Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Temmuz '12

 
Kategori
Deneme
 

Ortaya karışık 6

Ortaya karışık 6
 

karga


Güzel bir tatil sonrası eve, her zaman yaşadığın atmosfere varınla yoğunla geri dönmek, son yeme tarihi iki gün geçmiş meyveli yoğurdun yarattığı yesem mi yemesem mi tereddütleri gibi insanı derin düşünce ve sakin gerilimlere terk ediyor. Her tatil sonrasında olduğu gibi, ki tatil devam etmekte, ki daha bitmesine de çok var, posttatilsendromu yaşamak ve bir genç kızın gizil defteri gibi satırlara mahkum olmak. Yok işte bak, yanlış yazmadım, ben kolay kolay yanlış yazmam. Öte yandan böyle söylüyor oluşum ilerde yanlış yazmayacağım anlamına da gelmez.

 

Onu bunu bilmem darlamam, artist kardeşim iki aydır ayrı evde kalıyordu, bugün bohçasını toplamış gelmiş, yalnız buradaki bohça bildiğin bohça, yani adam yorganını herhangi bir çantaya falan koymadan direk elinde taşıyarak gelmiş. Ve bir ay önce içi makarna ile dolu olarak götürdüğü tencereyi de geri getirmiş, anneme içi dolu bir halde verdi, artıklarını temizlememiş hayvan. Kardeşim çok hayvan bir adam ya, ben öyle değilim bak. Zaten oturup böyle bılog mılog şeysilerine bir şeyler yazan biri ne kadar hayvan olabilir allasen.

 

Bilinçsiz ve habersizse şey, daha yakıcıdır, daha umarsız, savunmasız ama gözüpek, öyle bayya saldırgan. Köpüre köpüre akan zamansız öldürülmüş ejder kanı gibi. Yönü belirsiz, gözü kapalı ivmelenen, sevgisiz, zamandan bağımsız ve kişiliksiz, karaktersiz. Ani ve sert, metal gibi, sanki iki duygusuz ve renksiz metal arasında sıkışmış bir insan bedeni. İntikam isteği, darp, tehdit, şiddet, kırmızı ve pis bir gri, pas gibi bir kahverengi. Aldatıldığını öğrenen kadın, kadınlıktan çıkar. Da bunun konuyla hiç alakası yok. Ki nereden çıktı, kim aldatıldı ki? Zaten artık futbol, sonunda hep İspanyolların kazandığı bir oyundur.

 

Kitlelere bencil, bireylere aşırı fedakar insanlar vardır böyle, dışardan çok itici gözükürler, az konuşurlar, uzlaşılmaz gibi dururlar, öyle her gördüğünde merhabalaşmaz, günaydınlaşmazlar, ukaladırlar falan, ama bir yakınlaşırsın, anaam, ne kadar da iyiymiş, vericiymiş, bir alırsa on verirmiş. Bunların yakasına yapışın, bir daha da bırakmayın tamam mı, sömürün onları çiçeğine koyayım.

 

Gençlik dediğin, başarısız ve gönderilememiş veda mektuplarıyla dolu bir odada gönderip göndermeme sıkıntısı ile dolu ve havalar güzelleştikçe bir bırakıp gitme isteğine kalma dürtüsünün eklenmesiyle zorlaşan harekete geçme eyleminin sindirdiği taze vücudun kendine yetememesi, aynı zamanda gençlik bir içim su, bazı yaşanmamışlıklar ve belki de yaşanamayacaklar diye yaşanan korkuya eşlik eden bazen akıp giden bazen akmadan hayatı zindan eden zaman algısının mahcubiyeti, el pençe divan halleri, yüksek temposu, yalan yanlış hayallere sürükleyen dalgası ile edisi ve büdüsüdür. 

 

İsim değiştirmemle okunurluğumun tarihinin dip seviyelerini gördüğü bu günlerde az okunduğum için daha bir rahat yazıyorum. Ne kadar rahat yazdığımı şimdi daha iyi göreceksiniz. Zaten öyle pek de matah, dikkat çekici, ağız sulandırıcı, mide bulandırıcı, kafa karıştırıcı, kulak tırmalayıcı, papiksvari ve kafayı bulandırmaktan müteakip cisimciklerle dolu bir dünyada inanın birbirimize kenetlenmek için o kadar çok sebep çatısı altında bireyler keşif yolculuğuna çıkmış ki. Mesela ben ki şimdi burada artist artist yazıyorum, güya kimseye hitap etmiyorum, ecnebilerin deyimiyle çok cool’um, ama gugıl’a girip ‘müteakip’i doğru yazdım di mi lan kuşkuları içinde gark eden temayüllerle hay allahım sen bana akıl fik. Bunun ardından aslında biliyor musunuz hayat çok çetrefilli ve gıllıgışlı yollardan akan bir nehir gibi, nereden nereye gidiyor, güneş doğuyor, mars batıyor mesela, ama bilmiyoruz ki hareket eden aslında harekata çoktan karar vermiş, ulan bi aç gazeteyi de bak bugün kimler tutuklanmış. Ne zaman bir kır evinin verandasında bir rüzgargülüne rastlamasam, (rüzgargülü ayrı mı bileşik mi, sorun sorun sorun) kendimi çok da şanslı hissetmiyorum. İnsanmışçasına konuşasım geliyor rastlamadığım bu rüzgargülüne. Bir de reklam gülü varmış, pazarlama dersinde öğrendim, hee ne işime yaradı, bunları gerçek hayatta nerede kullanacağız dersen, bu soruyu sormamama çok az kaldı, şöyle bir 4 adet final kaldı, ki bir tanesine 3 saat sonra gireceğim. Düşünsene sen bunu okurken ohooo, ben çoktan o finale girmiş, çiçeğine koymuş olacağım soruların canını acıtıp, içim içim ağlatıp, saçım saçım salkım saçak bak bugün de Yunanistan seçimlerinin anketleri geldi, borsa yükseldi, antetli kağıt ne demek 24’ünde öğrenen insan çığlığı bunlar, gel gel.

 

Kişinin sevdiği şarkıyı dinlemesinden daha çok haz veren, dokunmaksızın bu haz vermeyi gerçekleştiren ne kadar da az şey var şu canını yediğim dünyanın bunu okuyan tosun troposferinden girip biyosferinden çıkamayadursun. Temel ile Dursun’u hep fıkralarda bir arada görmek ne kadar ev hatunlarında örmek, dikiş dikmek gibi gereklilikleri ortaya çıkarsa da ben veda yazıları yazmadan duramıyorum. Yazdığım yazıların yüzde 12.87’sini gönderiyor oluşum korkak olduğumu ıspatlayan bir neoklasik çerçeveden bakış açıları yakalamak gibi, ya da ay da beyaz zaten birçok peynir de. Bunlar ne menem cümlelerdir, ne kadar bozuktur, ne kadar akordan, kafiyeden uzaktır, e ama o kadar iyidir, o kadar postmoderendir, Andy’dir, Warhol’dur, o kadar bohem ve antineoklasiktir. Sonu küfür gibi oldu ama olsun.

 

Bu arada metrobüs, İstanbul’un başına gelmiş en büyük felakettir. Öyle bir felaket ki kitleler bu zülme boyun eğmek zorunda. Kullanan bin pişman, kullanmayan bir pişman. Tüm kötülüklerin anasından daha beter, bağımlılık yaratıyor, rüyalarıma giriyor, gece boyunca aktarma yapıyorum, olmayan boşluklara ilerliyorum, akbilimi kaybediyorum. Bunlar hep Amerika’nın işi. Son 4 günde kullanmak zorunda kaldım ve inanamıyorum gözlerime, kulaklarıma, vücuduma, vücutlara, hayatlara, sıcağa, bilumum koltuk altı ve la ilahe illallah. Süzme yoğurt ise insanlığın başına gelen en güzel şeylerden biridir, kim süzmüşse allah razı olsun. Ayrıca buradan askere gitmek ya da askerliğini tecil ettirmek isteyenlere seslenmek isterim. Devlet tarafından size atanmış olan ve şu anda sağlık ocağındaki küçük bilgisayarında solitaire oynamakta olan aile hekiminiz, şubeden aldığınız rapora ‘askerliğe elverişlidir.’ yazsın. Eğer aynı anlama gelen ‘uygundur’ kelimesini kullanırsa şubedeki sivil memur kabul etmiyor, bir daha metrobüse binmek zorunda kalıyorsunuz, aman diyeyim. Aman. Bak bir daha burguluyorum: Aman! (Yanlış yazmadım dedim.)

 

Geçenlerde, bir yıl kadar önce, feysbuktan sonra tivitirdan da elimi eteğimi çektikten sonra dedim bu bılog mılog işlerinden de sıyrılayım. (O değil de msn duruyor mu hala?) Bu son yazımdır, sıyrılıyorum buradan da. (Öte yandan böyle söylüyor oluşum ilerde yazmayacağım anlamına gelmez.) Çünkü birilerine bir şeyler beğendirme miktarını azalttıkça daha mutlu bir insan oluyorsun. (Artı, feysbuk yüzünden bütün üniversite arkadaşlarımdan soğudum.) Ömür imtihanla geçiyor ve imtihanlar azaldıkça, insan yol aldıkça huzur artıyor. Küçükken, okula yeni başladığım dönemlerde, bir gün büyüyeceğimi ve babamla salondaki büyük masaya oturacağımızı, babamın bana arabayla halamlara, anneanneme, teyzemlere nasıl gidileceğine dair krokiler çizeceğini sanardım. Ya da ikametgah belgesi nereden alınır, ehliyet başvurusu nasıl yapılır, çocuk nasıl yapılır, insan insana bunu nasıl yapar, vize almak için neler yapmalı, nasıl iş bulunur, okul mezuniyet belgesi hangi notere onaylatıldıktan sonra iş yerine teslim edilir gibi yaşamsal konuları bir bir anlatacağını ve bunların hepsini teker teker bir yere not edeceğimi hayal ederdim. O gün hiç gelmedi, çünkü öyle bir gün yokmuş, işler öyle yürümüyor. İşler sen büyüdükçe aşama aşama karşına çıkıyor. Büyüdükçe kitlelerin değil birey(ler)in sevgilisi olmaya doğru bir dönüşüm oldu bende. Yıllardır, ekonomi kanallarına çıkıp ahkam kesmek, köşe yazıları yazmak, konferanslar vermek, göz önünde olmak hayali kurdum. Yattığımda kendimi konferans verirken buldum ve aralıksız 50 dakika içimden konuştuğum için uyumadığım bir sürü gece oldu. Sonra televizyondan falan görüp de özendiğim tüm o insanlara ulaştım, beraber çalıştım, sohbet ettim ve bir hiç olduklarını gördüm. Yıllardır aşık oldum. Aşık olduğum tüm insanlara ulaştım, tanıdım, sevdim, karşılık aldım, alamadım ve bir hiç olduklarını gördüm. Annemin babamın hiç de öyle kahraman falan değil, oldukça sıradan insanlar olduklarını, kardeşimin oldukça bencil bir serseri olduğunu, çok sevdiğim kuzenlerimin büyük zaaflarının olduğunu ancak hepsinin yürekli insanlar olduklarını ve zor zamanında yanımda olacaklarını gördüm, kendimi hiç yalnız hissetmedim, ancak bu onların da bir hiç olduğu gerçeğini değiştirmedi. Kargaya yavrusu şahin mi ne görünürdü ya, bende öyle tanıdıklarımı, dna bağıyla bağlı olduklarımı farklı bulma, değerli görme dürtüleri kalmadı, hepsi bildiğin karga işte. Sonra kendime ulaştım, kendimi tanıdım, elvan elvan dalgalanmaktaydım, neyi severim, nasıl severim, sevmem gördüm, beğendim, beğenmedim ve bir hiç olduğumu gördüm. Ben de kargayım yani. Sonunda tüm insanların, onu da geçtim hayatın bir hiç olduğunu, çoğunlukla tesadüflerle dolu bir mekanizma olduğunu gördüm. Yine de Allah inancımı kaybetmemek için elimden geleni yaptım. Bazı insanların şanslı doğduğunu, bazılarınınsa şanslı olduğunu gördüm. Doğum günü, mezuniyet bilmemnesi, düğün gibi şeylerin sahte ve planlanmış şeyler olduğunu, halbuki hayatın planlanmamış aktivitelerden, tesadüflerden ibaret olduğunu gördüm, ki bunu söyleyen adam doğum gününde sabah 7.40’tan gece 12.35’e kadar ofiste çalıştı ve üniversite mezuniyet törenine de katılmadı. Kadınların hepsinin (en azından bana denk gelenlerin) pürüzsüz bacakları olduğunu ve bu bacakların sonundaki sıcaklığa ulaşmak için erkeklerin birçok şeylerini feda edebileceklerini gördüm. Kedilerin gerçekten günde 16 saat uyuyup 2 saat vücutlarını temizlediğini, kalan zamanda da yemek aranıp kafalarını yaslayacak bir insan bedeni aradığına tanık oldum. Büyüdükçe, insanların ve benim hiç olduğumu gördükçe rahatladım, hayatı hafife aldım, insanlara kızmamaya, en azıllılarla bile tartışırken gülümsemeye, sert ve geri dönüşüm kutusuz cümlelerime rağmen sesimin tonunu hiç yükseltmemeye başladım. İnsanların karar ve eylemlerinde mantık ve mana aramamaya, onları suçlamamaya, herhangi bir hata ya da yaklaşımlarından dolayı kırılmamaya, önemsememeye başladım. Şu ana kadar kimseye özenmedim, bundan sonra da özeneceğim tek insan, benden daha mutlu, huzurlu olan insan olacaktır. Şimdi tam istediğim gibi oldukça asosyal ama tahminlerimin aksine bütün arkadaşlarımdan daha paralı bir işim var. Büyüyünce ne olacağım? Sağlığım bozulmazsa müdür olacağım, işe yeni alınanlar ofise ilk girdiklerinde diğer çalışanlara alkışlatacağım. Yardıma muhtaçlara yardımlar yapacağım. İlerde okul yerine oyuncakçı dükkanları açtıracağım, çünkü kreşler ve ana okulları dışında okulların hiçbir işe yaramadığını düşünüyorum. Çocukların kitaba değil oyuncağa ihtiyacı var. Oyuncaklar çocuğun enerjisini dışarı atmasını kolaylaştırır, kendine güvenini arttırır, bir şeyler üretebildiğini gösterir ve onları mutlu eder. Ayrıca yüzlerce kitap okudum ama hiçbirinden bir şey hatırlamıyorum. Ulaşabildiğim çocuklara bir oda dolusu oyuncak göndereceğim ve onlara doğruları söyleyeceğim. Hepimiz oldukça sevgiye muhtaç ve evcimen şeyler olmamıza rağmen, sevgi dolu sıcak bir ev yerine sokaklarda, internette, halka açık bilumum mecralarda cirit atıyoruz. Halbuki klasik iktisatçıların savunduğu gibi, her birey kendi faydasını maksimize etmeye çalışarak bir kişinin sevgilisi olmayı başarabilseydi, kimse yalnız kalmaz, kimse sevgisiz büyümez, kimse psikolojik sorunlarla uğraşmaz, kalbi kırılmaz ve kalp kırmazdı. Büyüyünce ne olacağım? İyi bir eş, iyi bir baba, ötesi yok. İnsan gerçekten aşık olunca bunların öneminin farkına varıyor. Herkese herkes değil, bir(kaç) kişi lazım. Size tavsiyem, hayatınızda muhakkak, rahatlıkla ‘dün gece çok ağladım.’ diyebileceğiniz, ya da yanında sessiz durmanın rahatsızlık vermediği, ya da upuzun sarılabildiğiniz bir ya da birkaç kişi olsun. Birine kızdığınızda, birini kıskandığınızda, ya da birini çok sevdiğinizde aklınıza kaybettiğiniz bir yakınınızı ve ardından hissettiklerinizi getirin ve bir gün onun da öleceğini düşünün. Hayatınızda bir kere de olsa Sezen Aksu’nun Kavaklar’ı ile ağlayın ve Teoman’ın Ruhun Sarışın’ı ile dans edin. (Otostopçunun Galaksi Rehberi’ni okumasanız da olur.) Ve kitlelerin değil bireylerin sevgilisi olmaya çalışın.

 

Kafamda bazen ilginç fikirler beliriyor ancak bir türlü anlatamıyorum. Böyle, iş görüşmesine gitmeden önce ayak tırnaklarını kesmek gibi. Başka da bir şey belirmiyor. Zaten sonlar başlangıçlardan daha kötü ama duygusaldır. Sonları daha çok seviyorum, adamın ağzına çiçekliyor. Bir de bu berber ve taksicilerdeki konuşma isteği yok mu. Yok mu? Var. Var da ne var, eşşeğin çiçeği. İşini sessizce yapanlara hayranım. O değil de kır evi de mi ayrı yazılmıyor yoksa ya? Neyse çiçeğine, ben bi gidip su dökeyim. Hadi eyvallah.

 
Toplam blog
: 53
: 1499
Kayıt tarihi
: 17.10.08
 
 

*Liberal muhafazakar, oldukça postmodernist ve meritokrat bir gezgin  *Kuleli - Galatasaray - Boğ..