- Kategori
- Dilbilim
Önce dili kirletirler
Bir toplumu millet yapan ve ulus olarak yaşamasını sağlayan kültürüdür. Kültürün de dil ve düşünce ile sıkı bir bağı vardır. Bunlar birbirlerinin olmazsa olmazıdır. Toplumun sözlü ve yazılı tüm kültürel değerleri dil ile aktarıldığı için, dil kültürün temel öğesidir. Ayrıca dil toplumun düşünce yapısını da yansıtır dolayısıyla dil olmadan düşünce, düşünce olmadan da dil gelişemez; dili ve düşüncesi gelişmemiş bireyler de yaratıcı olamaz. Bu tip insanların oluşturduğu bir ulus, haritasını da uzun süre koruyamaz.
Bireyleri birbiri ile kaynaştıran ve onları uyumlu kılan niteliğiyle, dil kültürün en değerli hazinesidir. Ama ne yazık ki Türkçemiz bizi terk etmeye hazırlanıyor. Herkes eline bir keser almış, yontup duruyor güzelim dilimizi.
Dilin yok olması kirlenme, yabancılaşma ve yozlaşmayla başlar. Dilin doğal yapısına yabancı öğeler yoğun bir şekilde karıştırılırsa, dil kirlenir ve her türlü kirlenmeden uzak tutulmazsa, dil yok olup gider. UNESCO verilerine göre dünyada kullanılan 6 bin dilden yarısı bu nedenle yok olma tehdidiyle karşı karşıya bulunuyor.
Türkçe için de tehlike çanları çalmaya başladı diyebiliriz. Dilimiz Batı dillerinin, bir zamanlar Fransızca, son yıllarda da İngilizcenin kelime akınına uğradı ve ne yazık ki bu istila dizginlenemez bir duruma geliyor. Dilimize bu yabancı sözcükler bazen teknoloji ile birlikte, bazen de yabancı sözcük kullanarak ne denli bilgili ve kültürlü olduğunu kanıtlamaya çalışan, bilgiçlik taslayan ya da kendini diğerlerinden farklı görmek isteyenler ile onlara öykünenler yüzünden giriyor.
Yeni bir ürünü zahmet edip ona Türkçe bir ad koymadan yabancı dildeki adıyla piyasaya sürüyoruz. İşin ilginç tarafı da bu yabancı sözcüğü doğru telaffuz edemiyor, kendi dil yapımıza uydurmaya çalışıyoruz. Onu ya bildiğimiz bir sözcüğe benzetiyoruz ya da önüne gelenin önüne geldiği şekilde kullandığı birkaç sözcük ortaya çıkarıyoruz. Örnek olması bakımından kara ulaşım araçlarının kullandığı lastiklere bir bakalım: Bunların bir kısmı iki parçadan oluşur. Lastik patladığı zaman, içindeki bölüm çıkarılıp onarılır, şişirilir ve içi su dolu büyükçe bir leğende döndürülerek kontrol edilir sonra da dış parçanın içerisine yerleştirilir. Onarılan bölümünün adı sorulsa, verilecek yanıt, büyük olasılıkla şambiyel, şambiyer, şamyel, şambrel olacaktır. Kökeninde “havalı oda” anlamına gelen bu sözcük Fransızcadır ve şambraer diye okunur ama böyle diyeni ne gördüm ne de duydum. Tüples adı verilen bir lastik türü daha var: Bu da İngilizce bir sözcüktür, “tubeless” diye yazılır ve “tüpsüz” demektir. Bu sözcüğü dubles ya da dubleks diye söyleyenlerin sayısı oldukça fazladır.
Sadece bunlar mı? Kesinlikle hayır. Binlerce örnek bulunabilir. Ama “ Bu işin malî portresi” tümcesi, gerçekten insanı aşırı derecede rahatsız ediyor. Portre başka porte başka. Bir işin maliyetinin resmini mi yapıyorlar ki adına portre diyorlar? Bugüne değin “ Bu işin malî portesi” diyeni de çok az duydum. En son duyduğum cümle ise “koordinatlarınızı verir misiniz?” oldu. Fransızların adres yerine kullandıkları “koordone” lafını mı demek istedi inanın anlayamadım. Bunların dışında Türkçede karşılığı olan baybay, çaav, çüüs, nasıl yazılacağını bile bilemediğim bir ünlem vuaav gibi sözcükleri kullananların mantığını da anlamakta zorlanıyorum.
İşin ilginç yanı yabancı sözcükler yerli yerinde de kullanılmıyor. Örneğin Ermenilerin Suriye'ye nakledilmesi olayından söz edilirken, aramızdan bazıları, bilerek ya da bilmeyerek kullandığı “deportasyon” sözcüğü ile Ermenilerin mağdur taraf olduğunu, çok acı çektiklerini kabulleniyormuş gibi bir izlenim uyandırıyor. Fransızca bir sözcük olan deportasyon, bir cezadır ve bu cezayı çekecek olanlar yurt dışındaki bir toplama kampına gönderilir. Deportasyona tabi tutulanlara bir yakınlık duyulur, onlara acınır. Düşman ordusu ile işbirliğine giden, çeteler oluşturan, kentleri basan, insanları öldüren, devlete isyan eden bu azınlık bir Osmanlı toprağı olan Suriye’ye gönderilip orada geçici olarak iskân ettirilmişlerdir. Savaş sonrasında da geri dönüş kararnamesi çıkartılmıştır. Tüm bunlar deportasyon tanımına da aykırı. Bunun adı, olsa olsa tehcir, sürgün ya da göçtür.
Bilindiği gibi 1453 yılında İstanbul Osmanlıların eline geçti. Bu olayı bir bizim açımızdan bir de Doğu Roma İmparatorluğu yandaşları açısından ele alalım: Bizim için mutluluk ve gurur vericidir. Bu nedenle de “İstanbul’un fethi” diyoruz. Karşı taraf için ise, bu bir kayıptır ve hüzün vericidir. Batı dillerinin çoğunda da bu olay “İstanbul’un düşüşü” diye geçer. Onların “ fetih” sözcüğünü kullanmalarını düşünmek saflık olur. Bu durumda nasıl oluyor da bizim beyler, tehcir, sürgün ya da yeniden yerleştirme yerine deportasyon sözcüğünü kullanılıyor?
Fazıl hüsnü Dağlarca ”Türkçe bizim ses bayrağımızdır” demişti. Bu denli kirletilmiş bir bayrağı nasıl teslim edeceğiz gelecek kuşaklara? Bu kirlenme, bu yozlaşma daha nereye kadar gidecek? ”Ülkesini‚ yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti‚ dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır, ” diyen Mustafa Kemal Atatürk’ün bu vasiyeti nereye gitti?
Dilimizin doğru kullanılmasının sağlanması, kirliliğin önlenmesi ve günlük hayatta temiz bir Türkçe ile bu millet ayakta kalabilir. Diline sahip çıkmayanın bir gün gelir coğrafyası da olmaz. Vatanına, milletine sahip çıkmak isteyenlerin kültürüne, bunun için de önce diline sahip çıkması gerekmektedir.