- Kategori
- Sinema
Napoli’nin Sırrı

Hep aynı şey oluyor… Ne zaman Ferzan Özpetek filmi izlesem anlatmaya başladığı hikâye ve anlatım tarzı her seferinde önce ilgimi çekiyor; “tamam” diyorum “bu defa aramızda büyük aşk yaşanacak…” İyi niyetliyim ya… Ama sonunda öyle bir şey yapıyor ki ben onun filmlerinden sanki aldatılmış gibi, hayâl kırıklığı yaşayarak çıkıyorum. “Ne oldu, niye bir çuval inciri berbat etti. Hâlbuki her şey ne kadar keyifli ilerliyordu, ne kadar sofistikeydi… Oldu mu şimdi?” diye söyleniyor, onun filmlerinden cevapsız sorularla bunalmış bir halde çıkıyorum. Bir yandan öyle büyüleyici bir dil kullanıyor ve çıtayı o kadar yükseğe koyuyor ve ki… “Böyle olmamalıydı…”diyorsunuz, “burada bir şeyler eksik…” İyi başlayıp, genellikle iyi devam eden ama sonrasında hep tatmin olmadığım duygularla sinemadan ayrılmama neden olan bir yönetmen o...
İzlediğim neredeyse her filminde aynı duyguları yaşıyor yine de her seferinde hiç değilse araladığı o özel dünyaya bir parça sızmak için, sonunda yaşayacağım boşluk duygusunu göze alarak filmlerine gidiyorum… Bana yaşattığı hayranlık ve hayâl kırıklığı duygusu her defasında birbirini dengeliyor. Sonuçta her Ferzan Özpetek filmi sonunda hep aynı boşlukta buluyorum kendimi. Neyse ki o yeni bir film çekinceye kadar çoktan o boşluktan çıkmış oluyorum. Sonra yine aynı görkemli yakınlaşma, aynı beklenti, sonra yine aynı boşluk… Beni yoruyor, izliyorum ama onun filmlerini sevmiyorum. Yönetmen Özpetek’in zaten bana ve benim gibi düşünen azınlığa kendisini beğendirmek için özel bir çabası yok, niye olsun ki? Onu neredeyse tüm dünya tanıyor ve takdir ediyor. Sonunda ne hissedeceğimi bile bile ben bile filmlerine gidiyorum… Tabii en son filmi Napoli’nin Sırrı’na da gittim. Film benim için yine ilk görüşte aşk gibi başladı, sonra yine ihânet ve aldatılmışlık hissiyle bitti… Ferzan Özpetek filmleriyle aramdaki rutin, uzun zamandır böyle…
Hâlbuki film yine nasıl da görkemli bir şovla başlamıştı. Spiral merdivenler sizi göğün en yüksek katına mı taşıyacak, yoksa kuyunun en dibine mi çekecek anlayamadan o döngüye bırakıyordunuz kendinizi. Gözlerininiz ayarı ile oynandığı biliyor, yönetmenin bakış açısına teslim oluyordunuz, daha girişteki merdiven sahnesi ile. Her zirve yanında uçurumunu taşırdı nasılsa. Yönetmen karar verecekti filmi uçurumun tepesinde mi, dibinde mi seyredeceğinize… Bana göre, ticari kaygılarla bu kadar abartıldı servis edildiğini düşündüğüm girişteki sevişme sahnesinden daha fazla filmi anlamamıza katkı sağlıyordu bu merdivenler. Bir yandan göze bir yandan kubbeye, bir yandan çukura dönüşen bu merdivenlerden yönetmenin zihnini okuyabiliyor göz ve rahim arasında kurduğu ilgiyi görebiliyordunuz. Gözle başlayan film, gözle bitiyordu zaten. Bu klişe masonik “göz” metaforunu film boyunca gözümüze sokmaya devam ediyordu Özpetek.
Aslında “spoiler vermeden”hakkında yazmanın zor olduğu bir film “Napoli’nin Sırrı/Napoli Velata”. Hikâye o bahsettiğim merdivenlerin başında başlıyor. Kocasının ablası ile birlikte olduğunu ve ona gideceğini öğrenen genç kadın kendisinden kaçan kocasını, tabancasındaki tüm kurşunları boşaltarak o merdivenlerin başında öldürüyor. O tarihlerde 6,7 yaşlarında olan filmimizin kahramanı Adriana(Giovanna Mezzagiorno), annesinin babasını öldürmesine kısmen tanık oluyor. (Filmde anne rolünde de Mezzagiorno’yu izliyoruz.) Katil anne cinayetin sonuna tanıklık eden çocuğunun elinden tutup içeri giriyor ve balkona kadar kızıyla yürüyor sonra yine küçüğün bakışları arasında kendisini balkondan atarak intihar ediyor. Biz izleyiciler annesinin ve babasının ölümüne tanık olmuş o küçük kızın yetişkin gözlerinin yanılsamaların izleyeceğiz olanları ki, unutmamız gereken Adriana’nın gözlerinin ne gördüğünden çok nasıl gördüğüne odaklanmak zorunda olduğumuz bir çift nevrotik göz olduğu. Ruh sağlığı zaten bozuk olan annesinin genlerine sahip küçük kızın, cinayet ve intihara tanıklık ettiği o an ölümle tanıştığı ilk zamandır da. Şahit oldukları küçük kızda travmatik izler bırakır, onun ölümle bu acı yüzleşmesi gelecekte de ölü bedenlerle çevrili bir iş seçmesine neden olacaktır. Annesi ve babasının ölümlerindeki sırrı çözemeyen çocuk büyüyünce doktor olur ama işi, yaşayanlar değil ölülerdir. Görevi ölülerin üstündeki işaretleri çözmek olan otopsi uzmanı olmuştur Adriana. Canlılardan çok ölülere dokunur. Belki de o yüzden karşılaştığı andan itibaren gizemli genç adam Andrea (Alessandro Borghi)’nin yaşam enerjisinden, cüretkâr otoritesinden çok etkilenir ve onun baskınlığına gönüllü teslim olur. İlk andan itibaren ne zaman nerede ve nasıl birlikte olacaklarını belirleyen erkektir. Sevişme sonunda uyurken fotoğrafları çekilen kadın bedeninin ölüme en yakın olduğu anlar adamın gizlice çektiği fotoğraf karelerindir. Çiftin birbiri ile ilk teması son hızla yaşanmış bir çarpışma gibidir. Çok kısa sürer ama etkileyicidir. Ertesi gün yeniden buluşmak üzere ayrılırlar ama adam randevuya gelmez. Bu çarpıcı ilk karşılaşmadan adam ölü kadın dağılmış bir şekilde çıkacaktır. Çiftin ikinci karşılaşmaları morgdadır, adam artık kadının her gün kesip biçtiği bir cesetlerden birine dönüşmüştür. Genç adamla yaşadığı tutkulu cinselliğin ve yakınlaşmanın ardından beklenmedik ölümü, kadının zaten kırılgan olan zihninde bastırılmış psikolojik sorunlarını tetikleyecektir. Kadının histerisi adamı ikiz kardeş Luca olarak zihninde canlandırmaya yetecek kadar güçlüdür. İzleyici “acaba Andrea aslında ölmedi mi, Luca gerçek mi, Adrea ile Luca aynı kişi mi, yoksa Andrea’ı öldüren Luca mı?” gibi bir sürü soru sorup, her ihtimali düşünmeye başlar. Kesin olan kadının zaten var olan psikolojik sorunlarının adamla karşılaşmasından sonra iyice arttığıdır. Adriana’nın psikoloji hakkında yazmaya devam edersem filmi izlemeyi düşünenlere haksızlık edeceğimi bildiğimden, bu tahlilleri kendime saklıyorum. Yine de filmi izlerken yolunuzu kaybetmek istemiyorsanız, yönetmenin de altını çizdiği birkaç noktaya dikkatinizi çekeceğim. Yol haritası istemem, heyecanı kaçmasın diyorsanız şimdi tam da burada sizinle ayrılalım, filmden sonra nasılsa kaldığımız yerde buluşuruz.
İpuçları isteyenlerle yolumuza devam edecek olursak;
Adriana ve Andrea… Tıpkı müzede gördüğümüz androjen heykellerin yarattığı etki gibi kadındaki cinsel açlık ve tutku, fildişinden yaptığı kadın heykeline âşık olan Pygmalion’ı hatırlatıyor. Dr. Adriana bir gece önce yatağına aldığı ve unutamayacağı saatler geçirdiği Andrea’nın ertesi gün cansız bedenini ertesi gün otopsi masasında görünce, şizofren bir zihin oyunu ile Andrea’ı hayali ikizi Luca olarak yeniden kurguluyor.
Kırklarının ortalarındaki Dr. Adriana’nın geçmişinde anne ve babasının ölümüne şahitlik etmiş olmasından kaynaklanan, travmaya bağlı psikolojik sorunlar var. Zaman zaman sanrılar görmesi, var olmayan insanlarla var olmayan yemekler yapması ve bunları dolaplarda saklaması da bunun işaretleri. Takıntıya dönüşen tek gecelik bir ilişki işin özeti ama cinayet, gerilim, gizem derken iyice işin içilmez hâle geliyor hikâye. Tüm doktorlar sağlıklı olacak diye bir kural yok ya. Adriana hasta bir doktor. Sözde sır diye peşine düştüğü banyo aynasında gördüğü rakamlar ve çocukluk fotoğrafında okul tahtasına yazdığı rakamların aynı olmasının sebebi de bu. Polis dedektifi Antonio (Biagio Forestieri) bizim için gerçek bir rehber. Adriana’da seçimini gerçeklerden yana kullanabildiği zaman ona yaklaşıyor zaten.
Filmde tarihi eser kaçakçılığı ve bunun için adam öldürecek kadar ileri gidecek gizemli bir lezbiyen kadın çetesinin varlığına, Andrea’nın ölümüne sebep olan antik maske eşliğinde yaptıkları kara büyü ayininde tanık oluyoruz. Genç adamın otopsi masasında yatan cansız bedenindeki oyulmuş gözleri, görmemesi gerekenleri gördüğü için bu gizli cemiyet tarafından ona verilen bir ceza. Adriana’nın iş arkadaşı olan otopsi uzmanı diğer kadın doktorun bu çete ile önceden tanışıyor olması, Pasquale (Peppe Barra)’ın ki dâhil birlikte başka cinayetler de işlemiş olma ihtimalini kuvvetlendiriyor…
Devam edebiliriz ama en iyisi maddeleri filmin tüm heyecanını kaçırmadan burada nihayetlendirmek. Ben ortak işlerinde Özpetek’in birlikte çalıştığı görüntü yönetmeni Gianfilippo Carticelli ile uyumunu çok beğeniyorum. Zaten Ferzan Özpetek filmlerinden sonra hissettiğim mutsuzluk asla filmde oluşturulan atmosfere ait olmuyor. Seçtikleri mekân ister İstanbul, ister Napoli olsun büyüleyici mekânlar yaratıyor. Pasquale Catalano’un müzikleri yine şahane. Benim derdim Özpetek’in filmlerindeki tutkulu ilk temasının sonunda hissettiğim yarım kalmış hazda… Napoli’nin Sırrı, pekâlâ tarihi eser kaçakçılığı ile gizli örgütü, cinayeti ile başka bir bakış açısıyla yorumlansa içinde sıkı birkaç polisiye gerilim de çıkabilir ama bizim yönetmenin tercihi bunlardan hayli uzak. Filmde işlenen cinayetlerin sırrının çözülmesi, kaçakçı Andrea’nın kişiliği, hikâyesi ya da ondan gizemli maskeyi alıp öldüren kadınların sırrını anlayabilmek ve film boyunca zihnimizde oluşan onca soruya cevap bulabilmek için neredeyse bu malzemelerle çekilecek başka bir filme daha ihtiyacımız var. Zirâ bu filmde sorularınızın hepsinin ve önümüze serilen onca malzemenin tümünün karşılığını bulamıyorsunuz O zaman düşünmeden edemiyorsunuz, yönetmen bu kadar kafa karışıklığı yaratmaya neden ihtiyaç duyuyor diye? Seyirciye çok soru soran ama sorduğu soruların cevaplarını bazen kendisi de bilmiyor gibi duran bir yönetmen Özpetek. Belki de bu yüzden onun filmlerinde hep eksik kalkıyorum. Anladığım o eksik parçayı yönetmenin kendisinden başkasıyla paylaşmaya hiç niyeti yok. Napoli’nin değilse de onun filmlerindeki yarım kalmışlık duygusunun gerisindeki sır belki de tam olarak bu...