Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Haziran '17

 
Kategori
Edebiyat
 

Nisanda Kar (romandan bir pasaj)

Nisanda Kar (romandan bir pasaj)
 

Şehirdeki yeni yapılanma mezarlığın yerinin değişmesini gerektirmişti. Mezarlığın yerine hastane yapılması kararlaştırılmıştı. Gülayşe Ana’nın Hamursuz dağının dibindeki tarlasını yeni mezarlık amacıyla istimlak etmişlerdi. Kadere bakın ki eskiden tütün tarlası olan ve çoğu kez işçilerin başında giden Halide’nin kemikleri, kendi arazilerine taşınacaktı. Murat ilgilenmedi bu işle. Gülayşe Ana’ya düşmüştü mezarları açtırmak ve taşıtmak. Feyza bunu duyunca anneannesiyle birlikte gitmek için ısrar etmişti. Zaten yalnız olan kadıncağız önceleri karşı çıksa da sonunda kabul etmişti. Küçüktü ama çocuk gibi değildi Feyza. Kolay ağlamaz, korkusuz, dirençli, yorulmaz, yardımsever, kardeşlerini kıskanmayan olgun bir çocuktu.

 

 

Bu geceki rüyaları daha başkaydı. Son zamanlarda ölenler hakkında daha çok bilgiye sahip olmuştu. Ölenlerin bir süre sonra kemiklerinin kaldığını, insanları ölünce kefene sardıklarını yeni öğrenmişti. Bunları öğrendikten sonra içine biraz ürküntü gelmişti. Ancak annesini görme merakı hepsinin üstüne çıkmıştı. Annesini görecekti Feyza. Hiç görmediği, bilmediği annesini… Rüyaları karmaşıktı o yüzden. Heyecanlıydı ama bu sevilen birine kavuşma ya da beklenen güzel bir şeye kavuşma değildi. Acıyla karşılaşacağını biliyordu. Annesine sarılamayacağını onun sesini duyamayacağını biliyordu. Buna rağmen anneannesinin yanında dik durması gerektiğini de biliyordu. Çünkü anneannesi annesinden bahsederken hep ağlardı. Çok üzülen bu yaşlı kadına destek olacaktı. Ama kim kimden umutluydu bilinmez.
Sabah kalktı giyindi. Yaz başıydı. Okullar yeni kapanmıştı. Kimseye bir şey dememişti yine. Süleyman daha dönmemişti Balıkesir’den. Nahide’yle Pakize’ye de bir şey demedi. Hızlıca evden çıktı. Zaten herkes işe koyulmuştu. Çiftliğin çıkış kapısından biraz ileride bekliyordu Gülayşe Ana. Elinden tuttu, yürümeye başladılar.
“Korkmazsın de mi güzelim?”
“Yoo, korkman ben. Hem neden korken ki?”
“Hepimizin sonu bu çocum. Emme bazıları çok erken gidiyola, mukadderat. Alla’ın yazdığını bozumeyon. Ben iste midim hepsinin arkasına galmek. Emme işte, galdım yannız başıma.”
“Ben yok mun nene, neden yannız olceksin ki?”
“Vasınız çocum, sizle de olmusanız yaşadıma nalet ededim. Emme sizle yok musunuz, yadigârlam sizle yok musunuz?”
Feyza nenesinin gözlerindeki yaşları şamısının ucuyla sildiğini gördü. Onun da gözleri yaşlıydı.
Mezarlığa vardıklarında kazmacı İsmail Efendi’yi at arabasıyla onları bekler buldular. Dört mezar açılacaktı. Gülayşe’nin annesi, babası, kocası Halil ve kızı Halide’nin mezarları. Hepsi yan yanaydı. Mezarlık tarumar olmuştu. Pek çok mezar açılmış, oraya buraya çürümüş tahtalar saçılmıştı. Çukurları, tümsekleri aşarak mezarlıkta ilerlediler. Bazılarının başuçlarındaki taşlar çukura düşmüştü. Bazıları ise isimsizdi. Herkes mezarının yerini bilirdi burada. Onlar da isimsiz mezarlara baka baka kendi mezarlarını buldular.
Feyza cenneti çok merak ediyordu. Annesinin cennette olduğunu söylemişti Gülayşe Ana. Toprağın altında cennet vardı. Gömülen insanlar iyi insanlarsa cennete giderler, kötüler de cehennemde kaynar kazana atılırlardı. Annesini cennette güzel yerlerde görecekti. Ama annesini başka yere götüreceklerdi. Nasıl olacaktı? Bir türlü aklı ermiyordu. Bu yüzden kafası acabalarla doluydu.
Gülayşe Ana dört tane büyük, beyaz Amerikan bezinden torba hazırlamıştı, kemikleri koymak için. Mezarları kazmaya başladı İsmail Efendi. İlk mezar Gülayşe’nin babasınındı. Kazmayı vurdukça Feyza’nın duyguları korkuyla merak arasında gidip geliyordu. Nihayet topraklar biraz azalınca üstteki tahtaya ulaştı kazma. İsmail Efendi toprağın altında çürümüş tahtaları kaldırdı. Çocuk korkar diye Feyza’ya eliyle uzaklaş işareti yaptı ve Gülayşe Ana’nın verdiği torbaya kemikleri doldurmaya başladı. Feyza bir adım geri çekilip İsmail Efendi’yi izlemeye devam etti. Burası cennet olamazdı. İnsanlar kemik olmuşlardı. Cehennem miydi acaba? Ama kaynar kazan, kesilen kurbanlara binilerek geçilen sırat köprüsü neredeydi? Kazılan yerden yol mu gidiyordu? İsmail Efendi üzerindeki kefen parçalarını kenara atıp kemikleri tek tek eline alıyor, bulandığı nemli toprağı silkeleyip torbaya koyuyordu. Nihayet bütün kemikleri topladığına emin olduktan sonra torbanın ağzını bağladı. Ardından anneannenin annesinin ve kocasının mezarları açıldı. Onların da kemikleri ayrı ayrı torbalara kondu. Orada da durum aynıydı. Demek bunlar aynı yerdeydiler ama kesinlikle burası cehennemdi.

7c785ed6d06f0c9e6fc9dc8a4eed01ce
Gülayşe Ana evlat acısıyla çabucak yüzleşmemek için olsa gerek Halide’nin mezarını en sona bırakmıştı. Yedi yıl olmuştu Halide öleli. Hâlâ tazeydi acısı. Oysa Feyza bir an önce görmek istiyordu annesini. Merakı iyice artmıştı. İsmail Efendi annesinin mezarını kazmaya başladığında mezara daha da yaklaştı. Adam kazması tahtalara ulaştığında kafasını kaldırıp yanında heyecandan titreyen çocuğu görünce uzaklaştırmak istedi yine. Ama Gülayşe Ana ona ‘bırak kalsın’ işareti yaptı. Feyza’nın bu anı beklediğini biliyordu. Elinden tuttu yanına çekti, koltuğunun altına aldı. Kazma vurulmaya başladığında Feyza’ya daha sıkı sarıldı. Tahtalar kalktıkça kadıncağızın gözyaşları yeniden akmaya başladı. Önce siyah çizgili kahverengi bir battaniye göründü. Hastalığı zamanında Halide’nin yatmaktan sırtında yaralar olmuş, “ben yerde yataman, beni battaniyeye sarıp öle gömün” diye vasiyet etmiş, onu da öyle gömmüşler. Bunları sonradan öğrendi Feyza.
İsmail Efendi battaniyeyi kaldırmak için ucundan tuttuğu anda parça elinde kaldı. Erimişti battaniye. Feyza hem ağlıyor hem de annesine bakıyordu. İskelet halinde kalmıştı. Her kemik kendi yerinde sıralı bir halde duruyordu. Kolunun ucunda parmakları dizili halde kemiğe dönmüştü. Sol yanına yatırmışlar, başını da kıbleye çevirmişlerdi. Siyah saçları toprağın üzerinde, bir kısmı kafatasının kenarında, olduğu gibi duruyordu. Yüzü yoktu. Ne göz ne ağız ne de burun. Sadece ön dişinin birinin eksik olduğu çene kemiği görünüyordu. Sağ elinin bilek kemiğinde üç tane cam bilezik takılıydı, ikisi beyaz biri mavi. Bu bilezikler modaymış o zamanlar. Belki de şifa olduğu söylenmiştir. Gülayşe Ana’nın ve küçük çocuğun hıçkırıklarını duyan İsmail Efendi de birçok mezar açmış olmasına rağmen duygulanmıştı. O yüzden kemikleri çok yavaş hareketlerle toplayıp bir tören yaparmış gibi torbaya koyuyordu. Anneannesi bilezikleri almak istedi. İsmail Efendi kol kemiğini tutup bilezikleri çıkardı. Gülayşe Ana’nın açtığı mendilin ortasına koydu. Gülayşe Ana bileziklerin olduğu mendili itinayla bir çıkın yaptı. Kadıncağız bunları yaparken bir koluyla da gözlerini siliyordu. İsmail Efendi sonunda kemikleri toplamayı bitirdi ve torbanın ağzını bağladı.
Feyza günlerce görmeyi beklediği annesini işte böyle görmüştü. Annesi cennete gitmemiş toprağın altında kalmıştı. Ne düşüneceğini bilemiyordu. Sanki ona göre annesi şimdi ölmüştü. Annesinin kafatasında saçlar vardı, güzel, siyah gibi görünen saçlar. Demek ki uzun saçlıydı annesi. Annesini hayal etmeye çalıştı bir süre ancak bu kemiklerden bir şey çıkaramıyordu. İnsan şekline getiremiyordu bir türlü. Bu duygular içinde sarsılırken boş kalmış kazılı mezarların başından torbalarla ayrıldılar.
Bundan sonraki yıllarda annesi aklına geldiğinde gözlerinin önüne hep o gün yaşadıkları geliyordu. Rüyalarında ise kemikleri ve siyah saçları görüyordu. Yana doğru akmış, hiç yıpranmamış siyah saçları. Ve battaniye. Annesinin sarılı olduğu kahverengi battaniye. Ne zaman üzerine bir battaniye örtülse ürperiyordu. Oysa bu yaşadıkları ömür boyu battaniye tercihinde kahverengi rengi hep başta getirmişti.
At arabasıyla yeni yapılan mezarlığa gittiler. Yan yana açılmış dört yeni mezar vardı. İsmail Efendi’nin işi burada kolaydı. Torbaları sırayla mezarlara koydu. Üzerine yeniden yan tarafta hazır bekletilen tahtalardan dörder beşer tane koyduktan sonra yandaki toprak yığını mezarlara kürekle iteledi. Gömülme işi daha çabuk olmuştu. Gülayşe Ana dudaklarını kıpırdatarak hepsine birden duasını okudu. Feyza da onu taklit etti ancak bu durum hiç beklediği gibi olmamıştı. Annesinin yüzü hâlâ yoktu.
Kızlar annelerinin bileziklerini hatıra olarak saklamayı istediler. Fakat inanışa göre ölü elinden çıkan bilezikler deli denilen insanları iyileştirirmiş. O yüzden akıl sağlığı bozuk olan Deli Hüseyin’e verildi bilezikler.

 
 
Toplam blog
: 7
: 85
Kayıt tarihi
: 01.03.16
 
 

Emekli Fransızca öğretmeni, roman, öykü, çocuk öyküleri yazarı ..