- Kategori
- Deneme
Öykülerle yolculuk (dördüncü bölüm)

Öykü demeti
Hastafendi dediğim bizimki. Buraya kadar öyküyü ‘bizimki’ diyerek onun ağzından yazarak geldik. Ama bu format artık öykü yolculuğuna uymuyor. Ta başından yazdığım gibi bu yolculuğun anlatıcısı benim. Yol arkadaşım da kendimde özdeşleştirdiğim dostum Kör Kadı.
Ben onun öykücü kişiliği olarak, özgürlüğüme kavuştuğumdan günden beri sürekli geçmişe yönelik yaşanılanlardan öyküler yazma çabasındayım. Bu yolculuk gündeme geldiğinde de ‘anlatıcı ben olacaksam varım’ dedi. Kabul edildi ve yola çıktık.
Bu yolculuğun giriş bölümünü oluşturan ilk üç bölümünü öyle uygun düştüğü için bizimkinin ağzından anlattım. Ama artık onun da bu öykü yolculuğunun diğer kahramanları gibi benden ayrılıp yerini alması, gerektiğinde ortaya çıkması gerekiyordu. Ve ona da bir isim gerekiyordu. Ben ona ‘Hastafendi’ adını koydum. ‘Niye bu adı koydum, rastgele mi, yoksa o adın da bir öyküsü var mı?’ gibi sorular süreç içinde bir şekilde cevabını, ama ilgili oldukları öykü ve öyküleri içinde bulacak. Sanırım bu kadar açıklama yeter.
Hastafendi gözlerini kapayıp, oksijen kavanozundaki sesi dinleyip, içinden o sesi benzetmeye çalışarak tekrar ederken; geldiğinde ‘buranın Ramazanı’ dediği gençten kişi de bir gözü bizde gidip geliyordu.
Hastafendi’nin kızı da refakatçi koltuğunda geri doğru yaslanıp gözlerini kapamıştı. O da babasıyla birlikte uykusuz ve yorgundu. Ama o hep bir ceylanın ürkek tedirginliğinde davranış içinde olurdu. Burada da arada bir gözünü açıp babasına bakıyor; belli ki içinden babasına bir şey olmaması için dua ediyor, o sırada gözlerinden aynı tedirginlik okunuyordu. Her hareketinden babasını sevdiği belliydi.
Buranın Ramazan’ına gelince… Hastafendi’nin ona ‘buranın Ramazan’ı’ deyişi rastgele değildi. Yaklaşık sekiz sene önce kaldığı şehirde yine böyle acilden yatarlı bölüme kaldırılmıştı. Oradaki hasta odasında yan yana beş yatak vardı. Bizimki orada kaldığı sürece o yataklar dolup boşaldı. Bir ara aynı anda odada Ramazan adında üç hasta oldu.
Bunlardan ilki, hep ayakta gezen Ramazan adındaki kişiydi. İkincisi çok ilginç öyküleri olan çalgıcı Ramazan’dı. Onun yanında refakatçi olarak tombiş karısı vardı. Üçüncü kişi ise memleketinde ‘Ramazan efe’ diye tanınan yaşlı, görmüş geçirmiş bir ihtiyardı. Onun refakatçısı oğluydu.
O ihtiyarın anlattığı ilginç yaşanmışlıkları vardı. Bunların içinde onun nasıl efe olduğunu anlatan ‘beş kuruşa efelik’ başlıklı bir öyküsünü yazmış feysbukta ve Radikal blogda paylaşmıştım. Okuyanlar hatırlayacaktır.
Bu Ramazanlardan sürekli ayakta gezinen Ramazan aslında temiz bir kişilikteydi. Kendi ifadesine göre ‘karısından boşanmış, üç de kızı vardı’. Yine kendi ifadesine göre kızlarına ‘hastaneye ziyaretime gelmeyin’ demiş. Onun ziyaretçisi ve refakatçısı yoktu. Kendisi orada hastalara yerine göre refakat ediyordu.
Arada bir telefonla konuşup veya konuyormuş gibi yapıp birlerine ‘gelmeyin ben çok iyiyim, yakında çıkacağım’ diyordu.
Bakın nereden nereye? Onlar yedi sekiz yıl sonra bu öykü yolculuğunda yerlerini aldılar. Belki zaman içinde tekrar aynı kimlikle veya aynı kişilik, ama başka kimliklerle yine bu yolculukta da yer alacaklar.
Zaten Ramazan Efe’nin anlattıklarından o sıralar bir uzun öykü yazmayı düşünmüştüm. Ama sürekli Hastafendi’yle birlikte oradan oraya savrulunca denk düşmedi yazamadım. Ama bir gün mutlaka yazacağım.
Çünkü Ramazan Efe Tatar Ramazan’ın yedi düvele nam saldığı bir dönemde dam çavuşuna rest çekince efeliği ilan edilmiş bir yiğittiJ) Yaşamı belli bir zaman dilimine denk geldiği için çok ilginç ve hoş bir yaşam öyküsü var.
Burada ayakta sürekli dolaşan hasta oradaki refakatçisi ve arayıp soranı olmayan o Ramazan’ı hatırlatınca aklıma bunlar geldi. Onun ilk iki gün anlattıklarına bakınca Hastafendi’nin yanılmadığı anlaşıldı.
Çünkü bu da aynı oradaki Ramazan gibi evlenip boşanmıştı. Yalnız bunun çocuğu yoktu. On beş gündür burada olduğu halde hiç ziyaretçisi gelmemiş. Kendi anlattığına göre kendisi onlara gelmeyin demiş.
O Ramazanla benzer şekilde bu da telefonda sürekli birilerine iyi olduğunu yakında çıkacağını ve gelmelerine gerek olmadığını söylüyordu. Tavırları göstermişti ki; bu da aslında temiz bir insandı. Biraz daha sağlıklı olduğu için diğer hastalara yardıma koşan bir kişilikti. Birkaç kez bizim Hastafendi’ye de yardımcı oldu.
Bu şekilde buranın Ramazan’nını size tanıtmış oldum. Adını da ‘Hurşit’ koydum. ‘Hurşit kim?’ derseniz, ‘hiç öylesine bir isim’.
Hurşit’le kısa sürede samimiyeti ilerlettim. Ben de pazarcı bir kişilik intibası uyandırmıştı. O esnaf olduğunu Kadıköy’de dükkanı olduğunu tekstil ürünü sattığını söyledi. O böyle söyleyince gözümün önüne pazarda ‘gel gel ne alırsan bir lira’ veya ‘beş lira’ diye bağırışı geldi. Yanılmamıştım.
Hurşit’in hemen önünde cam kenarındaki arkadaş perdeleri çektiği için hala sır gibiydi. Onun tarafından arada bir oksijen fokurtusu geliyordu.
Buradan anlaşılacağı gibi her hastanın bazı özel durumlarında rahatsız olmaması için perdeler var. Ama o hasta perdesini öyle çekmişti ki; bulunduğu yer adeta özel oda gibi olmuştu. Odanın tek televizyonu da onun önüne denk geldiği için ‘alın size televizyonlu özel oda.’ Hemen yanlarında arkasında ‘koç’ yazılı bir hasta arabası ve yanında hastafendi’nin doktora oksijen makinesi diye tanımlamaya çalıştığı oksijen tüpü vardı.
Onun hemen yanında Hastafendi’den tarafta olan efendi görünüşlü hasta sanki taburcu olacak gibiydi. Yanılmamıştım. Hastafendi’ye ‘geçmiş olsun’ dedikten bir süre sonra eşi dışarı bir yere gitti geldi. Eşine ‘işlemler bitti gidiyoruz’ dedi. Zaten hazır gibiydiler. Ellerinde bir valiz odadaki herkesle vedalaşıp gittiler.
Böylece odada Hastafendi dahil üç hasta kalmış, bir yatak boşalmıştı. Hurşit onlar çıkınca ‘az sonra o yatağa gelen olur. Burası hiç boş kalmıyor’ diye tecrübesiyle görüş bildirdi.
Benim gözüm o perdeleri çekili hastadaydı. Az sonra eşi perdeyi araladı. Elinde tuvalete gidemeyen hastaların kullandığı ‘ördek’ diye tabir edilen şeyle bizim yanımızdan çıkıp gitti. Sanırım tuvalete ördeği boşaltmaya gidiyordu. Kadının geçerken Hastafendi’ye ve kızına bakışlarından sanki onlara bir şey söyleyecek gibiydi. Her halinden çok yorgun olduğu anlaşılıyordu.
‘Eeee ne demişler? Yatana zor, bakana daha zor’. Bu söz bütün hasta yakınlarının, hastanın yanına geçmiş olsuna gelenlerin diline adeta pelesenktir. Bilen bilir hastanelerde yatılı hastaların çoğunun bir de ‘refakatçısı’ yani hastaya yardım için bir yakını olur.
Hastanelerde hastaların ayrı, refakatçıların ayrı bir dünyası vardır. Hastalar hastalık derecesine göre hastalığın sıkıntılarını yaşarken bazılarının canı tatlı olur. Her şeye mızmızlanırlar. Bazıları daha sabırlı olur yaşadıklarını pek belli etmezler. Bazıları da ne yaşarsa yaşasın hiç kimseye belli etmeden yaşadıklarının sıkıntı ve sorunlarını yalnız kendileri yaşarlar.
Ancak refakatçıların kendi aralarında durumu pek farklılık göstermez. İçlerinde haklı olarak çok ağır veya çok mızmız hastalara bakanlar arada bir hastadan uzak bir yerde kendilerini dinleyen bulunca durumlarından, yaşadıklarından haklı olarak ‘çok zor, günlerdir biz de onunla birlikte aynı çileyi çekiyoruz’ benzeri yakınırlar.
Bu refakatçıların hemen hepsinin ortak özelliğidir. ‘Hizmeti, bakımı zor olanların’ şikayeti yine anlaşılabilir. Ama adeta ayakta tedavi gören konumda olup da refakatçısına fazla sıkıntı vermeyen hastaların refakatçıları veya refakatçıya hiç gerek duymayan (ancak onları tanıyan birilerinin hastasını hasta hasta bırakıp gitti demesinden çekinen) hastaların refakatçı yakınları veya (bol sohbet olanağı bulduğu, düzenli ayağına yemek geldiği için) refakatçılığı adeta iş edinerek yapanlar dahil hemen hepsi hiç tanışmadıkları halde, ilk gördükleri yerde hemen birbirlerine önce ‘Allah kurtarsın kardeş senin işin de’ zor diye kışkırtıcı ifadeyle lafa girip kendi sıkıntılarını (övündüğü veya yakındığı belirsiz abartıcı ifadelerle) yaşadıklarını anlatma yarışına girerler…
Hastafediyle hastanelerde yatılı kaldığımız sıralarda refakatçıların bu durumlarını gözlemeyi adeta iş edindim. O kadınların hallerini ‘altın gününe gelmiş’ kadınlara benzetirim hep. Hasta odası kadınlara aitse eğer oradan yükselen konuşmalar bazen çığlık şeklinde bütün koridoru sarar. Onların bu sohbetlerinin farkında olmayanlar sanki biri ölmüş de onun feryadı yükselmiş gibi odalarından dışarı fırlar. Bazen gerçekte biri ölünce benzeri çığlıklar da yükselir.
Ama refakatçı kadınların kendi aralarındaki sohbet sırasında attıkları şuh kahkaha çığlıklarıyla, ölen biri için atılan acı çığlık farklı olur. Bunu herkes fark edemez.
Ben insanları gözlemeyi iş edindiğim için bu çığlıkların farkını ayırt edebildiğimden atılan her çığlıkta telaşlanmam. Ölüm çığlıklarındaki o acıyı duysam bile çok telaşlanmam. Çünkü ölümü bizzat kendi yaşamış ve birçok ölüme tanık olmuş, birçok ölüyü yakından tanık olmuş bir kişi olan hastafendinin öykücü kişiliği olarak benim için ölüm yaşamın normal ve kaçınılmaz bir yanıdır. Göre yaşaya bunu kabullendim.
Siz şimdi ‘böyle öykücülük mü olur? İnsanın içini karartıyorsun’ diye peşin hükümlü olmayın. Bu yolculuk süresince yaşamlardan yola çıkarak anlatılanları okudukça neyi niçin anlattığımı okuyarak fark edeceksiniz.
Çünkü bu öykü yolculuğunu asıl amacı insandan yola çıkıp, öykülerde insanları olabildiği kadar çırılçıplak hale getirip onları insanın evrenselliğinde buluşturmak.
Buraya refakatçı kadınları anlatırken geldik. Erkek refakatçılar da vardır. Onlar da konuşacak birini veya tanıdığı başka bir erkek hastayı buldu mu sohbeti kahve sohbetlerine dönüştürürler. Yani hiç anlamı olamayan, genelde belden aşağı nitelikte konuşmalar. Ancak onlar kadınlar kadar yaygaracı olmadıkları için sohbetlerinde sanki ciddi bir şey konuşuyormuş gibi gözükürler.
Cam kenarında perdelerini çekmiş hastanın yanındaki bayan elinde ördekle yanımızdan geçerken Hastafendinin kızına bakışı böyle ayrıntılara girmeme neden oldu.
Çünkü yalnız hastanelerde değil hayatın her alanında birlikte olunan kişilerin ne kadar yoldaş, yol arkadaşı veya ne kadar zoru görünce ve işine gelince dönüverecek, sizi satacak kimlikte olduğunu, olduğumuzu bu öykü yolculuğu süresince öykülerde sorgulayıp okuduğunu anlamasını bilene fark ettirmeye çalışacağım. Bu düşüncelerle burada, şimdiye kadar gördüklerimden yola çıkarak refakat ve refakatçılara değindim.
Neyse bu ben yazdıklarımı hatırlarken o kadın elindeki ördeği tuvalete boşaltıp geri geldi. Yine gözü Hastafendi’nin kızındaydı. Sanırım bir fırsat bulup konuşmak için, göz göze geldiği Hastafendinin kızına ‘geçmiş olsun’ deyip cam kenarında perdeyle kapalı bölüme girdi. Ama o kadın bu sohbet düşüncesinde yanılmıştı. Çünkü Hastafendinin kızı az tanıdığı kişilere lafı dirhemle satanlardandı. Bu aklıma geldi.
O sırada Hurşit o hastadan tarafa yürümüştü. O hasta Hurşit’i sanki yeni görmüş gibi ‘valla geçen hafta taburcu ettiler. Durumumu iyi görmediğim için tedavimin devamını istedim. Hastaneye de 1500 lira bağışlayınca başhekim kabul etti. Bana burada tedaviye devam ediyorlar’ gibi bir şeyler söylüyordu.
O Hurşit’e bunları söylerken ‘sana söylüyorum kızım, sen anla gelinim’ der gibi bize kendinin özel bir durumu olduğunu, tv.nin kullanımının kendine ait olduğunu, kumandaya talip olmamamızı anlatmaya çalıştığını fark ettim. Çünkü o da, Hurşit de epeydir birlikte buradaydılar. Durumunu Hurşit’e anlatmak istese şimdiye kadar elli kere anlatırdı.
Bu nedenle ben öyle anlamıştım. Bir süre sonra televizyonu kafasına göre zaplayıp, kafasına göre açıp kapattığını gözledikçe yanılmadığımı anladım. Ama umursamadım. Çünkü Hastafedi böyle yerlerde tv. izlemeyi pek sevmez. Zaten genelde hep belgesel izler. Haberlere şöyle göz gezdirirdi o kadar. Eh o arkadaş da arada bir haberleri zaplarsa görünenlerle yetinirdi.
Ben de içimden öykü yolcuğu için böyle ilginç, farklı bir karakter çıkınca sevinmiştim bile.
Aklımdan bunları geçirirken kapıdan görevlinin ittiği bir hasta arabası, arabanın yanında bir bayan, üç dalyan gibi genç, bir de orta yaşlı bir bey gözüktü. Hastanın arabayı bir süre önce boşalan yatağın yanına getirdiler. Bu sırada iki görevli telaşla yatağı hazırladı ve hastayı itinayla yatağa yatırdılar. Ben gözümü onlara dikmiştim. Oğluymuş, o gençlerden biri benim ‘geçmiş olsun’ dileğime cevap verirken hastanın babaları olduğunu ve yoğun bakımdan getirdiklerini söyledi.
O sırada yatan hasta sanki durumu çok ağır bir görüntü içindeydi. Ama çok da çalımlıydı. Söylenenlerden yanında gelen bayanın hanımı, o üç gencin oğlu olduğunu, orta yaşlı beyin de yakını olduğunu anladım.
Hasta hanımına ve oğullarına sürekli talimat verip bir şeyler istiyor, gerek hanımı gerekse oğulları büyük bir saygı içinde onun talimatlarını yerine getirmeye çalışıyordu. Oğullarına yatağı doğrultmalarını söyleyince telaşla yatağını doğrultuyorlardı ki, bu sırada Hastafendi’yi sorguya çeken doktor kapıda gözüktü.
Doktor sanırım o hastanın yanında üç genci ve o orta yaşlı adamı görünce biraz şaşırmış ve ürkmüş gibiydi veya bana öyle gelmişti.
Çünkü hastanelerde doktorlara yönelik saldırılar aklıma gelmişti. Öyle ya şu anda hasta ters bir şey yaşasa oğulları ve yanlarındaki beyin o şaşkınlıkla tepkisi farklı olabilirdi.
İçimden ‘tabi hasta yakınları hiç sınırlama olmadan buralara kadar sokulursa olabilir tabi’ dedim.
Hastafendi de o üç genci görünce aklına iki kızı olduğu gelmiş de biraz kıskanmış gibiydi. Çünkü evde arada bir eşine ‘oğlumuzu senin yüzünden kaybettik’ diye yarı şaka bir oğlu olmadığı için üzülüyormuş gibi görüntü verirdi.
Hanımının başına kalktığı olayın asıl sorumlusu kendisiydi. İşleri çok iyi gitmediği için hamile olan eşi ‘bir çocuk daha bakamayız’ deyince hiç düşünmeden eşinin kürtaj isteğini kabul etmiş, o sıra kürtaj yasak olduğu için bir özel poliklinikte çocuğu aldırtmışlardı.
Kürtajı yapan doktor ‘çocuk erkekmiş’ diye açıklama yapmıştı. O sıra o söze önem vermeyen Hastafendi yıllar geçtikçe bir oğul özlemi duyunca kendi kusurunu unutup karısına yarı şaka sitem ederdi. Sanırım şimdi yine aklına o aldırılan çocuk gelmişti.
Benim aklımdan bunlar geçerken doktor o hastaya ‘geçmiş olsun’ dedi. Oğullarının babalarıyla ilgili verdiği bilgiyi dinledikten sonra hastaya ‘Ne iş yapıyordun?’ dedi. Hasta ‘ben berberlik yaptım doktor bey’ diye cevap verince doktor ‘sigarayı çok mu içtin?’ diye sordu. Hasta doktorun bu sorusu üzerine sanki biraz canlanmış gibi doğruldu sol elini açıp sağ eliyle sol eline vurarak ‘ben yaktım, müşteriler yaktı. Valla doktor bey fosur fosur içtik ciğarayı’ dedi. Orta Anadolu’da bir şehirde berberlik yaptığını söylemişti.
Berberin doktora berberlik yaptığını söylerken ‘ben yaktım, müşteriler yaktı. Valla doktor bey fosur fosur içtik ciğarayı’ dediği an onun tavrı, anlatırken kullandığı kelimeler, o kelimeleri telaffuzu bana çok tanış gelmişti. Sanki ben de onun müşterisiydim. Onun ‘fosur fosur ciğara’ içtikleri içinde ben de vardım.
Orta Anadolu’da kışlar karlı olur ve sert geçer. Karlı bir gün berber dükkanında suratı sabunlu bir müşteri, müşteri bekleme sıralarında da berberin dün geceden kalmış arkadaşları oturmuş. Berber bir yandan elindeki usturayı gılağılarken bir yandan arkadaşlarıyla laflıyor.
Tabi berberde muhabbet bol… Çaylar da gelmiş. Dışarıda lapa lapa kar yağıyor. Soba da hafiften yanıyor, üzerindeki demlik hışırdamaya başlamış. Berber çırağına ‘oğlum bardakları boşalana çay doldursana’ diyor. Önündeki bankın üzerinde duran kül tablasında külü uzamış gitmiş sigarasından bir nefes çektikten sonra keskinleşmiş usturayı sabunlu bekleyen müşterinin yüzünde gezdirirken lafına kaldığı yerden devam ediyor. O sıra dükkanın içi içilen sigara dumanıyla sisli gibi. Sigara içen de, içmeyen de hepimiz duman altı durumdayız.
Berbere bakarken bunlar aklımdan geçerken, geçmiş yıllarda tanıdığım berberler ve onların benzer görüntüleri gözümde canlandı. O görüntülere dalıp gittim.
O sıralar Hastafendi hasta değildi. Genç oldukça yakışıklı ve kendine güvenli lafı dinlenir biriydi. Ben de o sıra onun içindeki öykücü kişiliği olarak onun baskısıyla sessizce onun gördüğü, yaşadığı ilginçlikleri bir fırsat bulunca öyküleştirmek için onun beyninin içinde kayda geçiriyordum.
Hastafendi’nin yaşadığı ilçenin bildiğimiz en eski berberi ‘sağır berber’ diye tanınan Mustafali amca daha o yıllar bile yaşlı biriydi. Hastafendi’nin de uzaktan akrabası olurdu. O yıllar ilçede doktor olsa bile diş doktoru yok. Mustafali amca diş de çekerdi.
Ama öyle morfin falan yok. Kerpetenle, dayanabilirsen dayan. Ayrıca sarılık hastalığına yakalananlardan ustura ile kan bile alır, kimine sülük yapıştırırdı. O kan alınınca sarılık geçer diye düşünülürdü her halde.
Hastafendi o yıllar küçük bir oğlan. Babası sağır berber amcaya saç tıraşına götürür. Berber amca biraz yoldurarak da olsa üç numarayla saçlarını tıraş ederdi. Bunları hatırladım.
Hastafendi sonraları büyüdükçe o da berberini değiştirdi. İlçedeki sonradan berberlik yapanların hemen hepsi Sağır Berber Musatafali amcanın çırağıydı. İlçede sonra çoğalan terziler de Kel Terzinin çırağıydı. Sağır Berberi hatırlayıp o yıllara gidince Kel Terziyi hatırlayıp anmamak olmaz. Çünkü o da farklı, özgün bir kişilikti. İlçede çoğu kişinin bilmediği belki bilip de unuttuğu bir geçmişi vardı.
Hele Osman Çavuşu karanlıkta kıstırıp kafasına sopayla vurup bayıltışını çoğu kişi bilmez. Çünkü bilenlerin çoğu öldü. Ben bu anıyı Bakkallık yapan Osman Çavuş dayıdan duymuştum. Onun at arabacılığı yaptığı yıllarda yaşadığı bir anıydı.
Bilen bilir, kamyonların henüz piyasaya tek tük çıktığı, üç beş kişide var olan traktörlerin öyle kıyılıp da her işe koşulmadığı yıllarda özellikle ilçelerde, hatta kimi küçük şehirlerde taşıma işi at arabalarıyla yapılırmış. İnşaatlar için gerekli olan taş, kum benzeri malzeme at arabalarıyla çekilirmiş. Hatta o arabalar birçok yerde bir yerden bir yere giderken insanların kendilerini, ailesini veya eşini dostunu taşıma aracı gibi kullanılır, gelinlerin çeyizleri hatta kendileri baba evinden o at arabalarıyla getirilmiş.
Hastafendi o yıllara ucu ucuna yetişmişti. Çok küçüktü. İlçeye o yılların ulaşım olanağına göre uzak bir köyde babasının asker arkadaşının oğlunun düğünü vardı. O köye yakın köyden bir tanıdıklarıyla birlikte o tanıdığın at arabasına ailece doluşup o düğüne gitmişlerdi. Hatta bir gün önce gitmişler at arabasının sahibinin köyünde baba dostu olan birinin evinde misafir olmuşlardı.
Misafir kalınan evin olduğu köyün özelliği sulak çayırları ve orada yayılan kaz sürüleriydi. O ilçenin sadece o köyünde kaz beslenirdi. Hastafendi, haliyle ben o yolculuğu hiç unutmadık. Ben bunları daha o yıllarda görüp hafızaya kaydediyordum. Denk düşerse o hatırladığım yaşanmışlıkları bu öykü yolculuğunda yazarım.
Nerden nereye. Eee öykü yolculuğu böyle gezinerek, yolculuğu izleyenleri de anılarında gezdirerek devam edip gidecek.
Neyse Sağır Berber Mustafali amcanın çırakları içinde sonradan en gözde olan berber Berber Baki’ydi. Aynı buradaki hastanın anlattığı ve benim gözümde canladırdığım berber dükkanı gibi Berber Baki’nin dükkanı hep dolu olurdu. Bir iki kişi tıraş olacaksa diğerleri Berber Baki’nin muhabbetine gelirdi.
Kışları bizim ilçede de soğuk ve karlıdır. Hava soğuk olunca da berber dükkanına gelen hiç kimsenin dışarı soğuğa çıkası gelmezdi.
Aslında berber dükkanının dibinde kahve de vardı. Ama bir yandan sigarayı fosurdatıp, diğer yandan Berber Baki’nin muhabbetini dinlemek çok keyifli oluyordu. Hele bir de çay varsa, muhabbetin araçları tamam olurdu.
Çay, sigara ve sıcacık bir dükkan ve tatlı muhabbeti kim bırakır gider ki? Sigara dumanıyla göz gözü görmeyen dükkana dışarıdan gelenler ‘ne oğlum bu duman? Tilki mi çıkarıyorsunuz?’ diye takılıp boş bulduğu yerde yerini alırdı.
Aslında yaz günleri de o dükkan hep doluydu. İlçenin ekabir, yiyip içen takımı onun dostuydu. Tabi bizim Hastafendi de onların arasındaydı. Gerçi o sıralar çok gençti, ama o oldum bittim kendinden çok büyüklerle dostluk eder, onlar da onu sevip sayardı. Bu vesile ile Berber Baki’nin ekabir dostları arasına girmişti. Hep birlikte bazı geceler kafa çektikleri de olmuştu. O sırada yaşanmışlıkları sonra yeri gelirse yazarım.
Hastafendi ilçeye gelince tıraş olsun olmasın o dükkana mutlaka uğrardı. Aslında o oraya muhabbetten ziyade aynanın üstüne yapıştırılmış müşteri resimlerine bakınmak için giderdi. Hemen hepsi tanıdık, çoğu ölmüş kişilerdi. O resimlere bakarken o insanları tanıdığı anlara dalıp giderdi. Bu benim için iyi olurdu tabi. O resimlerden çıkan öyküleri bir gün özgür kalınca yazmak için hafızaya alırdım.
Buradaki hasta olan berbere bakınırken aklımdan bunlar geçince bu hasta sanki yakınımmış gibi gelmişti. Doktor onunla ilgili notları aldıktan sonra yapılacak tedaviyi kısaca anlatıp ‘geçmiş olsun’ dedi gitti. Berber eşi, oğulları ve orta yaşlı tanıdıkla baş başa kalınca yine huysuzluğa başladı. Görüldüğü kadarıyla çok kötü durumda değildi.
Aslında Hastafendi berberden çok daha kötü durumdaydı. Siz bakmayın onun böyle etrafıyla ilgilenip kendiyle dalga geçmesine. O her zaman böyledir. İçinden çıkılmayacak zor durumlara düştüğü zamanlarda, hastalıkla savaşırkenki en kötü anlarda bile hep etrafıyla ilgili ve kendiyle dalga geçen biridir.
Öyle olmasa belki kafayı yerdi. Çünkü öyle şeyler yaşadı ki. Ben de onunla birlikte yaşadığım için o anları yazsam valla her biri abartısız kitap olur. Ama o yaşananlar bu yolculuğun konusu değil. Yeri gelince kimilerine belki değinip geçeriz. Çünkü bu yolculuk herkesin yaşamışlığına dokunan bir yolculuk olacak.
Herkes bu öykülerde bir şekilde yerini alacak, anılarını tazeleyip o anılarda yaşadığı kendi öykülerinde gezinecek. Yolculuğa bizimle başlayan veya sonradan katılan herkes okuyarak bunları fark edecektir. (devam edecek)