Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Mayıs '11

 
Kategori
Deneme
 

Ortaya karışık 3

Ortaya karışık 3
 

Geçen gün rüyamda gördüm ki, arabanın anahtarı ikiye ayrılmış bir şekilde, 10 sene önce ailecek oturduğumuz eve, Beşiktaş Jimnastik Kulübü tarafından postalanmış ve ben bunu posta kutusundan aldıktan sonra 3. kattaki dairemize çıkarken bastığım her basamak yok olmaya başladığı için, hızlı hızlı çıktım basamakları ve kapıyı açan kişi annem olmamasına rağmen ona sarıldım; kardeşim de büyümüştü, bir ben küçük kalmıştım. Bu aralar rüyalarım pek karman. Bir de çorman. 

Bir keresinde yine motorla Üsküdar'dan Beşiktaş'a geçiyorum, karşımdaki koltuğa bir hatun kişi oturdu. Her zamanki gibi göz göze gelmemeye çalışarak kestim kendisini, normal bir insandı işte. Sonra kitabımı okumaya devam ettim. Hatun kişi de başladı makyaj yapmaya. 6 dakikalık yol boyunca adını hatırlamamakta ısrar ettiğim şeyleri yüzüne, gözünün kenarına, dudaklarına falan sürdü durdu. İnmek için kitaptan başımı kaldırdığımda karşımda, aynı elbiseler içinde farklı bir insanın oturduğunu gördüm. Makyaj önemli bir şey. 

Bu arada ''Büyükşehir Belediyesi Çalışıyor'' ne kadar gereksiz bir ifade. Ne kadar gereksiz? Çok. Belediye çalışmayıp ne yapacak idi? Kurulma, seçilme amacı çalışmak, üretmek, var olanı geliştirmek, olmayanı getirmek olan bir kurum, neden çalışma eylemini gerçekleştirdiğini dile getirme ihtiyacı duyar ki? ''Öğretmen derse geliyor.'' demek kadar gereksiz şeyler bunlar. 

''Saat kaç?'' sorusuna ''Çok.'' diye cevap veresim geliyor bu aralar. Bir sayı olsam, asal sayı olurdum, öyle önüne gelen beni 3'e, 5'e bölemezdi. Ayrıca bir daha dünyaya gelsem, çok amaçlı çakı olmak isterdim. Bu dönem dokuz ders aldım. İşletme öğrencisi olarak Sapkın Davranış ve Suç Sosyolojisi gibi bir ders de aldığımı düşünürsek, önümde pek bir zencefilli final dönemi bulunmakta. Geçen gün tüm sınavları alt alta küçük bir kağıda yazıp masamın köşesine koydum. Her sınav bittikten sonra eve geleyim, çizik atayım, mutlu olayım dedim. Sınavları alt alta yazınca sanki hepsine çalışmış ve hazırmışsıncasına bir rahatlama geliyor, aslansın, kaplansın şeklinde iç sesler harekete geçiyor. Bence finallere kafa olarak hazırlanmanın ilk koşulu onları alt alta yazıp masana koymaktır. 

Amerikan filmlerinden aşina olduğumuz ''psikolojik rahatlatma'' seanslarına ben de katılmak istiyorum. Acaba bizim yalnız ve güzel ülkemizde de bu uygulamadan var mıdır? Seans yöneticisi, ne acılar çekmiş, kısa saçlı kadın, ''Şimdi Aytaç'a merhaba diyoruz.'' desin ve diğer ne acılar çekmiş seans arkadaşlarım beni alkışlasın ve bana gülümseyerek baksınlar. Ben de ne acılar çektiğimi anlatayım bu pıtırcanlara. Sonra el ele tutuşalım ve hayatın ne kadar güzel bir şey olduğunu birbirimize tekrar edelim. Hep bir ağızdan ''Yaşamalıyız, çünkü hayat yaşamaya değer.'' diye bağıralım. Sonra mutlu pıtırcıklar olarak alkışlarla seansı bitirelim. Bir sonraki hafta yine ne acılar yaşamış olarak bir sonraki seansta buluşalım. Bence bu 1-2 saatlik seans dışında, o insanların hayatları ''ne acılar''la geçiyor. 

Minibüste bazen panik içinde olan, ev ortamından birkaç saatliğine, muhtemelen halledilmesi gereken bir zorunluluk nedeniyle dış dünyaya açılma babında çıkmış teyzeler görüyorum. Gözleri fıldır fıldır oluyor ve yüksek sesle konuşuyorlar. Konuşmak zorunda kaldıkları noktalarda konuşuyorlar tabii, ''Üsküdar ne kadar?'' ya da ''İnecek var, şu köşede, yok bu köşeyi kastetmedim, diğer köşebaşı, kuşbaşı, kuşbakışı…'' Bunların evlerini uzay üssü olarak hayal ediyorum. Sağlık ocağına gitmek, ya da Makbule teyzeye altın günü ya da Melahat abladan alınmış zeytinyağlı dolma tabağının, kısır doldurulmuş bir halde geri verilmesi gibi işler nedeniyle üssü terk ederek dünyaya inmiş kişiler gibime geliyorlar. Minibüste dar alandaki paniklerini keyifle izliyorum. Tek odak noktaları ve problemleri kazasız belasız üsse dönmek olduğu için onlara imreniyorum. (Bazen de Ezel'e çok imreniyorum. Adam neredeyse her bölümde, bir insanın hayatta yaşayabileceği en büyük buhranları yaşıyor, 2 dakikada sindiriyor, sonra arabasına atlayıp bir sonraki hedefe doğru yol alıyor.) 

Kafamda bazen ilginç fikirler beliriyor ancak bir türlü anlatamıyorum. Böyle, tıynet gibi şeyler. Tadı da kekremsi olan. Hani herkesin adını duyduğu, ama ne olduğunu bilmediği, hemen çıkaramadığı türden şeyler. Ertesi gün derse gitmeme kararını gece aldığında çöken hüzünle karışık mutluluklar gibi. Ya da kulaklığın gece sen uyurken birbirine karışan kabloları gibi. Ya da bazen ampul patlar ya hani, sonra dersin acaba birkaç saniye sonra lambaya bassaydım, ya da daha yumuşak bassaydım patlamayacak mıydı? Ve cevabı hiçbir zaman bilemeyeceksindir ya, onun gibi. Ekspres kasalara hep güzel kızların denk gelmesi gibi. Ya da, çetrefilli demek yerine zencefilli demekten daha çok keyif almak gibi. ''Şarkı sözleri yazdığımız, kırık hayallerle saklı defterimizin arasına koyup unuttuğumuz Kasım'dan kalma çiçekler'' gibi... 

Aşk nefrete ne yakınsın. Psikolojik yapımızın hangi evresini kapsıyor bu duygu geçişimleri anlayamıyorum, ama sağ elin tırnaklarını sol elle gayet muntazam kesebilmek kadar garip aşk. Aşk, ilkokuldayken montunu hoşlanılan kızın montunun üstüne asmak gibi. Hoşlanılan kız ile prensipte anlaşıp, tam transfer döneminde bir pürüz çıkması gibi. Bazen, Şirin Baba'yı görebilmek için iyi bir çocuk olsanız da, şansınıza çıka çıka Çılgın Bediş'in dedesi çıkabiliyor. 

Geçen gün yine bir konçertodayım. Karar verdim ki sesini en çok sevdiğim enstrüman viyolonsel. Yine de ben olsam obua çalardım. Çok sevdiğin şeye ulaşmak, onu çalmak efsanevi güzelliğini yitirir gibime geldi, sonra viyolonsel sanatçısı olmamaya karar verdim. Bu ne alaka şimdi onu ben de anlamadım… 

 
Toplam blog
: 53
: 1499
Kayıt tarihi
: 17.10.08
 
 

*Liberal muhafazakar, oldukça postmodernist ve meritokrat bir gezgin  *Kuleli - Galatasaray - Boğ..