Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

14 Ekim '10

 
Kategori
Öykü
 

Nifak...5

Nifak...5
 

Nifak sokanlar akrepten de tehlikelidirler...


Cenazeye katılan birkaç genç, ses tonlarını yükseltmemeye özen göstererek aralarında konuşuyorlardı:

-Düşüncelerimi tam olarak ifade edemedim. Her şeyi birbirine ka­rıştırdım galiba. Üzüntüden ne yaptığımı bilemeyecek bir haldeyim.

-Bütün arkadaşlar arasında çok saygı duyulan bir ülkücüymüş. Kaybı şüphesiz ki büyük üzüntülere yol açtı. O kadar çok sevenleri var ki...

-Buna eminim, çünkü bu dâvayı omuz1ayanların büyük bir kıskançlık­la muhafaza ettikleri en güzel duyguları sevgidir. Biz vatanımızı, milletimizi, kardeşlerimizi, dostlarımızı, düşmanlarımızı kısacası bize ait olan her şeyi seviyoruz. Zaten insanları birbirlerine yaklaştıran sevgi duygusundan nasibini almamış olanların, memleketin ve milletin kaderi­ni omuzlarına yüklenmeleri nasıl düşünülebilir? Sevgi, inanmış insanla­rın normal davranışları arasında yer alan, onları birçok kötülüklerden koruyan, hayatın tadını almalarını sağlayan, huzur ve mutluluk veren asil bir kavramdır. Sevginin uygulanması gereken ilk varlık insandır. Daha sonra sırasıyla hayvanlar ve bitkiler gelir. Sevgide şart yoktur. Şartlı bir sevgi düşünülemez, eğer böyle bir sevgi anlayışı ortaya çıkarsa, o kişinin duygularının samimiliğinden şüphe etmek gerekir. Birbirlerini seven insanlar arasında sıkı bir dostluk ve arkadaşlık doğar. Karşılık düşünmeden, hiç bir ard düşünceye dayanmadan gösterilen sevgi tezahürleri, toplumu meydana getiren fertlerin birbirlerine güven duymalarını sağlar ve onları felaket günlerinde birbirlerine bağlayan en önemli unsur niteliği kazanır. Aynı kanı taşıyan, aynı tarihi yaşamış olan, aynı kaderi paylaşan, aynı ülkenin nimetlerinden faydalanan, aynı ülkü ve ideal etrafında bütünleşen toplumların sevgiden daha güçlü bir savunma ve taarruz silâhları olamaz…

Karanlık her geçen dakika biraz daha artıyordu. Şiddetli bir fır­tınanın belirtileri vardı havada. Nitekim biraz sonra Sultanahmet tara­fından dans eder gibi döne döne gelen ve önüne çıkan her hafif cismi kendisiyle birlikte getiren metrelerce yükseklikteki hortum göründü. Hızla topluluğa doğru yaklaşıyordu, bu topluluğu da içine almak gibi bir niyeti vardı galiba. Kaçışan insanların arasından geçen hortum Gülhane Parkı'nın dışındaki duvarlara doğru hızla yaklaştı, duvara çarpmasıyla birlikte şiddetli bir gürültü çıkardı. Tıpkı top pat­laması gibi... Koskoca hortum çarpmadan başı dönmüş, sersemlemiş gibiydi, bir kere, bir kere daha döndü ve en sonunda bütün gücü kuvveti bitmiş bir insan gibi kucağındakilerle birlikte olduğu yere yığıldı kaldı. Etraf toz, toprak ve kâğıt parçaları içinde kalmış, bir çöplük gö­rüntüsüne bürünmüştü....

***

Murat, altı senelik yatılı okul hayatını tamamlamıştı. Geçmeyeceğini san­dığı acı tatlı günler, yığınlarla hatıralar hep geride kalmıştı. Murat, son bir defa daha valizlerini toplamış yarı üzüntü yarı sevinç dolu gözlerle bomboş dolabına bakmış, yatakhaneye giderek oraya buraya atıl­mış beyaz yatak çarşaflarını, sağa sola itilmiş gayrı muntazam duran ranzaların görünümünü uzun uzun seyretmişti.

Murat'ın içinde beş katlı pansiyon binasını gezmek için dayanıl­maz bir arzu vardı. Her tarafını tekrar görmek ve hafızasına bütün tabiîliğiyle yerleştirmek istiyordu. Önce en üst kattan mı yoksa en alttan mı başlaması hususunda tereddüt etti ise de sonunda kararını vererek valizlerini aşağıya indirmiş ve en alt katta bulunan yemekhaneden işe girişmişti. Yemekhanenin camdan çift kanatlı kapısını itip içeri girdi. Bir kısmı mavi formikalı bir kısmı da ağaçtan olan masaların üstü her zamankinin aksine tertemiz ve bomboştu. İskemleler yine masaların etrafında dizili duruyordu. Hızlı adımlarla yemekhaneden mutfağa açı­lan kapının yanına geldi. Nöbetçi öğrenciliği sırasında defalarca gir­diği mutfağın görünüşü de aynıydı. Bakır tabaklar yıkanmış raflara kal­dırılmış, dev gibi kazanlar simsiyah dışları görünebilecek bir biçimde ters çevrilmiş, büyük bütangaz ocağının kapağı kapatılmıştı. Hiç bir zaman mutfağı terk etmeyecek olan yağ kokuları ve isler de olduğu gibi duruyordu.

Yemekhaneden çıkarken daha önce yaptıkları gibi gayrı ihtiyarî gözü yemek listesini gösteren karatahtaya takıldı. İki gün ön­ceki yemekler yazılıydı:

Sabah : Çorba, Öğle : Kadınbudu köfte, pilâv, üzüm Akşam : Barbunya, makarna

İkinci ve üçüncü katlardaki etüd salonlarını, dördüncü ve beşinci kattaki yatakhaneleri ve bütün lavaboları ayrı ayrı dolaşıp aşağıya indi. Koskocaman bina bomboştu, hiç kimse yoktu. Arkadaşlarının hepsi bir iki gün önceden gitmişler, fakat Murat'ın memleketten parası gelmediği için beklemek zorunda kalmıştı. Kendisiyle birlikte kalmayı teklif eden Kemal'i zorla otobüse bindirirken durumu ailesine anlatmasını ve merak etmemelerini sıkı sıkıya tembih etmişti.

Bu sabah havale kâğıdını getiren postacıyı görünce sevinçle koş­muş ve imzayı atıp kâğıdı aldıktan sonra Postane’ye gitmişti. Oradan ga­raja uğrayıp biletini almış ve valizlerini hazırlamak üzere pansiyona dönmüştü.

Bahçe kapısından çıkarken emektar, yaşlı bekçinin oturduğu sandal­yenin üzerinde güneşin de verdiği rehavetle hafifçe kestirdiğini gör­dü. Rahatsız etmemek için mümkün olduğu kadar az gürültü çıkarmaya gay­ret ettiyse de bekçi yaklaşan ayak seslerini duyarak gözlerini arala­dı:

-Gidiyor musun evlât?

-Evet, gidiyorum Rıza amca.

-Geldi mi paran?

-Bugün geldi. Biletimi aldım. Bir buçuk saat sonra da araba hareket edecek.

-Uzak mı yolun, buraya ne kadar çeker?

-Ehh, aşağı yukarı yedi-sekiz saat.

-Allah kolaylık versin, ben hiç hoşlanmam bu otobüslerden. Sekiz saat ha? Çok çok uzak olmalı.

-Alıştık artık Rıza amca. Ver elini öpeyim. Allahaısmarladık.

-Güle güle evlat, yolun açık olsun. Seneye de gelecen mi?

-Yok gelmeyeceğim, bitti artık, bitti...

-Yaa!

Caddelerinde dolaştığı, dükkanlarından alışveriş ettiği, sinemala­rına gittiği, insanlarını tanıdığı bu şehre belki bir daha hiç gelemeyecekti. Ne de olsa bir çok senelerini burada geçirmişti. Alışmış­tı buraya. Bu şehirden ayrılırken son gözlemlerini zihnine yerleştirmek istercesine otobüsün penceresinden etrafı seyretti.

Otobüs, şehrin caddelerinden geçip karayoluna çıktığı zaman, Murat, biraz uyuyabilmek için başını koltuğa yavaşça yasladı. Kısa bir müddet sonra da uykuya daldı. Ümit dolu, güzellik dolu süslü rüyalar içinde ya­şıyordu...

Liseyi bitirdikten sonra köyüne dönen Murat'ı bekleyen bir sürü iş vardı. Artık iyice büyüdüğü için ailesine de bütün işlerde çok faydası dokunuyordu. Boyu uzamış, kolları kuvvetlenmiş, yüzünde sakal­lar çıkmaya başlamıştı. Kilosu düşüktü ama, gayret ettiği için çoğu kim­seden daha fazla iş çıkarabiliyordu. Anası-babası eskisi gibi çalışabile­cek güce sahip olmadıkları için işlerin çoğunu üstlenmesi gerektiği dü­şüncesindeydi .

Yazın bütün işleri daha bitmemişti, hemen hemen hepsi duruyor sayılırdı .Mısırlar toplanacak, taneleri ayrılacak, ekinler biçilip demet yapılıp harmanda dövülecek, bostanlar bozulup satışa çıkarılacaktı. Bütün bunlardan başka ahırdaki hayvanların beslenmeleri, temizlikleri ve bakım­ları da vardı.

İşleri önce sıraya koymaları gerektiğini düşündü. Vaziyete bakılır­sa bu sene mahsul her senekinden daha fazlaydı. İlk defa olarak bu sene yüzlerinin güleceğini düşündükçe sevinçten içi içine sığmıyordu. Eğer bol mahsul elde edip biraz para kazanabilirlerse Üniversiteye gidebilmesi de imkân dahiline girecekti. Abisi Yavuz Hukuk fakültesinde okuyordu, im­tihanlar biter bitmez köye geleceğini yazmış, onların hiç birisinin iş­ler yüzünden yorulmamasını, kendisini beklemelerini sıkı sıkıya tembih etmişti. Anasının babasının ellerinden Murat'ın da gözlerinden öpüyordu. Akşam yemeğinden sonra Yavuz'un mektubunu tane tane okuyan Murat, anası­nın ve babasının Yavuz’un yazdıklarından çok etkilendiklerini, gurur duyduklarını, mem­nun olduklarını seziyordu. Murat içinden "Biz hiç Yavuz âbime iş bırakır mıyız, ben ne güne duruyorum, o gelene kadar işlerin önemli bir kısmını mutlaka bitirmeliyiz." diyordu.

Hepsi de yoğun bir gayret içindeydiler. Bir yandan ekinleri biçer­ken diğer yandan da kızgın güneş altında yanmasın diye mısırları kırı­yorlardı ve geceleri de kırdıkları bu mısırların kabuklarını çıkarıp sopalarla döverek tanelerini koçanlardan ayırıyorlardı.

Ahırı temizlemek, hayvanların yemini hazırlamak, tımarlarını yap­mak, yeşil ot toplamak, çeşmeden su getirmek Murat'ın görevleri arasın­daydı. Fırsat buldukça arada sırada köy kahvesine gidiyor, bir çay içip köylülerle sohbet ediyordu. Gerçi büyük adamlarla askere gitmeyenler sohbet edemezler, konuşamazlardı, ama bütün köylüde bir kanaat hasıl olmuştu ki "Çakırlar’ın Hüseyin'in oğulları bir başkaydı. Ter­biyeleri, tahsilleri üzerine ne söylense yine de azdı . Köyün şerefini onlar kurtarmışlardı. Baksana bir tanesi yüksek tahsil yapıyor, diğe­ri de liseyi bitiriyordu. Bunların köye ilerde çok faydası dokunacak­tı. Zaten okumuş adamdan insana zarar gelmezdi. İkisi de oku­yunca kibirlenmemişler, eski insanlıklarını muhafaza etmişlerdi. Bir büyük gördükleri zaman ayağa kalkarlar, hal hatır sorarlar, rast gele konuşmazlardı. Onun içindir ki her türlü itibara layıktı bu çocuklar."

Bir sabah Murat, anasının başı ucunda:

-Muradım, Muradım, yavrum hadi kalk. Ortalık ağardı, öküzleri koş da tarlaya varalım.

demesiyle gözlerini açtı. Yatağından fırlayarak giyinip ahıra koştu. Boyunduruğu hayvanlara taktıktan sonra:

-Ana tamam, hazır. Acele edin de gidelim, diye bağırdı.

-Eyi, eyi. Babanı uyartıp gedelim. Hüseyin, Hüseyin hadi kalk...

Çakırlar'ın Hüseyin, bugün biraz zor kalkmıştı yatağından, sebebini bilmediği bir ağırlık çökmüştü üstüne. Ellerini destek yaparak kalkmağa çalıştığı sırada yorgan hâlâ sırtında duruyordu. Tek eliyle kuvvet almaya devam ederek, diğer eliyle yorganı attı ve diz üstü doğ­rulduktan sonra ayağa kalktı. Fakat bir an ayakta iken başının döndüğünü, yere yıkılacağını hissetti. Karısı:

-Ne o, bişey mi var?

-Yok bişey Hatça. Dünden kalma yorgunluk yüzünden uyanamadım. Getir leğeni de yüzümü yuğayım.

Murat, öküzlerin yularlarından tutmuş, anasıyla babası da arabanın içine binmişlerdi. Su testisiyle yiyecek çıkınını arabanın kanatlarına takmışlar, tırpanı ağzı arabanının kuyruk tarafına gelecek şekilde diğer kanata bağlamışlardı.

Ağır ağır giderken Murat, sabahın o tertemiz havasını ciğerlerine doldurmak istercesine deri derin nefes alıyordu. Yer yer kuş cıvıl­tıları kulağına geliyor, tatlı bir nağme gibi ruhunu okşuyordu. Önlerinde giden bir kaç arabanın içinde onlardan daha erken hareket edip işlerine giden köylüler vardı. Hepsinde de sabah mahmurluğu seziliyordu, çünkü aheste aheste bir tempo tutturmuşlar, hiç acele etmi­yorlardı. Başka zaman kendilerinden önce giden kimse bulunmazdı, bu sa­bah ilk defa olarak önceliği başkaları almıştı.

Etrafını yeşil otların kapladığı çeşmenin yanından geçerken bur­nuna kadar gelen mis gibi kekik kokusunu daha fazla duyabilmek için bir an durdu. Bu sırada güneşin Alaca Dağ'ın ardından görünmeye başla­dığını fark etti. Bir an önce gitmeleri gerektiğini düşünerek yokuş aşağı doğru öküzlerin önünde koşmaya başladı. Daracık yolda, normalin üs­tünde bir hızla giden araba, şiddetli gürültüler ve gıcırtılar çıkarı­yordu. Zaman zaman arabanın tekerlekleri yolun dışına çıktığı için, devril­me tehlikesi atlattıkları bile oldu. Babasının:

-Biraz yavaş gidelim oğlum. Aceleye lüzum yok!

İkazını duyunca Murat, tempoyu ağırlaştırması gerektiğini düşün­dü. Yüzlerce, binlerce defa geçtiği bu yoldan gözü kapalı bile gidebile­ceği fikri babasının boşuna endişeye kapıldığı fikrini kuvvetlendirdi­ği için, biraz sonra yine öküzlerin önünde koşmaya başladı, tarlaya varıncaya kadar, her türlü koşma şekillerini deneyerek koştu koştu...

Tarlaya geldiklerinde güneş, bir-iki adam boyu yükselmişti. Hayvan­ları arabadan kurtarıp ilerde otların bol olduğu bir yere çaktıktan sonra arabadaki eşyaları aşağıya indirdi.

Öğlene kadar hiç durmadan çalıştılar. Birisi ekinleri biçiyor diğeri topluyor, öbürü de demet yapıyordu. Öğlen olunca anası getirdiği yoğurdu su ile karıştırıp ayran yaptıktan sonra kuru ekmekleri bu ay­ranın içine doğradı. Hepsinin ağzı bu nefis papara karşısında sulanma­ya başlamıştı. Yanına soğan da olduğunu görünce Murat ve babasının ke­yiflerine diyecek yoktu. Murat, soğanı yakaladı, düz ve sert bir yere koydu, kuvvetli bir şekilde yumruğunu soğana vurdu, fakat soğan yumru­ğunun altından sıyrıldı kaçtı. Durumu gülerek seyreden babası:

-Ver bana da bir kerekte soğan nasıl kırılır öğren, dedi.

Murat alınmış olmalı ki hiç bir cevap vermedi. Soğanı aldı daha sert ve düz bir yere koyduktan sonra yumruğuyla soğana bir ke­re daha vurdu. Soğanın kırılma sesiyle birlikte babasına manâlı manalı baktı ve parçalanmış soğanı uzattı. Papara bittikten sonra Hatça, torbadan taze bir ekmekle azıcık tereyağı çıkardı. Ekmeği Hüseyin'e uzatarak:

-Al ekmeği sen kır da gelinlerin güzel olsun , dedi.

Hüseyin umursamadan:

-Benim oğullarım aslan gibi maşallah, elbet gelinlerim de güzel olacak, dedi.

Bu konuşmalardan rahatsız olan Murat, mahcubiyetinden kıpkırmızı kesilmişti.

Yemekten sonra biraz dinlenip tekrar işe başladılar. Güneş bütün gücüyle ortalığı yakıp kavuruyordu, hepsi de kan-ter içindeydi. Öyle ki yarım saatte bir su testisine hücum ediyorlar ve kana kana su içip işe yeniden başlıyorlardı.

Murat, su içtikten sonra elindeki su testisini tam yere koyup ge­leceği sırada gözü babasına takıldı, babasında bir acayiplik olduğunu hemen sezdi. Sendeleyen babasına bir şey söylemek için ağzını tam açmıştı ki, babasının kökünden kesilen bir ağaç gibi devrildiğini gördü. Kelimeler dudaklarında dondu kaldı. Babasının yanına koştu:

-Neyin var baba, hasta mısın?

-Yok bişeyim oğlum, yorgunluktan ve sıcaktan olmalı. Başım biraz dönüyor da..,

Anasıyla birlikte babasını arabanın gölgesine götürüp, orada isti­rahat etmesi için yatırdılar. O, illâki onlarla birlikte çalışacağını söylüyordu, fakat Murat'ın ısrarlı yalvarmaları üzerine bu fikrinden vazgeçmek zorunda kaldı.

Güneş batarken arabaya yüklediği demetlerin sayısında azaltma yapan Murat, arabanın ortasında babası için demetlerden bir yatak ha­zırlayarak, anasını da ona bakması için demetlerin üzerine çıkarıp yu­larları eline aldı. Şimdiki yükleri daha ağır olduğu için ağır ağır yo­la koyuldular.

Hüseyin hiçbir şeyi olmadığını iddia ettiği halde, birkaç gün ev­de yatarak vakit geçirdi. Doktora gitmeyi bir türlü kabul etmiyor, her defasında "Yarın iyileşmezsem, giderim." diyordu. Fakat yarın olunca vaz­geçiyordu.

Hastalığının haftasına Yavuz köye geldi. Murat'la anası çok sevin­diler, çünkü Yavuz'un onu kandıracağından emindiler, nitekim öyle de oldu. Kasabada bir özel doktora, daha sonra şehirdeki hastaneye, oradan yine bir özel doktora götürdülerse de Hüseyin'e herhangi bir teşhis konulup tedavisi yapılamadı.

Hüseyin'in bu bilinmeyen hastalığı tam iki yıl sürdü. Doktor dok­tor dolaşılıp deva aradılar, tabii bu arada ellerinde avuçlarında bulu­nanları da harcamak mecburiyetinde kaldılar.

Neden sonra Hüseyin, eski sıhhatine kavuşup ayağa kalkınca ailede bayram sevinci yaşandı. Çekilen acılar, yokluklar bu sevinçle birlikte unutulmuştu.

Bu arada olan Murat'a olmuştu. Ailenin geçimini yüklenen Murat, ma­alesef çok arzu ettiği yüksek tahsil yapabilme imkânından da mahrum kalmıştı. Murat, yaşadığı iki yönlü üzüntü yüzünden bir hayli yıpranmış­tı. Bu sırada kendisine destek olan garip anacığı olmasaydı ne yapardı acaba? Çok sabretmişti, gerçekten örnek alınacak bir sabır göstermişti, zaman zaman isyan ettiği de olmamış değildi. Böyle bir anında anasına:

-Kötü kader, yüzümüzü bir kere olsun güldürmedi. Tam her şey yoluna girdi derken aksilik üstüne aksilik geliyor. Bizim de yaşamaya, mutlu olmaya hakkımız yok mu? Bu alın yazısını silemeyecek miyiz ana? demişti. Anası da kızarak:

-Oğlum, ne biçim lâf edersin öyle? Tövbe de, Allah böyüktür, ondan ümit kesilmez. Elbet bir gün biz de düzlüğe çıkarız, sabret hele sabret.! Allah kullarının sabırlarını dener bazen. Asi olmak yerine tevekkül lazım, demişti.

Babası iyileştiği halde Murat o sene de okula gidemeyeceğini bi­liyordu, çünkü Yavuz'un okulu bitirmesi için bir senesi daha vardı. Bu bir seneyi de bekleyecekti. İşte ancak o zaman durumları düzelecekti. Ya­vuz, Hem ailesine bakacak hem de Murat'ı okutacaktı. Bu yüzden gecesini gündüzüne katmış durmadan mezuniyet imtihanlarına hazırlanıyordu. Okul­daki boykot hadiseleri bu sene de imtihanları bir ay kadar geciktirmiş­ti.

Bir gün Yavuz çıkageldi.

Hasretle kucakladılar Yavuz'u. Hepsinin gözleri de Yavuz'un üzerin­deydi. Sevinçli haberi duyabilmek için ağzının içine bakıyorlardı. Aksi bir ihtimali düşünmek hiç birisinin aklına gelmiyordu, zira Yavuz'un okulu bu sene bitireceğine öylesine inanmış ve bel bağlamışlardı ki onun ağzından dahi böyle bir şey duysalar gene de inanmazlardı.

Heyecan son haddine ulaşmıştı. Yavuz da sanki kasıtlı olarak susu­yor, kendiliğinden bir şey söylemiyordu. En nihayet dayanamayan Hüseyin:

-De evlât, habarı de bize.

Deyince Yavuz, cebinden çıkardığı diplomasını gösterdi. Gözler se­vinçle parlamış, yorgun ve bitik yüzlere olağanüstü bir canlılık gel­mişti.

Yavuz Murat'a baktı. Murat'ın gözlerindeki sevinç parıltılarının yanı sıra kendisiyle duyduğu gurur da okunuyordu. Murat'ın ellerini tuttu ve:

-Herkesten çok senin fedakârlığın sayesinde ben bu diplomayı al­dım. Benden çok senin hakkın var bu diplomada. Senin için seviniyorum ve senin hesabına mutluluk, duyuyorum. Gerçekten çok mutluyum... diyerek, kardeşini kollarının arasına alarak bağrına bastı...

(Devam edecek)

 
Toplam blog
: 1081
: 980
Kayıt tarihi
: 30.07.10
 
 

Uzun yıllar çeşitli sitelerde Oruç Yıldırım adı ile yazı yazdım. Dört tane romanım ve çokca da de..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara