Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

27 Aralık '12

 
Kategori
Felsefe
 

Neden dinler hala yaygın?

Neden dinler hala yaygın?
 

J. BOSCO - Brezilya


Soru otomatik bir kabul içeriyor. Dinlerin yaygın olduğunu ve bunun nedenini soruyor.

Dinlerin dünya üzerinde yaygın olduğu açık seçik bir olgu görünüyor aslında.

Örneğin, Türkiye’nin %98’i Müslümandır deniyor. Bu bilginin dayanağına baktığımızda, herhangi bir istatistiğe dayanmaz. Zaten doğuştan nüfus cüzdanında din hanesine direkt Müslüman yazılır.

Ancak dayansaydı bile, herhalde, Müslüman bir kökten geldiği halde, dini reddetmiş insan sayısı çok da fazla olmazdı sanırım. Benzer durum başka ülkeler için de geçerlidir.

Tüm dünyada şuanda ve geçmişten beri dinlerin çok fazla yaygın olduğunu ve çok popüler olduğu söylenebilir.

Diğer yandan ise sağduyusal, düşünsel ve bilimsel akıl için, gerek Tanrı, gerekse ona dayanan dinler ve peygamberler, sadece ve sadece öznel inançlardır. Nesnel geçerlilikleri yoktur. Düşünsel ya da felsefi akıl için, teolojik argümanların içi boştur, yine bilimsel akıl için ise dünyadaki tüm her şey bilimsel akıl ile izah edilebilir, temellendirilebilir ve çürütülebilir ya da doğrulanabilir ve yanlışlanabilir.

Soru bu çelişkiden ortaya çıkar. Peki, denir, düşünsel, bilimsel ve sağduyusal akıl için geçersiz olan bir kabuller bütünü, nasıl oluyor da, dünyadaki insanların çoğu tarafından hem geçmişte hem de şimdi kabul görüyor?

Buna iki tane ucuz cevap verilebilir. Verelim ve geçelim: Birincisi şudur; bu kadar insan gerçekleri görmekten aciz ve uzak, o yüzden körü körüne inanıp gidiyorlar.

İkinci cevap ise bu soruyu sorana sorulacak bir sorudur. Madem tüm dünyada şimdi ve geçmişte bu kadar insan dinlere inanç duyuyor, o halde doğru olan budur, herkes akılsız da bir tek sen mi akıllısın?

&

Bu iki cevap da geçersizdir.

Bir düşünürün şöyle bir lafı vardır. “Bu dünya mümkün dünyaların en iyisidir,” der. O bunu, Tanrı kanıtlaması için yapar. Yani ona göre, Tanrı mükemmel iyidir ve o bu dünyayı yarattıysa, demek ki, en iyi olan budur, demeye getirir. Bendeniz, bir Tanrı kanıtlaması olarak, bu sözü bu anlamıyla tamamıyla uydurmasyon olarak görsem de, doğru bir tarafı olduğunu başka açılardan düşünmüşümdür. Şöyle ki, doğanın bir dengesi, uyumu, ahengi olduğu kaçınılmaz. (Biz aslında onun bir ürünü olduğumuz için onu öyle görmeye yapılıyız. Ama bazı kolayca dincistler, bunu bize dışsal bir şeymiş gibi algılayıp bu kadar ahengin bir Tanrı’nın var olduğuna kanıt diye düşünürler) Böyle bir ahenk ister istemez, belli bir anda dünyada var olup biten şeyin aslında o an için olabilir olan şey olmasından başka bir şey değildir.

Doğa, insana kötülük yapmaz, iyilik de yapmaz -biz iyiliği o doğanın bir parçası olduğumuz için, bize verilmiş bir şey sansak da- o, bir varlık olarak kendi varlığının dengesini korur. Yani kendi kendini yok etmez, kendi kendini çoğaltmaz da, neyse o olarak akıp gider. Dolayısıyla doğa belli bir anda, kendisi için en dengede olan noktada bulunmaktadır.

Bu denge noktası ise olabilecek olan en doğal halidir. Bu düşünce yapısı, fiziksel doğa için doğru ise, toplumsal doğa için niye geçerli olmasın? Toplumsal doğa da, genel olarak doğa kavramının içinde yer alır. Örneğin karıncalar fiziksel doğayla iç içe yaşarlar ve biz onlar üzerinde düşünürken, doğal, yabanıl hayat vs. deriz. Bizi karıncadan farklı kılan bir şey yok. O da bu dünyadaki bir varlık, biz de. O halde biz de toplumsal yapımızla bu genel doğanın bir parçasıyız. O halde fiziksel doğa için düşündüğümüz, belli bir anda kendisi için en denge durum neyse o halde bulunuyor fikrimiz, toplumlar için de geçerlidir.

Belli bir toplumsal yapı, aslında, o an için o toplumun olabilecek halinin en iyisidir.

Kendi içimde uzun zamandır dillendirmekte tereddüt ettiğim bu tezi, şimdilik çok iddia etmeden kabul etmiş olalım. Ama yazının ana dayanağı bu tez.

Bu tezi incelediğimizde, içinde yaşadığımız toplumsal olup bitmeler, ister istemez kaçınılmazdır ve aslında daha iyisi, o denge koşulları içinde yoktur. Olabilecek olan o imiş ki, o olmuş. Bu düşünce bizi şöyle savurabilir: Mademki, belli bir anda olabilecek olan o imiş ise, o olan şeyin, gerçeklik, haklılık, meşruiyet kazanması gerektiği düşünülebilir. Hayır, kesinlikle böyle değil, siz tek bir kişi, tek bir özne olarak varlığınız ile bu genel doğa denilen bütünün bir parçası durumundasınız ve sizin, belli bir anda olmakta olana ilişkin yaratacağınız her etki, bir sonraki anda, o olmakta olanın izleyeceği değişikliği etkileyecektir. Ve evrende var olan her parça bu kendi iç devinimi ile bu bütünün devinimini oluşturmada aynı derecede etki sahibi olacaktır. Ancak şu sonuç asla değişmeyecektir: Genel doğada belli bir anda olan, olabilecek olan başka bir şey olamayacağı için olmaktadır.

Bu açıyla baktığımızda, dünyada ya da evrende hiçbir, makul olarak açıklanamaz bir nedene bağlı değildir. Mutlaka ve mutlaka her olanı makul kılan, olmasını yeteri derecede gerektirecek nedenleri vardır. Biz tabi, belli bir perspektifli, kültürel ya da tarihsel varlıklarız. Kavramsal dünyamız var, normlarımız vs. Bunlar sayesinde belli olup bitenleri, iyi, kötü, çirkin, suç, vs. diye niteleyeceğiz. Bu nedenle, bazı makul nedenler, bizim toplumsal angajmanlarımızla hiç örtüşmeyecektir ve bu nasıl makul olur diye hayretle soru konusu yapabiliriz, ancak doğa iradi bir bütünlük değildir, ne kötüdür, ne iyidir, neyse odur ve denge halindedir.

Bu açıyla bakmaya devam ettiğimizde diğer söylenecek olan şey, bu dünyada dinlerin bu düzeyde varlıklarını ve yaygınlıklarını sürdürüyor olmalarının makul nedenleri olduğunu gösterdiğidir.

Evet, sorumuzun ana noktası, bu makuller nelerdir?

Bu noktada şöyle bir ayrım yapmak mümkün olur, hemen birçok önemli soru soralım. İnsanoğlu akıl varlığı mıdır, psişik bir varlık mıdır?

İşin kolayına kaçıp, akıl varlığıdır diyecek değilim. Evet, akıl varlığı olmak önemlidir –tabi tarihsel bir varlık olarak söylüyorum bunu, yoksa genel doğanın umurunda bir şey değildir, kimin ne olduğu- Benim gözlemlerime göre insanoğlu akıl varlığı değil psişik bir varlıktır daha çok.

Bunu çoğaltabiliriz, tarihsel, kültürel, toplumsal bir varlıktır. Bu şu demeye geliyor: akılsal sonuçlar (aslında her akılsal sonuç kendi çelişkisini yaratır, dil, sorun çözmez, sorunu yaratır; ama bu başka bir konu) çeşitli mantık ilkeleri ile yürüyor, sözel olsa da, akıl bir tür, matematiksel işlemler gibi, çarpıyor, bölüyor, çıkartıyor vs. Bu sürekli bir çalışma,  devingenlik, dinamizm içeriyor. Bütün bu işlemler çok farklı derinlikler içeriyor. Bu işlemi gündelik hayattaki işlemler için yapabilirsiniz, üç beş gazete okuyarak yapabilirsiniz, beş on kitap okuyarak yapabilirsiniz. Ya da çok daha fazla, ama hiçbir tek insan akılsal derinliklere tek başına inemez. Bu ancak milyarlarca insandan, milyonlarca insana, oradan binlerce insana, oradan yüzlerce insana taşınarak, yüzlerce yıllık birikimle yapılıyor. Profesyonel olarak bu işle uğraşsa bile bir insan, üç beş on yıllık hayatında neyi ne kadar derinliğine varabilir. O ancak, geçmişten ve şu anda kendisine sağlanan bilgilerle, kavramlarla, ilmek uçlarıyla iş görüyor.

(Belki Google gibi bilgi motorları dünyadaki tüm veriyi aynı yapma akıla sokup işletebilirler ilerde, düşünsenize, milyonlarca kitabı aynı anda okuyan ve çok dikkatli bir varlık neler üretirdi –belki öncelikle gülmekten çatlayabilirdi, çünkü birbiriyle bağımlıymış gibi ama aynı zamanda da bağımsız olan, yanlış anlamalar, yanlış aktarmalar, saptırmalar, tek insan aklının yarattığı uydurmasyon sonuçlar karşısında gülmekten kendini alamazdı bir süre- Gerçi benim bulduğum sonuçtan başka bir sonuç bulamazdı, akıl, kendi çelişiğini yaratır, akıl ya da akılsal bir dil, bizzat problemin hem kaynağı hem de çözüm aracıdır, bir tür devri daim yapan bir şeydir, bulunabilecek tek şey bu aslında, çünkü mutlak hiçbir şey yoksa her şey kurmacadır, oyunsaldır.)

Bu işle profesyonelce uğraşanlar bile kaplumbağa durumundadırlar ve hayatlarında onlar da, salt akılla yaşamazlar. Çoğunlukla kültürel, tarihsel, geleneksel, toplumsal varlık olarak yaşar.

Kısacası, akılsal sonuçlar bir insanın hayatında çok az yer tutar. Daha önce üretilmiş başka akılsal sonuçlara göre hayatını sürdürür. Bu başka akılsal sonuçlar ise o an kişi tarafından üzerinde doğrudan akıl yürütülerek elde edilmediği için, kültürel, tarihsel, toplumsal ve psişik faktörler içerir.

Hiçbir insan makine değildir, sağduyuyla, makulle, bilimselle, düşünselle en yoğun derecede uğraşanlar bile.

Biz insanlar hayatımız kaçınılmaz olarak, kültürel ve toplumsal ve bunlara bağlı psişik süreçlerle sürdürürüz.

İnsan akılsal varlık olmaktan çok toplumsal bir varlıktır denir genelde. Bu, kişinin yapıp etmelerinin altında yatan faktörü söyler. Bir kişi doğduğunda, bir toplumsal çerçeveye doğar. Orada, aklını nasıl kullanacağını öğrenmez, bilimin son keşiflerini edinmez, o orada, çevresinin var olan kültürel, toplumsal, gündelik, vs. vs. özellikleriyle yoğrularak ortaya çıkar. Bu çevre ile ilişki içinde bir ruha, maneviyata, yaşam tarzına sahip olur. Bu dağdaki çoban için de geçerlidir, şehirdeki eğitimli biri için de geçerlidir. Toplumsal varlık olmak bakımından aralarında hiç fark yoktur.

Yüzlerce yıla sahip böyle bir dünyada iki durum ortaya çıkar.

Birinci durum, şu an sahip olduğumuz bilgiler ve akılsal sonuçlar zaten çok çok yenidir. Dünyayı evrenin merkezi saymaktan bu yana geçeli süre 500 yıl filandır. Hele ki, Einstein’dan bu yana geçen süre, 100 sene filandır.

Böyle bir dünyada üretilen bilginin, bilimsel, sağduyusal, düşünsel aklın sonuçlarının geçmiş yüz yıllardaki insanlar için sözkonusu olması mümkün değilken, o dönemlerde yaşayan insanların, dinler gibi dogmatik ve temelsiz inançları reddetmesi mümkün değildir.

Zaten mesele yine bu kadar basit değildir çünkü biz şu an,  dinleri vs. reddetsek bile, başlarda dediğim gibi, bu evrende var olan hiçbir şey denge dışı değildir. Dinlerin de kendine göre bir işlevi vardı ve halen de vardır. Bizim bugün küçümseyerek bakabildiğimiz dinsel inançlar aslında, kendi zamanları açısından, insanlar için zeminler oluşturmuştur. Bu zeminler, toplumsal, ahlaki, kozmolojik zeminlerdir. Düşünün ki, sıradan bir insan aklı, bu dünya nereden gelmiş nereye gidiyor diye soruyor, çünkü kendisi gündelik hayatında, tarladan evine gidip geliyor, buna bir cevap vermemek, ancak çok şeyi aşmış bir kişinin yapacağı bir şeydir, cevap verilemezliğini görmüştür çünkü ama çok daha az bilginin üretildiği bir devirde, birileri buna cevap vermiş ve bu insanların sorularını cevapsız bırakmamış, onlara bir zemin oluşturmuştur. İnsanlar bu zeminde hayatlarını sürdürmüşlerdir. Yine milyarlarca insandan, milyonlarca insana onlardan yüz binlerce insana, onlardan on binlerce ve nihayetinde yüzlerce insana taşınarak, toplumların çok daha ileri noktalara ulaşmasını, geçmişin körlüklerini geride bırakacak şekilde yol almasını sağlamıştır.

İkinci durum ise şudur, toplumsal içinde hareket eden insanlar hayatlarını sadece kendi çevrelerindeki olup bitmelerle sürdürürler. Kırsal bir bölgede bir kimsenin kitap okuması, aklını kullanması, sorular sorması, birimsel çalışmalar yapması, ne beklenebilir, ne istenebilir, ne de şarttır. Oradaki kişi dünyaya kapalı olarak hayatını yaşar ve buna kimse karışamaz.  Toplumlar büyük ölçüde böyledir. Senin, ‘eğer özne yüklemde içerilen bir cümle kurulup yargıda bulunuyorsa, bu aslında kanıtlamayı kanıtlanandan beklemek olduğu için içi boş totolojik bir önermedir,’ demen, adamın bin yıl geçse umurunda olmaz. Çünkü o hayatını zaten döngüye girmiş belli kültürel, tarihsel, toplumsal, geleneksel ve onlar üzerinde oluşmuş manevi ve psişik dünyasında sürdürüyordur.

Sonuç olarak, insan akılsal, bilgisel konularla haşır neşir olur, bu milyarlarca insandan yüzlerce insana doğru bir taşınma ile somutlaşır, ama bu hem tek insan için, sırf bu işlerle uğraşsa bile, hem de toplumsal için, oldukça ince bir çizgidir. Oysa hayatlarımızda, kültürel, tarihsel, toplumsal, geleneksel, normsal vs. yapılar çok çok daha kalındır, akılsal hiçbir kurşunu geçirmez. Bir insan hayatı boyunca akılsal olarak kaç yıl yaşar ki zaten, çok az bir süredir bu. Düşünün temel beş on yıl eğitim görmeyen insanlar hayatları boyunca ne kadar sığ –doğa açısından değil toplumsal varlık olarak insan açısından- bir hayat yaşar. O içsel döngü ona zaten yeter de artar bile. Bu akılsal kurşunlar ancak onlarca belki yüzlerce yıl sürekli o duvara gömüldükçe, o duvarı delebilir. Ayrıca bu duvarlar da doğasal varlıktır ve kendi de dengesine sahiptir ve o duvarları korumak için kendi iç bütünlüğünde korumalar oluşturur. Dışardan gelen iyi niyetli kurşunu kötü niyetli olarak tanımlar ve içeriye girmemesi için ekstra güç sarfeder.

Bütün bunlar ne iyi ne de kötü olan genel doğanın kendi dengesi içinde olup biter. Merak etmeyelim hiç kimse ne dogmatik inançları reddetmeyecek kadar aptal, ne de hiç kimse ilahi hakikatleri reddetmeyecek kadar zeki.  Doğa ne ise biz oyuz. Ve biz ne olacaksak doğa da o olacaktır.

 
Toplam blog
: 467
: 1012
Kayıt tarihi
: 21.10.07
 
 

Ankara'da yaşıyorum. Çeşitli güncel konularda, zaman zaman "Neden olaya böyle bakılmıyor?" diye düş..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara