- Kategori
- Siyaset
Nuray Mert ve Fetullah Gülen

Yok, Nuray Mert Fetö’cüdür diyecek değilim. Hoşa gitmeyen herkesi ve her olayı Fetullah Gülen terör örgütü ile ilişkilendirmenin zaten artık ciddiye alınacağı bir tarafı kalmadı. Bu daha çok geçmişteki kişisel yanlışları gizlemenin bir şablonu ve göze girmenin fazlaca ucuza kaçmaya başlayan yolu haline geldi.
Kendi açımdan Nuray Mert’i, Kürşat Bumin ile birlikte katıldığı NTV’deki canlı tartışma programlarında tanımaya başladım. O zamanlar çok ses getiren ve katılımcılara büyük sükse sağlayan bu açık oturumlar, dizilerden daha çok ilgi çekiyordu. Nuray Mert kendinden emin tavırları ve gelmiş olduğu laik kesimi eleştiren ve henüz yeni ve de acemi olan muhafazakâr iktidarı kollayan veya haklı çıkaran ters köşe çıkışlarıyla sivriliyordu. Kürşat Bumin ile beraber “vesayetçi” laik kesime karşı muhafazakâr kesim tarafından hoşa giden hatta mest eden sağlam bir blok oluşturuyorlardı. Bunun dışında o zamanlar baskıcı Atatürkçülüğe ve katı laiklerin küstahlıklarına karşı gelen, tüm komşulara kollarını açan, Kürt açılımıyla AB ve ABD’den övgü toplayan, Kemalist katılığa karşı İslami hümanizmayla çevrelenmiş çoğulcu demokrasiyi savunan iktidar, ülkemizde de genel olarak entelektüel veya eğitimli çevrelerin sempatisini topluyordu. Deniz Baykal yönetimindeki CHP’nin bu tür programlara hep bilinen eski köhne isimleri çıkarması, Nuray Mert’in bu partiyi doğu blok politbüro olarak adlandıran çıkışlarını fazlasıyla haklı çıkarıyordu.
AKP, genç ve dinamik lideri Erdoğan ile yurtdışında övgü üzerine övgü alırken, köhnemiş kadrosu ve baskıcı Baykal liderliğindeki CHP ise tutucu Kemalistler olarak anılıyordu. Bu dönem aynı zamanda örneğin yakından takip ettiğim Der Spiegel gibi dergilerin Türkiye ile ilgili yüz seksen derecelik dönüşle olumlu ve de renkli haberler yayınlamaya başladıkları dönemdi. İlginç olan, Türkiye’de yeni modernist dönemin öne çıkan isimleri olarak Ali Bulaç veya Mustafa Akyol’a ve onların laiklik ile dindarlıkla ilgili yorumlarına yer verirken, Türkan Saylan’ı kızıl saçlı çelik bir Kemalist olarak tanıtmaları ve onun cüzamla ilgili çalışmalarından tek satırla olsa bahsetmemeleriydi.
Beni burada hep şaşırtan, genel olarak değerlerine çok daha yakın olan Atatürkçü laik kesimin Batı tarafından bu kadar dışlanması, buna karşın çok daha farklı oldukları İslami kesimin bu kadar el üstünde tutulması oldu. Yine de genel olarak eskiden hep küçücük olumsuz siyah beyaz haberlerle yer alan Türkiye’nin, artık dünya medyasında farklı ve renkli makalelerle hatta özel sayılarla yer alması hoşuma gidiyordu (bkz. “Türkei” – Var mı Bizi Almanlardan Daha İyi Tanıyan?). İşte bu iç ve dış gelişmeler Nuray Mert, Can Dündar, Cengiz Çandar, Hasan Cemal, Ahmet – Mehmet Altan, Orhan Pamuk, Ece Temelkuran vs. gibi solcu veya liberal olarak anılan veya görülen gazeteci veya akademisyenlerin özellikle Kürt açılımı şemsiyesi altında iktidara destek veya kısmen destek vermelerini kolaylaştırıyordu. Aynısı Nazlı Ilıcak, Mustafa Akyol gibi sağcı veya yeni yetme Nagehan Alçı gibi genç gazeteciler için de geçerliydi.
Gerici olarak anılan muhafazakâr iktidar, ilerici olarak anılan sol veya liberal kesimden destek görerek kendini demokrat ve çoğulcu olarak sunuyor, destek verenler de hem muhafazakâr kesimden alışkın olmadıkları ilgiyle övgüye hem de alışkın olmadıkları makamlarla maddi imkânlara kavuşuyorlardı. Bu bağlamda aktörleri arasında bir “saadet devri” söz konusuydu. Bugüne kıyasla da her şeye rağmen çok daha açık ve de özgür bir tartışma ortamı mevcuttu. Atatürk Cumhuriyetini Batı’nın prototip kara propagandası ile karalama karşılığı Orhan Pamuk’un Edebiyat Nobel Ödülü’nü alması ve törende Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Türkiye’de gördükleri baskılarla ilgili olarak karşılıklı gülümseyerek paslaşmaları, sanırım aynı zamanda Batı ile flört döneminin de zirvesini oluşturdu.
Fetullah Gülen ise AKP’nin bu dış itibar devrinde, gerekli olan “entelektüel” desteği sağladı. STV’nin ilk kuruluş yıllarındaki, Pazar günü tüp bittiği için “Hanım!” diye seslenen evin erkeğine sıcak su taşıyan başörtülü anne reklamlarının veya anne ile oğlun muhabbetini ütü yaparken mutlu mesut gülümseyerek izleyen gelin dizili geleneksel anlayışın yerini, Zaman gazetesi gibi muhafazakâr ama kaliteli ve zengin içerikli yayınlar almaya başladı. Etyen Mahçupyan gibi azınlıktan olanlara ve yabancı gazetecileri de yer vermeleri, onları daha geniş ufuklu gösterdi. Aynısı haber kanalları için de geçerli oldu.
Ayrıca saçı sakalı birbirine karışmış kaba ve pejmürde yerine eğitimli ve kravatlı temiz görünümlü nazik dindar tipini benimsemeleri, modern Müslüman imajı olarak algılandı (kadınlarla ilgili bu imaj ise çok çocuk doğuran eğitimli anne olarak kaldı). Bizzat eğitimli kadroları sunmaları da öyle. Bu bağlamda özellikle dershaneler, dar gelirli kesimler için çocuklarını dindar ama aynı zamanda eğitimli ve başarılı yetiştirme şansı olarak görüldü. Fetullah Gülen’in muhafazakâr veya dindar kesimde asıl itibar görmesini sağlayan bu umuttu, sundukları dindar ile modern vizyonun buluşmasıydı. Burada derinde yatan asıl sorun, dindar kesimin kendini rağbete açık olarak yetiştirmesi yerine karşısındakini düşman olarak görerek ve yanıltıp zayıflatarak güçlenmeye çalışmasıydı. İktidar ile cemaat kavgasıyla beraber bu anlayışın tüm çıplaklığıyla ortaya çıkması nedeniyle amansız düşmanlık da başladı, bir nevi gizli silahın düşman olarak görülene ifşa edilmesi gibi. Özünde dinin temel değerleriyle tümüyle çelişen bu yaklaşım yüzünden en çok yıpranan da din olgusu ile dindarlara bakış oldu. Bu anlamda ilahi kurallar yine eksiksiz işledi. Dindar veya inançlı olmak, yanlışın sonucundan kaçmayı sağlamıyor. Nasıl ki dindar veya inançlı olmamak, doğrunun sonucunu almaya engel değilse.
Gezi olayları ve 15-27 Aralık operasyonları, iktidar karşıtı kesimlerdeki hoşnutsuzluğun ve içteki çekişmenin dışa vurulmasından başkası değildi. Tabii ki dünyanın egemen güçleri her daim kendi menfaatlerini kollar ve zayıf düşen ülke veya bölgelerde hâkimiyetlerini pekiştirmeye kalkarlar. Ama birincisi bizdeki İslami emperyalizm heveslileri de zaten bundan farklı düşünmüyorlar, ikincisi öncelikle suç kendini bu zayıf konuma düşüren toplumdadır. Dindarın dindarla bu kadar kavgaya tutuşmasında sadece dış etkenleri suçlayıp kendi içindeki yanlış yaklaşımları eleştirip düzeltmemek, patinaj yapıp daha derine gömülmekten başka ise yaramaz.
Nuray Mert’e gelince, zamanındaki ters köşe çıkışları belki sivrilmesini sağladı, ama laik kesimde çoğulcu demokrasi kılıfı altında iktidara yaranmak için kendinden olanı arkadan vurmak olarak algılandı. Laik kesim kendini Erdoğan ve iktidar ile ilgili tüm öngörülerinde haklı çıkmış olarak görüyor. Zamanında verilen dış desteğin de, sadece Kürtler ve Kıbrıs konusunda çözülmeyi sağlamak için verildiğine inanıyor. Batı değerlerine çok daha yakınken, sadece daha akıllı ve vatansever oldukları için dışlandıklarına inanıyorlar. Bu açıdan Nuray Mert ve benzeri isimleri affetmiyorlar. Bu arada belirtmem gerek, ilk zamanlardaki yazıları çok anlaşılmazdı, ders veren hoca edasındaydı. Şimdilerde daha yalın ve anlaşılır bir dil edindi.
Medya derseniz, genel olarak içler acısı bir vasatlıkta. Farklı ve orijinal yaklaşımlar ve kaliteli gazetecilik kalmadı gibi. Ana akım medyadaki tüm kaliteli isimler ekarte edildi, iktidar medyası ise tüm köşe yazarları dâhil parti propaganda makinesine dönüştü. Olumlu istisnalar hariç, kimler tarafından okunuyorlar cidden merak ediyorum. İçlerindeki laik kesimden gazetecilerin ise iktidara yakınlıktan ziyade kendi kesimlerine olan nefretleri ağır basıyor. Zaten bu yüzden tutuluyorlar, ancak keskin sirke üsluplarıyla en başta toplumsal barışı dinamitliyorlar. Maddi kişisel refah karşılığında.
Batıyı ise anlamak zor, Atatürkçü ve laik kesimi - bazen haklı nedenlerle - hep hor görürken, kendi değerlerine uzak İslami bir iktidara başta bu kadar destek verip şimdi de bu kadar nefret etmek biraz çelişkili kaçıyor. Sanki bir yönüyle Erdoğan bu uzlaşmaz ve kavgacı üslubu Türkiye’yi izole etmek için içten içe hoşlarına gidiyor gibi. Türkiye’deki demokratik kesimleri desteklemek yerine, yangına körükle gitmeyi tercih ediyorlar gibi. Oysa Türkiye bir parti ve onun liderinden ibaret değil. Bu arada sanki sol liberal isimler ve kesimler de aynen Batı’ya paralel şekilde, baştaki sınırsız desteklerini sınırsız nefrete dönüştürmüş durumdalar.
Cumhuriyet gazetesine gelince, iki twitter mesajımla özetlemek istiyorum:
“Anladık, Nuray Mert orada yazmaya layık değil ve en iyi/ilkeli muhalif gazete. Peki, o zaman Cumhuriyet neden sadece 40-50 bin okunuyor?”
“Ya da bu ülkenin yarısı ölümüne muhalifken ve daha çok okuyan toplumsal kesimini oluştururken, Cumhuriyet neden sembolik tirajını aşamıyor?”
Zuhal Nakay