- Kategori
- Eğitim
Öğrencilerimden mektuplar(2)
Bu kez anlatma sırası bende Hocam,
En eski anım 5 aylık olsa da…
Merhaba… Sevgiyle başlayan her gün için, çocukların yüzlerindeki eskimiş masumiyet ve kırılgan hayaller için.
Merhaba…
Gurbet derlerdi de iç çekerek, ahlamazdım nedir insanları yaralayan bu sebep, niye gurbete gidenler kahırla döner sılalarına. Ömrünün en verimli yıllarını acemi bir gurbetçilik hissiyatıyla geçireceğim, türüne az rastlanır problemlerle cebelleşeceğim aklıma gelmezdi benim. Ancak, bu işler akılla danışılarak planlanmış işler değil; bu işler yakasından tuttuğu gibi insanı kendine aynada yabancılaştıran işler.
Öğretmenliğime ilk başladığım hafta ev problemi nedir, onu tattım. İnsan yurduyla yuvasıyla insan. “Benim” diyebileceğim bir köhne evim dahi yoktu bu yabancı şehirde. İlk zaman emaneten “tanıdık” yoluyla kaldığım tanımadık evler, “bana git artık” diye bakıyormuş gibi gelen gözler... Döktüğüm –ama içime- milyonlarca damla gözyaşı, mağrur başım… Hüsranla başlamış bir yolculuğun daha ilk kilometrelerinde pes etmek üzereydim sanki. Öğretmen Lisesi’ne belletmenlik için başvurup, kabul edildikten sonra içine tek ayağımı sığdırıp diğerini dışarıda bırakmak zorunda kalacak kadar küçük bir odaya yerleşmekse tam bir fiyasko. Kendi imzam ve başvurumla hapsolmak için o küçücük odada yaşamayı teklif ediyordum. Gülmeyin hocam ama, tamı tamına 3 gün kalabildim o karanlık ve devasa binanın 2 metrekare odasında. Yükledim yine kocaman 3 bavulu, ki biri benim kadar var, ağlaya ağlaya yeni bir çatı bulmaya. Ah hepsini anlatamam, kağıt yetmez vallahi. Sonunda bir anaokulu öğretmeni arkadaşla tanıştım. O da aynı benim gibi, şaşkın ve stajyer. Bana kaldığı evdeki daha doğrusu odasındaki bir köşeyi paylaşma teklifinde bulundu. Hızır Aleyhisselam illa ki seher vaktinde gelecek diye bir şey yok dedim içimden… Ve tabii ki kabul ettim. Elbise dolabı yaptırdım., bir de tahta sedir. Üzerine bir yatak, bir de uyku seti, yanına küçük bir televizyon… İşte bütün servetim. Yalnızdım, hem de yapayalnız.
Kısmetini bekleyen bekar erkek öğretmenlerden tutun da, gözleri oğluna veya akrabasına layık (?!!) hanım hatun bir de 657’ye tabii kız arayan laf anlamaz insanlar. Birkaç hafta sonra “Sen benim kızım sayılırsın” diyen herkesten bağıra çağıra kaçmaya başladım.
Okulum, “Sınıf Yönetimi” alanı ve kitabının anlattığının kaç katı daha sorunlu sayılabilecek öğrencilerle dolu. Daha atanmamın ilk haftasında yöneticilerin tehditkar tebrikleriyle (?) tanışma şerefine nail olmuştum. Daha Bismillah dedim yaa, ne oluyoruz?!!
Sorunlu öğrenci tipleri başlığı altında sıralarsak şu şekilde küçük bir istatistik oluşturulabilir.
a) Yetiştirme yurdu öğrencileri: Her sınıfta en az 5-6 tane, kimi dertli, kimi sorunlu.
b) Köyde yaşayan öğrenciler (Taşımalı öğrenciler): her sınıfın hemen hemen tamamı, temizlik sorun başlı başına, Türkçe konuşmak veya Türkçe metin okumaksa kaos adeta.
c) Hiperaktif ve Hiperpasif öğrenciler: Bunlar sanki seçilerek konulmuş her sınıfa.
d) Dövüşmeye hazır horoz tipler: Bunlardan her sınıfta en az 3-4 tane bulmak mümkün.
Öğrenci tiplerini çoğaltmak bana göre öyle kolay ki! Şimdilik, bu dört öğrenci tipinin yanında bir de OKS tutkunu, hayata şıklarla bakan robot tipleri de sayarsak, rahatlıkla 5 öğrenci tipinden bahsetmiş oluruz.
Beni en çok etkileyen Yetiştirme Yurdu öğrencileri oldu. Haa unutmadan “Kaynaştırma eğitimi” adıyla bu öğrencileri başımıza üşüştüren sistemi de zikredeyim.
8. Sınıflarda Hocam, okuma-yazma bilmeyen öğrenciler bile var. Bunları geçirmelerinin mantığını anlayamadım hala. Diplomalı cahillerden oluşacak yeni bir insan topluluğu daha oluşturulmak üzere. Bunlar da ileride, hak hukuk demeden, birilerinin dümen suyunda giderek Profesör olur, hatta dekan olursa hiç şaşırmam inanın.
Öğrencilerle okul bahçesinde top oynamamdan tutun da, giyim tarzıma kadar dedikodu malzemesi oluverdim insanların. Basmakalıp İlahiyatçı tiplerden olmak niyetinde değilim. Sonuna kadar direneceğim.
Dün bir öğretmen yanıma geldi, dedi ki “Hoca hanım bir şeyi fark ettim sizde”. Allah Allah dedim içimden, ne olabilir diye sorarcasına baktım sadece. Korktum da içten içe çünkü. “Yine bir haylazlık mı ettim acaba?” dedim kendime. Hoca dedi ki, “Öğretmenliğinizin ilk ayında sınıf defterine konuyu, dersin adını, imzanızı öyle bir yazışınız vardı ki adeta hayranlıkla inceliyordum. Sonra yazı tipiniz gitgide değişti, dersin adını daha da kısaltarak yazmaya, imzanızı daha karışık atmaya başladınız. Biz 3 senede yorulduk, siz belli ki 3 ayda yorulmuşsunuz”. Çok şaşırmıştım. Böyle bir tespiti beklemiyordum açıkçası. Sınıf defterlerini inceledim. Aynen öyle.
Ne oluyordu bana? Biri bana tokat mı atmalıydı veya kendime gelebilmenin yollarını mı düşünmeliydim?
Size yollayacağım 2. mektupta belki kendime yeniden gelişimi anlatırım kim bilir?
Kendi kendime planladığım ders içi etkinliklerden bazıları:
1-Öğrencilerden “Ben bir musluğum veya çeşmeyim” dramasıyla ders işlemek.
2-Vatan, savaş, zekat, paylaşma gibi konularda tiyatrodan yararlanmak.
3-Bazı konuları işlerken, kendi yaptığım maketlerden yararlanmak.
4-Ders konularıyla ilgili, yetkililere mektup yazdırmak.
5-Ezber çalışmalarında, kartlardan yararlanmak, mukavva üzerinde sıralama yaptırmak.
6-Konferans verdirmek.
7-Müzik dinleyerek, hikaye yazdırmak.
“Burada beni mutlu eden en güzel şey öğrencilerimin bana olan sevgisi.”
ŞİMDİLİK HOŞ KALIN. 20.03.2007.
Öğrenciniz: ……… ………
NOT 1: Mektubu internet sayfama koymak istiyorum. 13.09.2007.
NOT 2: Tabi ki istediğiniz gibi değerlendirebilirsiniz. Yarım kalan bir mektubum var. Okul başladıktan sonra göndereceğim onu da. Saygı ve selamlar. 13.09.2007