Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Mayıs '13

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Neden Midilli’ye gidilir 7: Sonunda Midilli…

Neden Midilli’ye gidilir 7: Sonunda Midilli…
 

 Bugün (18.May.2013) Cumartesi … Artık bugün Midilli’ye geçmeye hazırız. Sabahleyin erkenden uyandırıldık. Zırrr aşağıdan telefon. Açtım… Ses yok… O uyandırma telefonuymuş… Biz zaten uyanığız. Ne demiş şair…

“Şeb-i yeldayı müneccimle muvakkit ne bilir,
Müptela-ı gama sor kim geceler kaç saat?”

Burada “şeb-i yelda”  en uzun gece demek. Gerisini gam ehilleri kendilerinden çıkarırlar. Hazırlandık . Bavullar mavullar…Her şey aşağı indi 7. kattan. Zorluk neymiş. Bir düğmeye basıyorsun hop… Zemin kattasın.

Kahvaltı edecez ya… O büyük salona giriyoruz… Anneee.. Burayı yine Japonlar basmış. Bizim grup 30-35 kişi ; onlar ben deyim 300 , sen de 500 kişi … Maşallah Maşallah para kazanıyoruz ha… Eee böyle oteller yapanlar ileriyi görüyorlar demek ki. O kadar Japon milleti, arkadaş, sesini soluğunu çıkarmadan yedi içti. Rehberlerinin “Tamam” işaretini vermesiyle birlikte…hoop, beş dakikada, Kahvaltı Salonu’nu boşalttılar. Biz bize kaldık mı, bir garip oluyor insan. Biz de gideceğiz haa… Rehberimiz “hadi hadi..”  deyip,  duruyor ; bizim Arif de beleş bulmuş yeyip duruyor… Zor çıkarız arkadaş. Neyse Ayvalık’tan ayrılacak olanlardan ayrılıyoruz. Bir kısmı Midilli’ye gitmiyor. “İnşallah gelecek yıl görüşürüz…” dilekleriyle, ağlıyoruz, üzülüyoruz…Çünkü pek de inanmıyoruz artık. Çünkü artık çürük elma gibi yollarda dökülüp kalıyoruz…

Şirketin otobüsü bizleri, Midilli yolcularını, alıyor doğruca deniz kıyısındaki Gümrük binasına getiriyor. Saat :8.15 suları. Bina daha açılmamış bile… Başımızda hemen güzel Ayvalık’lı kızlar bitiyor… “Çay… çay…”  diye. Bu hatunların elinden çay içilmez mi? İçilir. Tam kapılar açılıyor. Pasaport denetimi başlıyor. Cesur, “ben kafa kağıtlarını otelde unutmuşum…” demez mi? Haydi , taksi tutuluyor, on dakika içinde kimlikler getiriliyor. Herkes, “Normaldir…” diyor. Herkes, neleri unutmuyor.. “Normal… Normal…” deyip geçiyoruz işte… Aslında pek de normal değil, ama neyse…Boşver!

Pek kalabalık yok. Saat : 09  motoruna bineceğiz. Pasaportlar, çat, pat damgalanıyor.. Diğer kapıdan deniz tarafına çıkıyoruz. Karşımızda vapur.. Yok , vapur da değil; işte motor… Ne desem bilmem ki… Motorla , gemi arası bir şey…

Güle oynaya , motora giriyoruz. Alt kata eşyalarımızı yerleştiriyoruz. Ayvalık , buradan güzel görünüyor. Yukarda Ayvalık kalesi var… Ayvalık’ı tanıyanlara : “Ne güzel kaleniz varmış…” diyoruz. “Yok abi, kale özgün değildir, Belediye Başkanı istediği için yapılmıştır. Yani sonradan yapılmadır..” diye bir yanıt geliyor. Bandırma’da da kale olmadığı halde, bazı kale bozuntuları yaptıkları için; Belediyelerin manevi savunmaya çok para harcadıklarını biliyorum. Doğrudur… İnanırım.  Saat 9… Dokuz gemisi pat pat pat limandan ayrılmaya başlıyor. Limanda bir sürü balık kaynaşıyor. Hanım balıkları çok iyi tanıdığından… Onlar “Kefal..” diyor.. Kanalizasyonların denize açılan yerlerinde yaşarlarmış. Martılar da onların üzerine bol bol dalış yapıyorlar.

Yavaş yavaş limandan ayrılıyoruz. Sağımızda solumuzda irili ufaklı bir sürü ada var. Rehberimiz değişti. Türkiye’deki rehberlerin hepsi Midilli de iş alamazlarmış. Yeni Rehberimiz de çıtı pıtı işini iyi bilen bir arkadaşımız. Durmadan adalar, topraklar hakkında bilgi veriyor ama aklımız denizde ve durmadan, Edremit Körfezi’ndeki yolculuğumuz boyunca elimizi uzatsak tutacak kadar yakın olan bir adada. Midilli gittikçe büyüyor. Vatanımız ise, sislere karışıyor. Yolculuk, tam bir buçuk saat sürüyormuş. Hemen yukarıya, açık hava salonuna çıkıyoruz. Buradan manzara müthiş. Bir kere Akdeniz, hadi Ege Denizi diyelim , Turkuaz rengiyle insanın içine işliyor… Orhan Veli’nin “Hürriyete Doğru” adlı klasik bir şiiri aklıma geliyor:

“Gün doğmadan,
Deniz daha bembeyazken çıkacaksın yola.
Kürekleri tutmanın şehveti avuçlarında,
İçinde bir iş görmenin saadeti,
Gideceksin
Gideceksin ırıpların çalkantısında.
Balıklar çıkacak yoluna, karşıcı;
Sevineceksin.
Ağları silkeledikce
Deniz gelecek eline pul pul;
Ruhları sustuğu vakit martıların,
Kayalıklardaki mezarlarında,
Birden
Bir kıyamettir kopacak ufuklarda.
Denizkızları mı dersin, kuşlar mı dersin;
Bayramlar seyranlar mı dersin,
Şenlikler cümbüşler mi?
Gelin alayları, teller, duvaklar, 
Donanmalar mı?
Heeey
Ne duruyorsun be, at kendini denize:
Geride bekliyenin varmış, aldırma;
………………………………………. “

Diye devam eden bir şiir. Sanki denizle iç içe gibidir. Biz de şimdi öyleyiz. Biraz heyecanlıyız. Karşıdaki Ada giderek gözlerimizin önünde büyüyor. Türkiye ise artık sislerin içinde kalıyor. Saat onbuçuğa doğru… Midilli Limanı’na giriyoruz. Her taraf yemyeşil. Dağlar, her yer... Yeşillik , insanın gözüne batıyor. Bir de o denizin temizliği ; sağda solda; Yunanistan’dan gelme bir iki gemi… Gerisi irili ufaklı, bir sürü motor, çatana, tekne… Liman kıvrılıyor. Yavaş yavaş onun çevresindeki kent görünüyor.

Midilli hem Adanın adı, hem de burada yer alan bir kentin. Ondan başka irili ufaklı bir sürü kent var. Gezdikçe tanıyacağız. Fakat Yunan harfleri bize aşina olmadığı için. Söyledikleri hiç de akılda kalıcı değil. Söylüyorlar, uçup gidiyor. Sık sık aklımıza geliyor : “Niye şu Yunanlılar da adam gibi bizim Latin alfabesiyle  okuyup yazmazlar…” Latin Alfabesi bizim için nasıl kolaylıklar getiriyor. Şimdi görüyoruz, Slav ülkeleri de kendi Kril alfabesiyle okuyup yazıyorlar. O da ayrı sorun.. Bize ne onların sorunu…

Şimdi şu gemiden çıkıp, kente bir ayak basalım. Gerisini sonra görüşürüz. “Haydi arkadaşlar gidiyoruz…” kovboy şapkamı giyiyorum. Cesur o şapkaya çok sulandı, ama vermedim. O bana İngilizce kitaplarından birini veriyor mu?

 

 
Toplam blog
: 2579
: 848
Kayıt tarihi
: 24.10.10
 
 

Mesleğim eğitimcilik… Şimdi artık emekli bir vatandaşım… biraz şairlik, biraz hayalcilik, biraz s..