Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Haziran '17

 
Kategori
Öykü
 

Nisanda Kar (romandan bir pasaj)

Nisanda Kar (romandan bir pasaj)
 

Bu yağmur eskisi kadar değilse de oldukça zarar vermişti ürünlere. Murat zarar gören yerleri düzeltmekle uğraşıyordu yağmur altında. İşleri olmayanlar evlerinden dışarı çıkmıyorlardı. Hayvanlar damlarındaki kuru otlarla idare ediyorlardı. Çiftlikte yaşam şartlar elverdiği şekilde devam ediyor, çamur, balçık da olsa ürünler toplanıyor, gerekli yerlere gönderiliyordu.
 
Murat körüklü çizmelerini, muşamba yağmurluğunu giyer, işçilerin başına giderdi. İşiyle mutlaka kendisi ilgilenir, tarlasını devamlı gözetim altında tutardı. Geceleri çiftliğin sulanmasıyla çoğunlukla kendisi ilgilenirdi. Murat’ın uzun süre oturup dinlendiği görülmemişti hiç.
 
Ocaktaki meşe kütüğünün önüne yığılan odunlar çıtırtılarla yanıyor, odayı ısıtıyor,  duvarlarda gölgeler oluşturuyordu. Odanın giriş kapısının sağındaki duvarın yanında Pakize’nin yatağı vardı. Üşümesin diye yatağını ocaklı odaya almışlardı. Odaların hepsinde ocak yoktu. Bazı odalar mangalla ısıtılırdı. Pakize hastalığı ağırlaşmış, boylu boslu kızdan eser kalmamıştı artık. İki yorganın altında ufacık kalmış bedeniyle sırtını ağrılardan kurtarmak için kıpırdanıyor, kısık bir sesle inliyordu.
 
Pakize son zamanlarda iyice yatağa düşmüştü. Üstüne üstlük bir de ishal olmuştu. Doktorlar ishaline bir türlü çare bulamamışlardı. Zaten ayakları da tutmuyordu. On sekiz yaşına gelmişti ama hastalığı her yıl biraz daha artmış, doktorlar ondan ümidi kesmişlerdi artık. Kalp romatizması onu daha fazla yaşatmayacaktı. Ama bu ishal neydi böyle? Ona da dizanteri demişlerdi. İlaçların hiçbir yararı olmuyor, ishali kesilmiyor, zayıfladıkça zayıflıyordu kızcağız. Bir deri bir kemik kalmıştı. Kırk kilo ya var ya yoktu.
 
Bu gece daha da kötülemişti. Bakıcısı Zehra Teyze odaya bir kucak odunla girdi, odunları ocağın yanına yerleştirip bir kaçını da yanan ateşin üzerine attıktan sonra küllerin arasına koyduğu porselen çaydanlığın kenarlarına maşayla biraz kömür çekti. Sonra da üzüntülü ve çaresiz gözlerle Pakize’ye baktı. Geçip kızın başucundaki mindere oturdu. Kardeşlerinin kimi ocağın başında oturuyor, kimi odanın alt tarafındaki pirinç mangalın etrafında gözleri mangaldaki küllenmiş kömürlere dalmış, sessizce duruyordu. Bu gece her zamankinden daha kötü görünüyordu Pakize. Kesik kesik soluyor, arada bir çukura kaçmış siyah sürmeli gözlerini açıp tavana bakıyordu. Kızlar sessizce konuşuyorlar, ara sıra “Pakize, nassın, bi şe istiyo mun?” diye soruyorlardı. Pakize hayır anlamında elini sallamaya çalışarak onlara cevap veriyordu.
 
Gündüzün Feyza okuldan döndüğünde onu yanına çağırmıştı Pakize. Zorla konuşuyor, zaman zaman soluğu kesiliyordu:
 
“Feyza, ben çok hasteyin, bu hastalık beni öldürcek gari. Ağbem gelise beni başka doktorlara götürü, belki başka doktorla çaresini bulula. Yosam ben ölcem.”
 
“Sen ne diyosun ya Pakize, ilk defa hasta olmuyosun. Tabii kim eyileşceksin.”
 
“Yok, kardeşim yok. Bu sefer başka. Ölcem ben.”
 
“Yapma Pakize, böle deyip üzme beni baken.”
 
Aslında Feyza dâhil kimse artık onun iyileşeceğine inanmıyordu. O kadar kötü görünüyordu ki. Doktorların dediğini hepsi biliyordu. Ama Pakize’ye söylenir miydi? O yüzden Feyza onu teskin etmeye çalışıyor, kendisinin bile inanmadığı sözleriyle onu ikna etmeye gayret ediyordu.
 
“Emme abem bi çaresini bulu muhakkak,” diye devam etti Pakize. “Onu çağır Feyza, telefon et, telgraf çek, ne yapasan yap. Çabuk boraya gesin. Eğer abemi haberdar etmezsen sene hakkımı helal etmen.”
 
“Yapmaz olur muyum, hemen gidip telgraf çekcem, sen hiç merak etme. Telgrafı alı almaz geli abem.”
 
Feyza “Hemen kâğıt getiren de yazen olu mu? Bekle, getiriyon,” diyerek odadan çıktı.  Okul defterinden bir sayfa koparıp Pakize’nin yanına oturdu. Telgrafı Bergama’ya göndereceklerdi.
 
‘Abi, Pakize çok hasta. Seni istiyor. Acele gel.’
 
Yazdıklarını okudu. Pakize’nin gözleri yaşlarla doluydu.
 
Feyza siyah okul önlüğünü çıkarmadan okul şapkasını gene başına taktı. Bir şemsiye kapıp evden fırladı. Bir süre şemsiyeyi açmadan yağmur altında koşarcasına yürüdü. Gözlerindeki yaşlara hâkim olamıyordu. Gerçekten sonuna mı gelmişti Pakize? Ağabeyi çare olabilir miydi? Ama umut kesilmezdi. Annesinin acısını bilmiyordu. Ama kardeşi, can ve kan kardeşinin ölümü düşünmesi yüreğini yırtıyordu, kanatıyordu. Evlerinin arkasındaki bademlik araziden yol vardı meydana giden, oradan geçiyordu. Karşıdan postacı amcanın geldiğini gördü. Orta yaşlı, iyi bir insandı postacı. Feyza’ya:
 
“Murat dayının gızı, müjdeme ne veriyon?”
 
“Ne istesen verem amca, mektup mu va?”
 
“Aben yolda, geliyo. Aydın’dan telgraf çekmiş.”
 
“Yalan söylüyosun amca. Beni gandırıyosun.”
 
“Yoo, valla yalan söylemiyom. Aydın’a gelmişle. Mendires daşmış, köprü yıkılmış, geçimemişle. Yol verilince gelceklemiş.”
 
Feyza postacının çantasından çıkardığı telgrafı kapar gibi aldı, eve koşmaya başladı. Postacıya teşekkür bile edemedi. Bir yandan yalan olup olmadığını kontrol etmek için telgrafı okumaya çalışıyordu. Doğruydu adamın dedikleri.
 
Eve girer girmez ayakkabılarını fırlatıp Pakize’nin odasına daldı. Daha biraz önce çıkan Feyza’nın geri geldiğini görünce şaşırmıştı Pakize.
 
“Pakize abim yoldeymiş, geliyomuş.”
 
“Yalan sölüyosun, abem gelmiyo, öyle sölep beni aldatıyosun.”
 
“Valla aldatmıyom. Posteci önümden geldi. İşte bak, telgraf borda. Aydın’dan çekmişle, inanmazsan kendin bak.”
 
Pakize incecik kalmış bilekleriyle elini uzatıp telgrafı Feyza’nın elinden aldı, inceleyerek okudu. Cılız bir sesle ağlamaya başladı.
 
Gece ilerlemişti. Pakize’nin göğsünden hırıltılar geliyor, uyumadan gözlerini tavana dikmiş, öylece bakıyordu. Böyle sessiz olduğu zamanlarda hırıltıyı duymazlarsa öldü sanıp yanına gidiyorlardı. O da cansız gözlerini gelene çevirince odadakiler derin bir soluk alıyorlardı.
 
Hâlâ yağmur yağıyor, ardı ardına şimşekler çakıyordu. Zaman zaman çatıdan sesler geliyor, bir süre sonra sessizlik doluyordu odaya. Küçük kardeşler odalarına gitmiş, uyumuşlardı. Nahide’yle Feyza, bir de Zehra Teyze ocağın başında oturuyorlar, ara sıra kısık sesle konuşuyorlardı. Murat biraz kızlarla oturmuş, o da odasına çıkmıştı. Hafize ana son işlerini tamamladıktan sonra bir süre yanlarında durmuş, Zehra Teyze’ye Pakize’ye dağ çayı vermesini söyledikten sonra o da çıkıp gitmişti. Oysa Pakize’nin içi yanıyordu. Çayı istemiyordu. Daha geçenlerde “bana kar bulun” diye tutturmuştu. O mevsimde kar ne arasın? Ama havalar son soğuğunu yaptığında saçaklardan sabah saatlerinde buzlar uzardı. Feyza kar yerine buzlardan kırıp getirmişti. Pakize bu buzları kıtır kıtır yedikten sonra:
 
“Oh canım geldi, sağ ol gardeşim” diye Feyza’ya teşekkür etmişti.
 
Akbaş ara sıra havlıyor, uzaklardan, ona cevap verir gibi başka köpeklerin sesleri geliyordu. Sanki haberleşiyorlardı. Gece olduğu için zincirsizdi Akbaş. Ama birden havlaması arttı. Telaşlı ve hırçın bir sesle saldırganlaşır gibi sesler çıkardı. Feyza’yla Nahide yerlerinden fırladılar. Dışarı çıktıklarında, havuzun etrafını dolaşmaya koşan köpeği gördüler, peşinden onlar da koştular. Meğer Akbaş Süleyman’ı tanımış, ona koşuyordu. Ama yenge köpek saldırıyor diye korktuğundan, Süleyman da köpeğin amacını bilmediği için taş atıyorlardı. Havuzun ve evin arka tarafındaydılar. Süleyman’ın kucağında küçük Erinç bebek vardı. Bilge yenge de Süleyman’ın arkasına sığınmıştı. Feyza yalınayak koştu Akbaş’ı tutmaya. Bir yandan da “Dur oolum. O bizim, o bizim” diyordu. Hayvan Süleyman’ın üzerine atlayıp ona sarılmaya, mırıltılı sesler çıkarmaya başladı. Koklayıp etrafında dönüyor, yeniden üzerine abanıyordu. Kızlar ağabeylerine hasretle sarılıp sarmaş dolaş oldular, gözyaşları ile kucaklaştılar. Süleyman’la Bilge kucaklarındaki Erinç’i yağmurdan korumak için sarıp sarmalamışlar ama kendileri sırsıklam olmuşlardı. Nahide sevinçle ellerindeki ıslanmış bavulu aldı, hep beraber eve girdiler.
 
Ağabey Pakize’nin nerede yattığını sordu. Kısaca açıklama yapıp onu odaya götürdüler.
 
“Pakize, canım kardeşim bak ben geldim,” diye girdi kapıdan Süleyman.
 
Bu sözü duyan Pakize gözlerini abisinin sesinin geldiği yöne çevirdi ve cansız, ince, çığlığa benzer bir sesle:
 
“Abecim, geldin mi?” dedikten sonra ağlamaya başladı ama gözyaşı dökmeye bile mecali yoktu.
 
“Bak kardeşim, geldim, seni bütün iyi doktorlara götüreceğim, kısa zamanda iyileşeceksin, tamam mı canım kardeşim?” diye onun incecik kalmış elini avucuna alarak başucuna oturdu.
 
Pakize olur anlamında başını birazcık eğer gibi yaptı. Bu onun son konuşması oldu. Sanki Pakize ölmek için ağabeyinin gelmesini bekliyormuş gibi, bu konuşmadan sonra sessizleşti.
 
Süleyman’ın teğmenlik görevi bitmiş, Elmalı’ya öğretmen olarak tayin olmuş, oraya gitmeden önce ailesini görmek istemişti. Kardeşinin bu kadar hasta olduğunu bilmiyordu. Feyza ve Nahide’yle ertesi gün hangi doktorlara götüreceklerini konuşurken Pakize’nin nefes alışındaki anormalliği ürkerek fark ettiler.
 
Nefesi daha bir hırıltıya dönüştü. Artık dışarıyla bağlantısı kesilmişti. Bu süre bir saat kadar ya sürdü ya sürmedi. Kızcağız son nefesini verdi. Kalan iki kız kardeş ve ağabeyleri aynı anadan öksüz kalmış dördüncü kardeşlerinin acısıyla birbirlerine sarılıp uzun süre öylece kaldılar. Bu ağlaşmaları duyan ev halkı ayaklandı. Her türlü duygu birbirine karıştı. Ne gelene hoş geldin denebildi ne de hal hatır sorulabildi. Zehra Teyze gelip beyaz bir tülbentle Pakize’nin çenesini bağladıktan sonra yüzünü de yine beyaz bir örtüyle kapadı.  “Ben beklerim siz odadan çıkın,” dedi. Kimse dışarı çıkmak istemedi. Kardeşler uzaklardan gelen Akbaş’ın uluma seslerini kendi acılarına ortak gördüler.
 
Pakize’nin ölümü beklenmedik değildi ama bu gece hiç beklenmiyordu. Süleyman kardeşini doktorlara götürüp onu sağlığına kavuşturmak için yapabileceklerini düşünürken kardeşinin son nefesine yetişebilmişti. Şok içindeydi. Bilge’yi çocukla üst kata yatmaya gönderdiler. Üç kardeş Zehra Teyze’ye “Biz bekleyeceğiz sen git yat,” dediler. Küllenmeye başlayan ocağın başındaki minderlere oturdular. Feyza eline aldığı maşayla külleri silkeleyip ateşi canlandırmaya çalışıyordu. Süleyman kardeşlerine baktı. Ağlıyorlardı. Kendilerinden annelerinin ölümüyle alınan yaşamları yine kaderin başka bir cilvesiyle kardeş acısını tadarak sarsılmıştı. Galiba talih onların yüzüne hiç gülmeyecekti.
 
Akbaş hâlâ havlıyor, yağmur da bütün hızıyla yağmaya devam ediyordu. Gece çok ağırdı, sabah hiç olmayacak gibiydi.
 
Ne acı bir tesadüftür ki; son anlarına kadar kar isteyen Pakize’nin, mezara konulduktan sonra nisan ayında mezarının üstüne kar yağmıştı.
 
Not: Roman gerçek yaşam öyküsüdür. Aşağıdaki olay da İkinci Dünya Savaşı yıllarında yaşanmıştır.
 
Toplam blog
: 7
: 85
Kayıt tarihi
: 01.03.16
 
 

Emekli Fransızca öğretmeni, roman, öykü, çocuk öyküleri yazarı ..