak isteriz. Doğru ya da yanlış düşüncelerimiz paylaşıldıkça kemikleşir, kalıplaşır. Onları değiştirebilmek en zor işlerden biridir. 

O düşünceler paylaşıldıkça yayılır; dağları denizleri aşar bazen. Bir başka düşünce önünde eğilen kimi düşünceler ise yok olmasa bile kül ufak olur, erir gider. Direnen her bir düşüncenin savunucuları ise gerektiğinde taşa, sopaya ve silaha sarılarak canları pahasına savunurlar düşüncelerini. Bu yüzden içimizdeki kansız çatışmalardan çok daha acımasız çatışmalara tanık oluruz çevremizde. Bu çatışmalar kavga gürültü, bunalım, saldırı, başkaldırı iç savaş ya da değişik içerikli savaşlar biçiminde kendilerini gösterirler. Kısaca insanoğlu barışçı olduğu kadar savaşçı bir eğilimler de gösterir. Son yıllarda tasarlanmış olarak belirli bir kaç yerde görülen çatışmalar son aylarda kitleleri yönlendirerek çevremizi sarmaya başladı. Anlaşılan o ki meydanları dolduran kitlelerin birikmiş sonsuz istekleri varmış. Kadınlı erkekli büyük bir öfke görüyoruz Arap toplumlarında. Ne kadar acıdır ki onlara ‘’durun yapmayın, aldatılıyorsunuz ya da kandırılıyorsunuz’’ diyebilen bir tek yetkili yok ortalıkta. Son baskılar ile ülkeleri dışına kaçmak zorunda kalanlardan sonra, ülkelerinden çıkamayan kimi diktatörlerin, silahlı saldırıları kamçıladıkları görülüyor. Öfkeli kitlelerin belirli bir ya da birkaç önderinin olmadığı da görülüyor. Var olduğu sanılan kimi kişiler ile ülkelerinde yıllarca sessiz direniş içinde sinmiş bir biçimde yaşayan kimi aydınlar, anlaşılan o ki bu çalkantılara hazırlıksız yakalandılar. Önermeye çalıştıkları ‘’demokrasi’’ Arap toplumlarında nasıl bir rahatlama sağlayabilir, ben kuşkuluyum. Geçtiğimiz yıllarda Filistin, Bosna Hersek, Irak, İran, Lübnan, Doğu Türkistan, Hindistan ile Pakistan’da görülen kökü derinlerdeki gizli çatışmalar silahlı eylemlere dönüşerek birbirinden değişik sonuçlar doğurmaya başlamıştır. 

Yeryüzündeki çatışmaların büyük bir bölümünün Müslüman halklar arasında serpilip gelişmeye başlaması ise başlı başına bir çalışma alanı olsa gerek. Bana göre ne zaman ki bir Müslüman toplum öz kaynaklarına bağlı olarak kendini bulup kalkınmaya başlasa başlarına birkaç yerden bazı gaileler açılıyor. Olayların özünde İslam toplumlarını şaşkına çevirmek için özel nifak tohumlarının serpilip devşirilmesi yanında gizli bir silahlanmanın da var olduğu gözlerden kaçmıyor. Sonunda o ülkenin atar damarları tıkanıyor, kardeşkanı akıtılmaya başlanıyor. Selçuklu Devletimiz’den sonra ‘’âlemşümul’’ (evrensel) olmak iddiasındaki Osmanlı Devletimiz’i de bu türden desiseler yanında özellikle sahip olduğu yeraltı zenginlikleri yüzünden yitirdiğimizi nasıl unutabiliriz? Geçtiğimiz yüzyıllarda bazı çatışmaların özünde din, milliyet, talan ve ganimet ele geçirme eğilimleri yanında vahşi kapitalizmin yaygınlaşmak istemesi ve Fransız Devrimi’nin var olduğu söylenip dururdu. Oysa şimdi işin içine insan hakları ile demokrasi adlı kendilerine yontulan bilmeceler sokuşturulmuş bulunuyor. Batı’nın her eyleminde bulunan bu tür yaklaşımlar ne yazık ki sorunlar Kıbrıs, Kafkaslar, Karabağ, Bulgaristan, Doğu Türkistan, Filistin ve Bosna Hersek odaklı olduğunda unutulur gider. Birinci Dünya Savaşı öncesine kadar yaşamakta oldukları ülkelerdeki hammaddeler bakımından sömürülen Müslümanlar artık az da olsa, ne olduğunu bilmedikleri ‘’demokrasi çığlıkları’’ atarak ayaklanmaya başladılar. Çünkü yüzyıllardan beri onlara teklif edilen hiçbir kalkınma ve gelişme gibi akımı onları gerektiği yönlendiremedi. Bildiğimiz gibi var olagelen yönetim biçimlerine karşı yıllardan beri Arap toplumlarına İslâmi bir düzen yanında öykünmeci İslâm Sosyalizmi ile İslâmi Demokrasi gibi yeni açılımlar önerilmiş bulunuluyor. Bu konuda kafalar oldukça karışık olsa gerek. 

Bu yüzden ya uzun ömürlü geleneksel sultalar içinde ya da Batı taklidi sulandırılmış bazı sözde cumhuriyet denemeleri ile ömür tükettiler. Geçtiğimiz süreçte onlara dayatılan İslam’da Sosyal Adalet düzeni yanında İslam Sosyalizmi ile İslam Demokrasisi gibi yaklaşımlar egemen kadroların diktatörlük sultaları altında eriyip gitmişti. Son aylarda yine bu türden bazı gelişmelerin, değişik adlar altında ortaya sürülmekte olduğunu görüyoruz. Ne yazık ki büyük umutlar ile kurulmuş olan İslam Kalkınma Örgütü ne ekonomik ne politik ne de diplomatik alanlarda beklenen başarıları sağlayamamıştır. Kaldı ki geleceğe yönelik olarak bir İslâm Birliği özlemi de yok İslâm ülkeleri yöneticilerinde. Açıkçası İslam toplumlarının üzerideki geleneksel sultalar ile değişik amaçlı çarpık demokrasi uygulamaları ise ne adalet ne gelişme ne de politik açılımlar bakımından sağlıklı birer toplum gerçekleştirebilmek özlerinden yoksun bulunmaktadır. Oysa İslam toplumları çok daha özgün bir toplumsal ve politik örgütlenmeye doğru giderek kör dövüşü içerikli demokrasi yolundaki maddi ve manevi sömürülme açmazlarını ortadan kaldırabilirdi. Değişik içerikli Avrupa türü bir demokrasi özellikle Arap toplumları için ne gibi açılımlar getirecek yakında öğreneceğiz. Kısaca Batı’nın dümen suyuna kapılarak nice karanlık oyunlar ile ulaşılmak istenen bazı köklü sonuçlara doğru yelken açılmakta olduğunu görmemek için kör olmak gerekir. Bilindiği gibi Cezayir, Tunus, Mısır, Yemen, Bahreyn derken önce Fas sonra da Libya yönetimleri sarsılmaya başladı. Yıllarca ayaklanmazlar, ayaklanamazlar dediğimiz Arap kitleleri artık ayağa kalktı. Libya ile Bahreyn’den sonra Kuzey Irak ile Kuveyt yönetimleri de ayaklanan silahsız kitleler karşısında direnmeye kararlı görülüyor. Onların canları ve gelecekleri pahasına her türlü oyunu oynayanlar nasıl oldu ise bir bir sinmeye; üzerinde en olmadık desiseleri uyguladıkları kitleleri kendi başlarına bırakarak kaçmaya başladılar. 

Anlaşılan o ki diğer toplumlar gibi Arap toplumları da baskı, korku, sömürü, yoksulluk, yoksunluk, işsizlik ve adaletsizlik içinde yaşamak istemiyorlar. Bu yüzden olsa gerek meydanlara doluşarak: Defol git, özgürlük istiyoruz, hesap sorulsun istiyorlar. Yılışık yüzlü Bin Ali’den sonra çok belâgatlı konuşma düşkünü Hüsnü Mübarek ile sivri dilli Muammer Kaddafi kayıplara karışmış bulunuyor. Çatışmalardaki ölü sayısı da günden güne artış gösteriyor. Kimileri bal tutan parmakları ile istifledikleri çil çil altınlar ile Batı’nın damgasını taşıyan tomar tomar paraları yanlarına alamadan çekip gitmişler. Kimileri de koltuklarına yapışarak canları pahasına ayaklanma denemelerine kalkışan kitleleri durdurabilmek için en acımasız yollara başvurmaktan çekinmiyorlar. Batı ile çok yakın ilişkiler ağı içinde astığı astık kestiği kestik Şahlar Şahı Rıza Pehlevi ile ailesinin başına gelen benzer durumları daha dün gibi hatırlıyoruz. Kuzey Iraklı hayalperest bazı aşiret reisleri için ABD’li yetkililerce yakıştırılan ‘’dolar müteahhitleri’’ yaftası, anlaşıldı ki hileli ‘’seçimlerle iş başına gelen’’ nice kendini bilmezler ile yakınları için de geçerli imiş. Saddam Hüseyin adlı eski asker bir diktatörün bir süre kullanıldıktan sonra; ‘’ibret-i âlem için’’ nasıl asılmış olduğunu hep birlikte gördük. Son günlerdeki gelişmelere göre Libya ile Bahreyn’den sonra Kuzey Iraklı silahsız kitleler ‘’artık yeter, iş istiyoruz, başımızdan çekip gidin’’ diyerek silahlı saldırganlar karşısında direnmeye başlamış bulunuyorlar. Bir bütün olarak Irak’ta ise Batılı güçlerce dayatılan yeni demokratik düzenin tutmadığı, olası dengelerin bir türlü sağlanamadığı görülüyor. 

Kaddafi’nin kendinden menkul Yeşil Devrimi ile toparlanmaya çalışan Libya Halk Cemahiriyyesi güvenlik güçleri ilk günlerin şaşkınlığından sonraayaklanan kitlelere karşı en acımasız yollara başvurarak kan dökmekten geri durmuyor. İlk gelişmeler karşısında şaşkına dönen Kuveyt Sultanı ise daha yumuşak bir yaklaşım ile sorunları çözmeye çalışıyor. Çevrelerini saran ayaklanma gelişmeleri karşısında etekleri tutuşan Ürdün Emiri Abdullah ile Beşar Esat’ın Suriye yönetimi de bir sürü gibi görülen kitlelerin haklı istekleri için yeni yeni yolların bulunması için kapalı kapılar ardında gece gündüz çalışıyor olsa gerek. Umulur ki bu ülkeler çok kısa süre içerisinde kendilerini toplayıp hak hukuk bağlanımda gerekenleri yerine getirmek uğrunda olumlu adımlar atacaklardır. Çünkü adaletin olmadığı bir ülkede sağlıklı kişilikler ile huzurlu bir toplum görebilmek mümkün değildir. Çok sabırlı atalarımız gibi ‘’Bekleyip görelim’’ ya da ‘’Alma mazlumun âhını çıkar aheste aheste’’ diyelim şimdilik.  

 
Toplam blog
: 570
: 1034
Kayıt tarihi
: 14.09.08
 
 

1974'te H.Ü. Sosyoloji ve İdare Bölümü'nü yüksek lisans tezi ile bitirdim. 1976 yılında yapımcı y..