- Kategori
- Anılar
Nereye gidiyoruz ?

NEREYE GİTMİŞİZ? (RESİM INTERNETTEN ALINMIŞTIR)
Yetmişli yılların sonuna gelirken Türkiye, küçük bir çocuktum. Sekiz, dokuz yaşlarında. Sultantepe’de otururken, Bağlarbaşı’na taşındık.
Siyasette tam bir kaos yaşanıyordu. Bağlarbaşı’ndan Halide Edip Adıvar Lisesi’ne okula gidemiyordu büyük ablam ve ağabeyim. Çok garip geliyordu, çocuk aklımda çözemiyordum, ne duyduklarımı, ne de gördüklerimi.
Cumhuriyet Gazete’si okuduğu için vurulan insanlar.
Oturduğu bölgeden başka bir yerde okula gidemeyen öğrenciler.
Ablamın bir arkadaşını ağından vurmuşlardı, kendime gelememiştim.
Solcu, sağcı kavramları ve işkence sözcüğüyle ilk karşılaşmam işte bu yıllara denk geliyor.
Karakolda kaybolan insanlara ilişkin hikayeler duyuyor ve polis görünce kanım donuyordu.
“Faşitler, sosyalistler” diye başlayan cümlelerle tanış oluyor, kendilerini temsil ettikleri işaretleri uygulayıp evde tartaklanıyordum. Çocuktum ve taklit ediyordum. Ne olduklarını anlamadan ve bilmeden.
Demirel, Ecevit, İnönü, Erbakan, Türkeş isimlerine karşılık büyüklerimin “Bizim hayatımızı hiç ettiler, taze kana ihtiyaç var, çocuklarımız kurtulsun.” Cümlelerinin dudaklarından döküldüğünü duyuyordum. Menderes’ten, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarından üzüntü ile bahsediliyor, isimleri sadece isim olarak duyup ne oldukları tasarrufuna geçemiyordum.
Bir kısım kitapları okuyor, ama onlardan dışarıda konuşmamamız konusunda büyükler tarafından uyarılıyorduk. Yasaklı kitaplarla tanışıyordum. Küçücük yaşımda. Aziz Nesin, Muzaffer İzgü, Orhan Veli ve daha nicelerini tanıyor ama bilmiyor gibi yapmayı öğreniyordum. İhbarcılara karşı dikkatli bir hayat yaşama gayreti içine düşmüş insanların birbirine güvensizliğini hayretler içinde, çözemeden seyrediyordum.
Bütün karışıklığın farklı görüşlerden çıkıyor olması fikrini kavrıyor ama anlayamıyordum. Partiler var, bunları destekleyen insanlar… Üniversitelerde kargaşa ve olaylar. Ölenler, öldürenler… Hepsi bizden. Bu kısmıydı beni ilgilendiren. Peki neden?
Siyasi tutumlarındaki farklılar nedeniyle yurt dışına kaçan sanatçılar ve edebiyatçılar. Melike Demirağ ile tanışıyordum. “Şimdi İstanbul’da olmak vardı” diye çınlayan sesi evimizde. Koca Çınar, Cem Karaca ve şarkıları. Ama içimizden söyleyerek, kabartıyorduk özlemlerimizi.
Anlaşılmaz siyasi görüşler kaosunda yıl sekseni gösterdiğinde, ülkenin hali içler acısı. Kimin eli kimin cebinde belli değil. Herkes birbirini suçlar bir tavır sergiliyor. Her yer güvensiz. Aniden evimiz basılır mı korkusunu tanıyorum bu yaşlarda. Her gece sıkı sıkı dua ediyorum Allah’a ve tüm sevdiklerime, apartmanımıza aklımın erdiği en uzaklara üflüyorum. Çünkü çocuk aklımla bir Allah kalıyor güvencem.
Yaşadığım ülkeye, şehre, semte, eve ve aileye bizi koruyamayacağı için güvenemiyorum. Ne zaman ne olacağını kimse bilmiyor zira.
12 Eylül 1980 sabahı, karşı apartmanımızda oturan Nermin Teyzemizin asker ile yaptığı tartışmayla askerle tanışıyorum. “Oğlum, Coşkun evde, ekmek bekliyor, çık önümden.” “Teyze, git. İhtilal oldu. Ordu yönetime el koydu.” “Bana ne evladım, bak ekmek götürmezsem Coşkun çok kızacak.” Şeklinde bir diyalog dinlerken camdan, iltilale sözcüğü o gün yerleşiyor beynime. Anlamıyorum gerçi. “İhtilal” anlamsız geliyor zaten hala!
Bakıyorum bu güne, siyasetin içinde bulunduğu durumu hala anlayamıyorum. Tahammülsüzlüğün farklı partilere ve icraatlarına inanmak olması basitliğinin, hayatımızda yarattığı bayağılık ve adilik karşısında, dokuz, on yaşlarında çocukken yaşadığım aynı kaos ve güvensizlikle doluyum.
Sahi, biri anlatsın artık “Nereye gidiyoruz?”
Sağlıkla ve mutlu kalın