Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Ekim '06

 
Kategori
Alternatif Tatil
 

Ne güzel yerdin sen Edinburgh

Ne güzel yerdin sen Edinburgh
 

En başında anlaşalım. Ben biraz Edinburgh’dan bahsedeceğim ama siz okurken edinbra- edinbıra gibi okuyacaksınız. Bu şehrin ismi yazıldığı gibi okunuyormuş izlenimi veriyor ama öyle değil, edinburg derseniz oralarda kimse anlamaz. 

Bu gezinin, ıkına sıkına biriktirilmiş, Türkiye için büyük, ama para birimi pound olan bir ülke için ‘Aaaa siz o tatili o parayla nasıl yaptınız? ’ dedirtecek miktarda parayla yani çok az parayla yapıldığını da aklınızda bulundurun. Anlattığım benim Edinburgh’m dır, ama Edinburgh’dır. 

Önce bir hatırlatma yapalım, Edinburgh İskoçya’nın başkenti olur. Hatta biraz da bilmişlik taslar gibi ama utanarak İngiltere, İskoçya, Galler ve İrlanda hep birden Birleşik Krallık (U.K) olur yani İskoçya İngiltere’de değildir, adanın kuzeyinde kalan dağlık yeşillik serin bir memlekettir, kendi parlamentosu bile vardır diyelim. Hatta daha da abartarak ‘Hani Prenses Diana vardı ya, hah işte o Galler prensesiydi, İskoçya canım şu Braveheart’tan bilirsiniz etekli adamlar, İrlanda hani IRA, küçük ada diyerek kulak alıştırması yapalım. 

Yola Londra’dan (şimdi Londra’ya da London mu demek lazım? ) çıkılacaksa Edinburgh’ya uçakla, trenle, otobüsle gidilebilir. Bu sıralama zamanla paranın ters orantısı göz önünde bulundurularak yapılmıştır. En uzun yolu otobüs alır (10-11 saat gibi) ama komik bir paraya gidilebilir. Ben Londra’dan ve otobüsle gittim. Çok sinsice yaptığım ‘Yola yorgun çıkayım da otobüste uyuyayım yoksa o yol bitmez’ planımın hayat tarafından olumlu karşılanması sonucu o 11 saatin çok uzun bir kısmını (ki gözlerimi manzarayı izleyeyim diye açmaya çalıştığım zamanlar dahi çabam boşa gidiyordu) uyuyarak geçirdim. Edinburgh’da indim. Bundan sonra 1. çoğul şahıs kullanacağım, çünkü yalnız değildim. O halde, Edinburgh’ya indik. 

‘Edinburgh’ya gidersen kesin festival zamanı git çok güzel oluyor’ derler ama Edinburgh’ da tüm yaz festival zamanı. Neredeyse üç ay şu festivali bu festivali o festivali şeklinde yaşanıyor. Biz kendi zevkimize uygun bir şekilde tatilimizi Jazz Blues Festivali’ne denk getirdik. (Asıl Edinburgh Festivali Ağustos'un 6’sında başlıyormuş ama ne yazık ki o başlamadan biz ayrılmıştık) 

Yağmurlu memleket. Ama küresel ısınma Londra’yı bu sene olmadık sıcaklıklarla bunaltırken Edinburgh’da payını almış, gayet sıcak ve yağmursuz bir temmuz geçirmekte. Temmuz sonu, ordayız. Günlerden Pazar. Hava da sıcak. Öğlene Jazz festivalinin ücretsiz ve açık hava bir ayağı olacak. Daha ne olsun. Eşyaları hostele atıp, ucuz kahvaltı yapıp, aylak aylak açık ağızla gezinmek dışında. 

Otelde kalacak parası olmayan, benim gibi hayatını hep öğrenciymiş gibi geçirmekte olan insanlar için barınacak yer hostel oluyor. Yani çok kişilik odalarda ‘Tüm insanlar kardeştir, ırk millet cinsiyet ayrımı yoktur’ dediğiniz yer. Misal 6 tane yan yana ranzanın, arada kalan daracık yerlerde de çantaların olduğu bir odaya siz de çantanızı bırakıyorsunuz. Edinburgh sokaklarına iniyorsunuz. 

Princes Street sizi karşılıyor, pek bir şehrin merkezine benziyor. Bir yakasında, arkasından Edinburgh’nın ‘ne şahane bir yer orası’ dedirtecek kalesinin yükseldiği büyükçe bir park, diğer yakasında dükkanlar. Ana bir cadde işte. Çocuklar gibi şen yürüyorsunuz. Kalenin olduğu yakaya hayran hayran bakıyorsunuz. Daha önce filmlerde ya da tablolarda gördüğünüz mimari harikaları şehrin öteki yanından gel beni gör diye göz kırpıyor. Ama ilk günü Princes Street’te sağa sola yürüyüp dükkanlara girip çıkıp parkta çimenlere yayılıp müzik dinlemeye adamaya kararlısınız. Kültürel-tarihsel gezinize yarın başlayacaksınız. Ama planı şimdiden yapalım sonra hayatta yapamayız zihniyetiyle gelmeden önce yaptığınız araştırmalarla varlığından haberdar olduğunuz Edinburgh Pass hakkında asli bilgi almak için hemen Tourism Information Centre’a gidiyorsunuz. Aktivitelerle ilgili hazırlanmış broşürler gözünüze o kadar hoş gözüküyor ki alakalı alakasız hepsinden alıp hatıra saklarım diye düşünüyorsunuz. Edinburgh Pass hakkında bilgi ediniyorsunuz. Bu kart 1, 2, 3 günlük olarak alınabiliyor ve Edinburgh’taki bilumum aktivitelere ücretsiz girebiliyor, toplu taşım araçlarını bedava kullanabiliyorsunuz. Battı balık yan gider bir daha mı geleceğiz Edinburgh’ya gazıyla paranızın yarıya yakınını 3 günlük karta veriyor, hemen iki üç hortlaktı, cadıydı, gizemli cinayetti turlarına yer ayırtıyorsunuz. Gideceğiniz göreceğiniz yerlerin heyecanıyla sarmalanıyor, bir yandan eee para kalmadı kalan 5 gün ne yiyeceğiz ne içeceğiz diye düşünmemeye çalışıyorsunuz. 

Böylece parka bir gidiyorsunuz gidiş o gidiş. Müzikti biraydı akşamı ediyor, yemek niyetine cips yiyor, akşamdan sonrasını da daha önce etrafı kolaçan etmediğiniz için gayet uyduruk bir rock barda geçiriyorsunuz. Hatta canlı müzik yapan çocuğa ve sahne önünde duran birkaç dinleyiciye kale almazcasına bakıyorsunuz. Müzik yapan çocuk programının sonunda ücretsiz kayıtlarını dağıtıyor, ısrara dayanamayıp alıyorsunuz ve kaydın isminin ‘escape, sex and alcohol’ olduğunu görünce gülmemek için kendinizi zor tutuyor, bu kaydı hayatınız boyunca dinlemeden saklayacağınıza emin oluyorsunuz. Bir şekilde hostel'a varıp kim olduğunu bilmediğiniz insaların horultularına katılıyorsunuz. 

Ertesi sabah güne Edinburgh’yı keşfedecek olmanın heyecanıyla hiç de akşamdankalmamış gibi başlıyorsunuz.. Elinizde bir broşür, önünüzde üç gün, cebinizde az para, görülecek elliye yakın mekan (ücretsiz olduğu için ne yapıp ne edip hepsine gitmeye kararlısınız), akşamlar içinde alınmış Jazz konser biletleriniz var. Festivale gelmeden çok önce biletleri almıştınız. Hayatınızda, övünerek, zamanında yaptığınızı düşündüğünüz bir hareket bu. 

Yapabileceğimizin en iyisini yaptığımıza inanıyorum. O broşürden gidemediğimiz 3- 5 yer kaldı ona da ne halimiz ne zamanımız kaldı. Ama sadece sigara molaları vererek 3 gün boyunca elimizden geldiğince şehri fethettik. 

İlk tura katılmak için şehrin öbür yani kalenin bulunduğu yakasına geçince şehrin asıl yüzüyle karşılaştık. Nasıl bir mimarı, nasıl bir tarih, nasıl bir gizem ile bu şehrin sarmalandığını gördük. O zaman fark ettik eski Keltik başkentinin ruhunu, hemen içimize çektik. Edinburgh’ nın biraz karanlık ama gerçek yüzüyle karşılaştık. 

Keşfedilecek çok yer vardı. Biz parlamentoyu, Royal Mile’ı, güney köprüyü, kelebek dünyasını, hayvanat bahçesini, en eski korunmuş Edinburgh evlerinden birini, zamanında en zengin ailenin yaşadığı evi, Edinburgh canavarını, viski merkezini, o kilisesini, bu arka sokağını, şu ücra köşesini keşfettik. O üç gün aralıksız yağmur yağdı ve hazırlıksız yakalandığımız için çöp poşetlerinden yağmurluk yapıp gezerek gizeme biraz da biz gizem kattık. Veya bir İskoç’un arkamızdan kahkahayla karışık söylediği gibi ‘O poşeti giyeceğinize ıslanın daha iyi.’ 

Ben bir iki anekdot düşeceğim şimdi: 

Bir vampir tarafından şehrin arka sokaklarında gezdirilirken öğrendiğimize göre Edinburgh’ da 15. ve 18. yy arası 4000 kadın ve erkek cadı olarak damgalanarak öldürülmüş. Çok yaratıcı bir cadı tespit yöntemi de şöyle: O yıllarda Princes Street’ teki bahçe yerinde su birikintisi var. Cadı olarak şüpheli görülen (ki büyük çoğunluğu kadın) kişi bu suya atılıyor. Boğulursa cadı olmadığı anlaşılıyor. Şayet boğulmaz da kurtulursa cadı olduğu tespit edilmiş oluyor. Sonra da diğerleri gibi Edinburgh kalesinin önünde yakılıyor. Kısacası sana cadı denmeye görsün, her halükarda öldürülüyorsun. 

17. yy da bu cadıların şeytanların laneti kenti veba olarak sarıyor. Kentin neredeyse yarı nüfusu olan 2500'e yakın insan bu salgında ölüyor. ( Muhtemel sebep, insanların camlarından sokaklara boşalttıkları idrarları olsa gerek. O dönemde kafa yukarıda yürümek tüm suratınızın idrarla kaplanması için yeterli.) 

18. yy da Edinburgh Tıp Fakültesi'nde yapılan çalışmalar için gerekli kadavralar mezarlıklardan sağlanıyor ve tıp öğrencilerine satılıyor. O zaman için iyi iş, çünkü her zaman malzeme hazır. Bir kaç mezar kazmak yeterli. O dönemde şehre gelen İrlandalı iki adet William (ki bol paralı, gayet aristokrat görünümlü insanlar) geceleri bardan çıkmış herhangi bir sarhoşu öldürerek (paraya ihtiyaçları olmaması da bir garip) bu işi götürüyorlar. Ne acı ki şehirde en son şüphelenilecek insanlar onlar. (Hikayenin sonunda Williamlardan biri diğerine suçu atarak kendini kurtarır, ötekisini canından ettirir.) 

Şehir güney ve kuzey olmak üzere iki yakayı bağlayan iki köprü var ancak ikinci köprü yani güney köprü gözükmüyor. Köprüyü bir otoyol olarak görüyorsunuz. Biz aşağısına inerek gördük ki o bir köprü. 18.yy da balık yağından yapılmış mumlar eşliğinde, temiz havanın girmeye müsait olmadığı yeraltında çalışan insanlar tarafından inşa edilmiş. Saygı duyuyorsunuz. Williamlar da cinayetleri orada işlemiş. Hiç şaşırmıyorsunuz. 

Edinburgh’nın karanlık yüzünden aydınlık yüzüne geçelim biraz. Ben The Scotch Whisky Centre dan bahsedeceğim. İçki içmeyebilirsiniz ama bir ürünün sunumu bu kadar muhteşem yapılır dedirtecek nitelikte. Şöyle ki: 

İlk odada size viski tattırılıyor ve bir viskinin kalitesinin nasıl anlaşılacağı anlatılıyor. Tamam. İkinci odada viski yapım makinesi yanınızda size viski çeşitleri ve nasıl yapıldıkları anlatılıp film izlettiriliyor. Ona da tamam. Üçüncü odada sinema misali bir bar karşısındaki koltuklara oturuyorsunuz. Bardaki duman yaşlı bir adama dönüşüyor ve size viski hakkında engin bilgiler vermeye devam ediyor. Ama en çok da bu yaratıcı gösteriye hayran kalıyorsunuz. Sonra korku tüneli misali bir yer sizi bekliyor. 2şerli 3erli küçük arabalara binip tünelde ilerliyorsunuz. Etrafınızda mumyadan adamlar ve kare kare sahneler var. Viski içen bir amcam, viski yapan bir teyzem, vs vs. Tamam ki ne tamam. Hayranlıkla iniyorsunuz. Bir şey bu kadar mı güzel sunulur diyorsunuz. Alışveriş yerine doğru akın eden gruba katılıyor, bütün viskilerden bir şişe almak istiyor ve paranız olmadığı için eli boş ağzı açık dışarı çıkıyorsunuz. 

İkinci favori yerim kelebek dünyasıydı. Bir sera düşünün, çeşit çeşit bitki ve renk renk kelebekler böcekler etrafınızda uçuşuyor. Yakından bakıyorsunuz güzelliklerine. 

Daha anlatacak çok yer var ama bu yazı da uzadıkça uzuyor. Anlayacağınız biz bayağı gezdik. Ama Edinburgh Pass’ a dahil olmayan kaleyi ve giriş ücretsiz olan yazarlar müzesini son güne bıraktık. Kale tek kelimeyle şahaneydi. Ankara Kale’sini ve etrafındaki yerleşimi aklıma getirmemeye, utanmamaya çalıştım. Yok böyle bir güzellik. Yok böyle bir tarih sunumu. Yok böyle bir tarih korunumu. Kısaca adamlar ne yapmışlarsa hakkını teslim etmişler dedirtiyorlar insana. Bir kent insana böyle güzel sunulur, anlatılır, yaşatılır. Kesinlikle bizim turistik-tarihi yerlerimizi düşünmek istemiyorum. Böyle bir tarihe sahip Anadolu’yu kimselere adamakıllı anlatamayışımızı, koruyamayışımızı kesinlikle anlayışla karşılayamıyorum. Ne ise, bunu düşününce sinirleniyorum. Bu sinirli bir yazımın konusu olsun. Gezimizin keyfini kaçırmayalım. Biz kalede kalakaldık. Gezdik, gördük, beğendik. Kaleyi ziyarete kapatırlarken çıktık ve yazarlar müzesinin tamamen aklımızdan çıktığını ve müzenin kapandığını, bir gün sonrada sabahtan ayrılacağımız için müzeyi gezemeyeceğimizi idrak ettik. Benim içimde o müze çok kaldı. Her gün önünden en az 3 kere geçtiğimiz, her geçişimizde de ‘Nasılsa giriş ücretsiz, bir ara gezeriz şimdi Edinburgh Pass’ı değerlendirelim’ dediğimiz müzeyi, yazarlar müzesini gezemedik. Şayet bilen gören giden varsa bana anlatsın lütfen. 

Edinburgh Jazz festivali kapsamında dinlediğim yerlisi bir gruptan bahsetmeden de geçemeyeceğim. Jazz, ortaasya ritimleri ve balkan müziğini harmanlayıp sunan çok yetenekli müzisyenlerin oluşturduğu bir grup, Moishe’s Bagel. Aklınızda bulunsun. 

Son olarak şayet kaldıysa, kalan son paranızla hatıra olsun diye bir iskoç şapkası, iki iskoç kurabiyesi, üç beş kartpostal alın. Paranız varsa.... ooooo... viski alın, keltik desenleriyle süslü takıydı mataraydı ne bulursanız alın, gayda alın... Daha neler neler... Bu arada nasıl biz folklor kıyafetlerimizle gezmiyorsak İskoçlar da etekle gezmiyor. Köşe başında gayda çalan amcam hariç. Eteklerinin altına bir şey giyiyorlar mı işte onu öğrenemedim. Bir daha ki sefere artık... 

Varsa fırsatınız İskoçya’ya gidin. Edinburgh’a insanda saygı ve güzellik uyandırıyor. En azından bende öyle oldu. Bu da sözde gezi yazısı oldu. 

 
Toplam blog
: 16
: 2070
Kayıt tarihi
: 31.08.06
 
 

Yazmazsam ölmem ama yazarsam hiç ölmem gibi... Yazmazsam kendime ihanet ederim gibi... Yazmayarak ke..