- Kategori
- Öykü
Nifak...6

Nifak tohumları bir milleti bertaraf edebilir..
Sultanahmet'ten gelip Sirkeciye giden yolun tam ortasında bulunan asırlık ağacın gövdesine başını dayamış , etrafa dalgın gözlerle bakan bir genç duruyordu. Bu genç, Murat'ın en yakın arkadaşı Kemal’di. Kemal, sinirden titreyen gür siyah bıyıklarını eliyle düzeltti, ellerini cebine sokup bir şeyler arar gibi yaptı. İş olsun diye ayağını ağacın gövdesine bir iki kere vurdu, başını göğe kaldırarak bulutları seyretti, gözlerini gökten yere doğru indirip biriken kalabalığa baktı. Teselli verecek, derdine ortak olacak insanlar aradı durdu boşu boşuna... Herkes kendisi gibiydi. Istırabın donuklaştırdığı bu yüzler sanki bir daha hiç gülmeyeceklerdi. "Ne zaman güldüler ki" dedi içinden.
Murat'ın yüzünün güleç olup olmadığı geldi hatırına. Düşünmeye başladı. Acaba Murat'ı içten ve candan gülerken hiç görmüş müydü? Ne tuhaf bir kere olsun Murat'ın gülen gözlerini, sevinç dolu yüzünü hatırlamıyordu. Sadece sene sonları bitip de okuldan memleketlerine gidecekleri vakit yüzünde coşkun değil, ama hafif bir tebessüm şeklinde beliren sevinci görürdü. Hepsi bu kadar...
Olgun, bilgili bir insan gibi düşünür ve konuşurdu. Laubali hareketleri hiç yoktu. Çocukça zaaflarına hiç rastlamamıştı. Ahlâk, din ve âdetler üzerindeki düşünceleri çok katı ve kesindi. Bu konuların uluorta tartışılmasına karışmaz gibi görünürse de, bir köşede konuşulanları dinler, sonra da kendi fikirlerini ve düşüncelerini söyleyerek konuyu kapatırdı.
"Sağlam karakterli arkadaşım benim! " diye içinden geçiren Kemal , çocukluk günlerinin tatlı hatıralarına kendini bıraktı: Çelik-çomak oynamaları, hayvanları gütmeye gitmeleri, çeşmeden su almaları, ilkokulda okurken ellerini kesip kan kardeş olmaları, yatılı okul hayatları bir bir geçti gözlerinin önünden..
Kemal'in genç ve diri yüz hatları sertleşmiş, aldığı nefes hızlanmıştı. Yüzü bir kızarıyor bir beyazlıyordu. İçindeki korkunç mücadelenin dışa yansıması kendini belli ediyordu. Midesinden boğazına doğru bir yumrunun çıktığını hissetti, ağır ve yıpratıcı bir şeydi bu. Bütün vücudunu, canlı olan her parçasını mahvedici, tahrip edici, parçalayıcı garip bir olayla karşı karşıyaydı. Frenleri boşalmış bir araba gibi bütün sinirleri boşalmış, iradesinin kontrolünden çıkmıştı. Buna rağmen yine de ağlamamak için direniyordu. "Hayır ağlamayacağım, söz verdim ağlamayacağım" diye içinden kendi kendine tekrar ediyordu. Dudaklarını ısırıyor, ellerini yumruk yapıp, göz yuvalarına bütün gücüyle bastırıyor, açılan burun kanatlarından derin derin nefes alıyordu. Ellerini gözlerinden çektiği zaman etrafı yıkan çılgın sel suları gibi gözyaşları fışkırmaya başlamıştı. Frensiz arabanın çaresiz şoförü gibi kaderin emrindeydi artık. Ama…
Nasıl ki inandığı, uğruna mücadele verdiği kutsal dâvası milletine varolma imkânı veriyorsa, şimdi de asırlık ağaca gözyaşları çan suyu veriyordu. Ağacın dibine toplanan gözyaşı gölü insan muhayyilesinin düşünemeyeceği kadar çoktu...
***
Yıl 1974
Türkiye yeni bir olayla karşı karşıya. Gözler dışarıya çevrilmiş, yavru vatan Kıbrıs'ın kaderi çizilmek üzere. Samson, Makarios idaresini devirmiş ve Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti meşruluğunu yitirmişti. Bundan sonrası Kıbrıs'ta bulunan ırkdaşlarımız için pek de olumlu gelişmeler getirmeyeceğe benziyordu.
Yavru vatanı kurtarmak hususundaki görüşler yaygındı, fakat nedense bâzı aydınlar arasında Kıbrıs'la ilgili en ufak bir endişeye rastlanmıyordu. Onların asıl üzüntüsü eğer Kıbrıs dolayısıyla Yunanistan'la aramızda bir savaş çıkarsa, bu savaştan uğrayacakları zarardı. Öyle ya işin içinde askere alınıp ölmek olduğu gibi, savaş durumunun doğuracağı birtakım yokluklara katlanmak da gerekecekti.
O sırada Murat henüz öğrenciydi. Fakat abisi ve çok sevdiği arkadaşı Kemal on ay önce Yedek Subaylık görevlerini yapmak üzere silâh altına alınmışlardı. O günlerde ikisinden de haber alma imkânı bulamayan Murat, merak içinde bir mektup gelir ümidiyle bekliyordu.
Murat, okulda çıkan anarşik olaylar nedeniyle kaybettiği yılları telâfi edebilmek için olanca gücüyle çaba harcıyordu. Okulun kantininde oturmuş ders çalışmaya uğraşıyor, fakat Kıbrıs meselesi zihnini bir hayli meşgul ettiği için bir türlü derse dikkatini toplayamıyordu. Kitabı bırakıp önündeki gazeteleri bir kere daha okumak için eline aldığı sırada, aynı sınıfta okuduğu, sık sık fikrî münakaşalar yaptığı arkadaşı Bülent yanına geldi:
-Ne o, dersleri bıraktın da gazete okumaya mı başladın?
-Şöyle bir göz gezdiriyordum.
-Çalışsan daha iyi edersin, boş ver Kıbrıs’ı mıbrısı da derslerine bak!
-Boş vermek insanın elinde değil, böylesine ciddi bir konuda hangi Türk vatandaşı boş verebilir ki...
-Tamam, tamam anladık. Gene bir tartışma konusu çıkaracaksın. Bugün benim böyle bir niyetim yok. Ben sana bir teklif yapmaya gelmiştim. Gel bugün bize gidelim. Biraz eğleniriz, müzik dinleriz, sonra da birlikte ders çalışırız. Böylelikle sen de kafandaki düşünceleri unutmuş olursun. İnan ki evde kimse yok, ikimiz olacağız sadece.
-Hayır gelemem. Teklifine teşekkürler.
-Bırak inadı da gidelim. Nasıl olsa bu koşullar altında çalışman olanaksız.
Bülent o kadar çok ısrar etti ki, insanları kırmak istemeyen Murat, ısrarlar karşısında istemeye istemeye gitmeyi kabul etti. Okuldan çıkıp Fakülte Otobüs durağına geldiler. Oradan bir otobüse binip Karaköy'de indiler Karaköy'den Teşvikiye dolmuşuna bindiler ve Bülentlerin evine geldiler. Yedi katlı bir apartmanın kapısından içeri girip asansöre binerek beşinci katta indiler. Bülent 9 numaralı dairenin kapısını açtı ve arkadaşını içeriye buyur etti.
Murat, içeri girince gördükleri karşısında hayretini gizlemek için bir hayli gayret sarf etti. Bülent odaları ve salonu gezdirince bu hayreti daha arttı. Bütün duvarları lambri ile kaplanmış, üç koltuk takımını ve bir yemek odası takımını rahatlıkla aldıktan sonra boş yeri bile kalan bir salon, dört ayrı yatak odası, yayla gibi geniş iki tane balkon, çifter tuvaletler, yerden tavana kadar fayans döşeli banyolar...
Salondaki muhteşem avizelerin kristal olduğuna hiç şüphe yoktu, çünkü salona giren akşam güneşi, avizelere bakan insanın gözünde rengarenk dans ediyordu. Her odada ve hollerdeki tablolar; saymakla bitmeyecek bakırdan, gümüşten süs eşyaları, altın kaplamalı çerçeveler…
Bülent'in çalışma odası da çok güzeldi. Bu odaya ilk girişte göze köşede duran müzik dolabı çarpıyordu. Hemen onun yanında hepsi de ciltli olan kitaplarla dolu bir kütüphane vardı. Çalışma masası ve koltuğu öbür köşede duruyor, yeri açık kahve renkli, ince tüylü bir halı kaplıyordu. Ayrıca gelen misafirlerin oturması için odaya bir kanepe ve dört tane de koltuk konmuştu.
Murat, bütün teferruatları tek tek inceliyordu. Elinde olmadan bir yandan da inşaatta kendisine verilen odayla burasının mukayesesini yapıyordu. Kendi odasının bunun yanında bir kümes bile sayılamayacağı gerçeğini kabul etmek mecburiyetinde kaldı. Kendi odasında üstü siyah bir battaniyeyle örtülü bir yatağı, tahtaları çakarak yaptığı kütüphanesi, eski ama sağlam bir sandalyesi ve yine kendi yaptığı bir masası vardı. Ayrıca bir piknik tüpüyle, birkaç tane tabağı ve iki tenceresi de bu eşyalarına dahildi. Bunları düşünürken Bülent'in sorusuyla kendisine geldi:
-Senin oturduğun daire nerede Murat?
-Buraya çok uzak, karşıda. Kadıköy tarafında.
-Bağdat Caddesi civarında mı? Bağdat caddesinde benim halamlar var. Birkaç kez gittim o taraflara.
-Bağdat Caddesi'nde değil, onun paraleli olan Kayışdağ caddesinde, Ziverbey civarı.
-O tarafları pek bilmem. Nasıl memnun musun evinden? Memnun değilsen bu civarda sana bir daire tutalım. Hem okula gidip gelme kolay olur senin için.
-Evimden memnunum. Buraları da güzel, ama benim evim daha güzel. Onun için teşekkür ederim.
-Valla Muratcığım, bu hayat pahalılığında ev kiraları çok ucuz. Biz gerçi kira vermiyoruz, kendi evimiz, ama daha on gün önce bu bizim apartmandan üç bin lira kirayla bir daire gitti. Kaloriferli, devamlı sıcak sulu, her türlü konforu olan bir daire, üç bin liraya pahalı sayılmaz değil mi?
-Öyle, öyle...
Bu konuşmaları müzik dolabından gelen müzik sesleri takip etti. Murat plâklara şöyle bir göz attı. Neler yoktu bu plâklar arasında: Tchaikovsky’ler, Mozart'lar, Chopin'ler, bütün Klâsik Batı Müziği resmi geçit yapıyor; onları İngiltere'nin, Fransa'nın, meşhur toplulukları takip ediyor ve en sonda da Hafif Müzik Sanatçılarımızın eserleri yer alıyordu. Plaklar arasında bir tane Klâsik Türk Musikisi’ne veya Türk Halk Müziği'ne rastlamak maalesef imkansızdı. Bu eksikliğinin farkına varan ve bunu telâfi etmek isteyen Bülent, acemi ve zoraki bir ifadeyle:
-Halk Müziği'nden de bir kaç tane plâk almak niyetindeyim. Örneğin Aşık Veysel’den, Ruhi Su'dan ilk fırsatta alacağım, dedi.
Murat hiç sesini çıkarmadı. Sadece acıyan bir ifadeyle arkadaşının yüzüne baktı. Murat'ın kendisine baktığını gören Bülent, o bakışlar altında ezildiğini, küçüldüğünü hissetti. Duyduğu aşağılık kompleksini bastırmak istercesine pikabın sesini biraz daha artırdı. Sözde ders çalışacaklardı . Kulakları sağır, zihni allak bullak eden bu müzik Murat'ın başını ağrıtmıştı. Geldiği için bin kere pişman olmuştu, kendi kendine kızıyor ve buradan bir an önce kurtulmanın çarelerini arıyordu. Saat de bir hayli ilerlemişti, tam o bunları düşünürken melodili zil çaldı. Bülent:
-Bizimkiler gelmiştir. Sen rahatına bak, onlarla tanışmanı çok isterim, diyerek gururlu bir eda ile kapıyı açmaya koştu.
Doktor Avni Bey ve eşi Murat'la tanıştırıldılar. Tanışmadan sonra gitmek isteyen Murat, Bülent'in ısrarları ile karşılaştı. Annesi ve babası da kalması için rica edince Murat, yemeğe kaldı.
Salona geçip yemek masasının etrafına oturdular. Yemek sırasında sohbet ederlerken lâf döndü dolaştı Kıbrıs meselesine geldi. Avni Bey:
-Efendim, Kıbrıs'a yapılacak en ufak bir müdahale bütün dünyayı aleyhimize çevirecektir. Zaten dünyanın hiç bir ülkesinde itibar kazanamamışız; bir de düşmanlıklarını üzerimize çekersek hiç de iyi olmaz. Ben Amerika'yı ve Avrupa'nın pek çok yerini dolaştım. Hiç bir ülkede “Türküm” dediğiniz zaman sizi insan ve adam yerine koymuyorlar . Adamlar son derece ileri bir teknolojiye sahipler, bizim ilkelliğimiz onların alaylarına yol açıyor. Modern şehirler, yollar, her türlü olanaklar mevcut... Bütün bunları dikkate almadan bir Amerika'yla bir Avrupa'yla boy ölçüşmeye kalkışmak haddini bilmemezlik olur. Bizim Yunanistan'la bile savaşacak gücümüz yok. Gerçekçi olalım gerçekçi!... Bırakalım Kıbrıs'ı da önce şu memleketi kalkındırmaya bakalım. İleri medeniyetlere ulaşmak, ona sahip olanlarla savaşarak değil, onlarla iyi geçinmekle, barış içinde yaşamakla ancak mümkündür. Murat:
-Beyefendi siz Kıbrıs'ı bırakalım diyorsunuz, bunu toprak olarak düşünseniz bile ben bu görüşe katılmıyorum. Kaldı ki orada yüz binlerce soydaşımız yaşıyor. O insanları Rumlar'ın merhametine teslim etmek kanaatimce Türklüğe en büyük ihanettir. Yıllarca çektikleri işkencelere yenilerinin eklenmesini kimse isteyemez! İnsanî açıdan da bunu istemek insan olana yakışan bir davranış değildir.
-Ben insancıl bir zihniyete sahibimdir. Hangi ulustan olursa olsun, kimseye eziyet edilmesini istemem. Ama bence Kıbrıs'taki Türkler'in Türklüğü konusu biraz şüpheli! Çünkü uzun yıllar İngilizler'in yönetimi altında kalmış, daha sonra da Rumlar'la haşır neşir yaşamış bir topluluktaki benlik çoktan kaybolmuş olmalı. Ben orada tek Türk dahi bulunduğu kanaatinde değilim, dedi ve önündeki şarap kadehinden bir yudum çektikten sonra devam etti:
-Toprak sorununa gelince... Bizim Kıbrıs'tan toprak istememiz demek, emperyalist bir zihniyette olduğumuzu gösterir. Vakti zamanında verdiğimiz bir yeri ufacık bir darbeyi bahane ederek geri isteyemeyiz. Öyleyse Rusya’daki, Avrupa'daki eski Türk topraklarını da geri isteyelim. Bütün dünya güler bize o zaman. Bu kafa yapısı şovenizmin tâ kendisidir. Biz bu kafayla çok şey kaybederiz. Özetlersek ben derim ki; Kıbrıs'ta bizim hiç bir hakkımız yoktur ve ülkeyi bunun için savaş ateşine atmanın sorumluluğu çok büyüktür. Neyimiz var da neyimize güveniyoruz? Hangi cesaretle dünyayı karşımıza alıyoruz? Topumuz, tüfeğimiz, Kıbrıs'a çıkacak gemimiz mi var? Hem bir de bu savaşta her iki taraftan da ölecek insanları bir düşünün... Hangi taraftan olursa olsun hiç bir insanın ölmesini istemem. Şahsen ben ne kendimin ne de oğlumun ham bir hayâl uğruna ölmesini veya öldürmesini kabul etmiyorum. Ben buna karşıyım ve benim zihniyetimde olan insanların toplumda çoğunluğu teşkil etmesi, bu felâketin doğmasını önleyecektir...
-Sizin zihniyetinizde olanların yani sizin görüşünüzü paylaşanların kimler olduğunu öğrenebilir miyim?
-Kim olacak? Çevremdekiler, arkadaşlarım, dostlarım...
-Benim çevremdekiler ise tamamen aksi düşüncedeler ve gözlerini
kırpmadan ölmeye, öldürmeye hazırlar. Üstelik Kıbrıs'ta Türk bulunduğu gerçeğini bildikleri gibi, Kıbrıs topraklarında Türkler'in de hakkı olduğuna gönülden inanıyorlar.
-Peki, sizin çevrem dediğiniz insanlar kimler acaba?
-Öğrenci arkadaşlarım, akrabalarım, işçilerimiz, köylülerimiz ve her sosyal tabakaya mensup bütün vatandaşlarımız..
(Devam edecek)