Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

14 Ağustos '14

 
Kategori
Deneme
 

Öykülerle yolculuk (yirmi ikinci bölüm) devam edecek

Öykülerle yolculuk (yirmi ikinci bölüm) devam edecek
 

Öykü demeti


    Burnunda bir şeyler fark edip irkilerek uyandı. Baktı karısı burnundan düşen oksijen hortumunu burnuna takmaya çalışıyordu. Gülümseyince eşi ‘hey heyler gitti mi?’ dedi.
    Hastafendi kapıdan girerken yaptığı tersliği hatırlamıştı. Gülümsedi ‘boş ver’ der gibi elini salladı, sonra eşine ‘kızgınlığım sana değildi, aklıma bir şey geldi. Ona canım sıkıldı’ dedi. Eşi ‘ben anlamıştım zaten. Sen bu yazma işine ara ver. O seni çok yoruyor. Deminden beri bakıyorum, öyle bir şeyler sayıklıyorsun. Sanki kabus görüyor gibiydin’ dedi.
    Hastafendi eşinin bu sözlerine hiç tepki göstermedi. Çünkü eşinin haklı olduğunu biliyordu. Gerçekten günlerdir Öykü Yolculuğuyla oradaki karakterlerle yatıp kalkıyordu. Aklında hep o insanlar, onların yaşam öyküleri vardı.
    Hiç bilmediği, ancak tahmin edebildiği öyküleri kurgulamaya çalışıyordu. Bu da haliyle onu çok yoruyordu, ama bırakamazdı ki. Yazmak onun için adeta bir yaşam biçimi olmuştu.
    Yazmak, yazmak. Sayfalarca yazıyor, notlar alıyordu. Zaten bunların çoğunu gece yatakta düşünerek kafasında oluşturuyordu. Eşi uykuya dalıp hafiften horlamaya başlayınca Hastafendi o horultuyu fon müziği yapıp sürekli aklında kuruyor ‘unutmayayım diye’ bazen usulca kalkıp aklındakileri laptopa kaydedip geliyordu.
    Aylardır rüyası, düşü, düşüncesi hep öykülerdi. Yazdıklarının belli bir yönü, özelliği yoktu. Yaklaşık yüz elli öykü, iki roman, iki uzun hikaye denemesi, onca politik yazı veya yorum. Sanki bir yerlerden görevlendirilmiş gibi işi gücü bunlar olmuştu. Eşi ‘yoruluyorsun’ dese de bu çok tatlı bir yorgunluktu. Ömrünü yazarak tüketmeyi kafasına koymuştu ve hala yazacak çok öyküsü vardı.
    Eşinin sözleri üzerine aklından bunları geçirdi. Eşi yemek hazırlamak için gidince yine geldiği dolmuşa döndü. Haydar dayı aklına geldi. Onun verdiği ipucu ‘Ferhat’ın kahve’ hem Temur Efendinin hem de İstanbul’un ellili yılları için, daha doğrusu İstanbul’daki yaşamları anlayabilmek için çok işine yarayacaktı.
    Ellili yıllarda Anadolu’dan gelen herkesin ilk uğradığı, adres aldığı, hemşerileriyle buluştuğu; her şeyden önemlisi Anadolu’nun bozkırından denizler içinde bir büyük şehre gelmenin, o farklılığı görmenin şokunu atlatmalarına yardımcı olan bir sıcak, tanıdık bir mekan gibiydi Ferhat’ın kahve. Daha doğrusu Hastafendi öyle hayal edip kurgulamayı düşünmüştü Ferhat’ın kahveyi.
    Bu sırada eşi seslenip yemeğin hazır olduğunu söyledi. Hastafendi suçlu suçlu kalkıp elini yüzünü yıkayıp masaya oturdu.
    O gün ev çok sessizdi. Fazlaca bir şey konuşmadan yemekleri yediler. Yemekten sonra eşi ona birlikte alışveriş merkezine gitmeyi önerdi. Ama Hastafendinin gündüzden bu yana tadı yoktu. “Siz kızla gidip gelin, ben dışarı çıkmayacağım” dedi. Ses tonundan ısrarın anlamsız olduğu anlaşılıyordu. Kız işten gelince eşi ona “baban bugün hiç tadı yok. Gel birlikte dolaşalım, o kafasını dinlesin” dedi.
    Kız “ne oldu babama hastamı yoksa?” derken her zamanki paniğin içindeydi. Annesi gülerek “yok hasta falan değil. Sabahleyin yine o eczaneye gitti. Dönüşte ateş gibiydi” derken gözü eşindeydi.
    Hastafendi eve geldiği sırada öfkeli halini anlatacak diye eşine ters ters baktı, “yok kızım, annene bakma sen. Biraz keyfim yok hepsi o. Hadi siz annenle gidip dolaşıp gelin de ben biraz bir şeyler yazayım” deyince kızı “ay baba. Öykü öykü derken kendini çok yoruyorsun. Biraz ara ver Allah aşkına” dedi. Bu sırada eşi hazırlanmaya başlamıştı. Hastafendi “tamam kızım yormam kendimi. Ben biraz oksijen alayım” deyip yattığı odaya geçti.
    Oksijen almak onun kaçamağıydı. Çünkü ‘oksijen alayım’ dediğinde akan sular durur, kimse  ‘dur’ falan demezdi.
    Bu şekilde eşinin laf çarpıtmalarından kurtulmuştu. Odasına geçip yatağa uzandı oksijen hortumunu da burnuna taktı. Bu sırada arkasından gelen eşi oksijeni açtı.
    Bu sanki eşinin göreviydi. Her zaman oksijen maskesini burnuna takar oksijeni açması için eşini beklerdi. Şimdi de eşi gelip görevini yapmıştı. Sonra gelip yanağından öpüp “fazla yorma kendini” dedi. Hastafendi eşinin burnundan tutup sıkmıştı. Böylece eve geldiği sırada başlayan soğukluk sona ermiş, barış sağlanmıştı.
    O derin derin oksijen alırken kızı ve eşi hazırlandı “çok geç kalmayız” deyip alışveriş merkezine gittiler.
    Hastafendi oksijen kavanozunda suyun fokurtusunu dinlerken aklına yine Temur efendinin elinde tahta bavulu ve çıkınıyla tren istasyonunda tren bekleyişi geldi.
    O yıllarda şimdiki gibi hızlı tren veya motorlu trenler yok tabi. İs çıkararak çığlık çığlığa ilerleyen kara trenler oflaya puflaya yolcuları menzillerine ulaştırma gayreti içinde.
    ‘Kapının ardı’ gurbet diyen, bir köyden bir köye gelin gönderen anaların kendilerini yerden yere attığı bir halkın ekmek için, nafaka için hiç bilmedikleri, sadece adını duydukları bir şehre ‘eski payitahta’ olaşmak için ‘ulam ulam’ yollara düşmelerini anlamak gerekiyordu.
    Gerçi bu halk; yani Anadolu Halkının yollara düşme geleneği eskiden de vardı.Orta Asya'dan buralara gelene kadar az yol katetmemişti.
    Buradaki yerleşik gözüken kadim halkların geleneğinde de aynı göçler bir şekilde yaşanmıştı.
    Ama artık bu insanlar 'nerede yaşıyorlarsa' yıllardır yaşadıkları yerlerde yaşayıp gidiyorlardı.
    Hanki akıl onların aklına düşürmüşse ‘İstanbul’un taşı toprağı altın’ sözünü inanmışlardı bir kere o söze. Daha doğrusu inanmak isteyip de yola düşmüşlerdi.
    Meşhur ‘Kara tren’ türküsü belki henüz o yıllar yakılmamıştı. Raylarda uzayıp giden vagonlarda Anadolu’dan İstanbul’a umut taşıyan trenlerde kompartımanlar tıklım tıklım olması gerekiyordu.
    Belki gurbet Türküleri de o akından, İstanbul’a akından sonra yakılmıştı ‘kim bilir?’.
    Ama ne yanık Türkülerdi onlar. Hele içlerinde bir tanesi var ki iç dayanmazdı ‘yarim İstanbul’u mesken mi tuttun? Gördün güzelleri beni unuttun’ diye başlayan.
    Giden, belki de hiç geri dönmeyen veya dönüşü geciken yarinin arkasından burcu burcu hasret kokan ve sitem dolu bu türkü yıllardır dillerden hiç düşmedi.
    Hastafendinin bunlar aklına gelince yine mahzunlaşmıştı. Kim bilir belki onu da bırakıp giden bir sevdiği vardı da o aklına düşmüştü.
    Tren yolları aklına geldi. Trenlerin geçtiği yol üzerindeki köyler, o köylerde yaşayan insanlar.
    Hastafendi gençlik yıllarında tren yolculuklarını çok severdi. ‘Fırsat buldu mu?’ mutlaka tren yolculuğuna çıkardı.
    Trenlerde giderken gördüğü kasaba ve köyleri, oralardaki evleri, o evlerde yaşayan insanları düşünür; oralarda yaşanan hayatları hayal etmeyi çok severdi.
    O sırada aklına bin bir düşünce üşüşür, sanki o insanların hepsi tanıdık gelirdi ona.
    Gençliği hep evinden uzaklarda geçmişti. Belki ondan, belki de içinde yaşadığı insanların özelliği gereği yolculuk, gurbet ona hep tatlı bir hüzün verir; duygusallaştırırdı.
    İşte o sıralar hep sevdiklerinin yanında olmanın özlemini çekerdi. Onun gençlik yıllarında şimdiki iletişim ve ulaşım olanakları yoktu tabi. En bilinen iletişim olanağı telefondu. Onunla konuşmak da meseleydi yani.
    O yıllar manyetolu telefon yılları. Telefonu bağlamakla görevli memur ‘Ankara sen aradan çık, Konya, Konya’ diye şehir isimlerini saya saya bağlantıyı sağlamaya çalışırdı.
    O yıllarla ilgili hiç unutmadığı bir anısı vardı.
    Henüz on sekizinde devrimci heyecanla düşmüştü yollara. Kaldığı kasabada o gün pazardı. Dönerciye gitmişti. O sıra dönercide bir pikapta ‘dağlar kızı Reyhan’ türküsü çalıyor, dönerci de neşeyle türküye tempo tutarak elindeki bıçakla döner kesiyordu.
    Nasıl olduysa o sıra aklına anası babası düşmüş, telefonla konuşmak istemişti onlarla. Yemekten sonra hemen yandaki postaneye telefonu yazdırmış, postanede saatlerce bekledikten sonra telefonun bağlandığı söylenmişti.
    O heyecanla telefonu eline alan Hastafendi telefondaki sesle hasretle ‘babacım sizi çok özledim’ diye başlayan konuşma yapmıştı.
    Oysa konuştuğu babası değilmiş. O sıra memleketinde teyzeoğlunun düğünü varmış.
    Postanedeki memur bakmış babası yok; o sıra bulduğu eniştesini telefona çağırmış. O da ‘ben baban değilim, eniştenim’ dese anlaşılıp anlaşılmayacağı belli değil ‘söyle oğlum’ deyip babası gibi onunla konuşmuştu.
    Anası o olayı anlatırken gülümser ‘sen hep böyle saftın, çabuk kanardın’ diye onunla dalga geçerdi.
    Hastafendinin aklına bunlar gelmişti.  (devam edecek)

 
Toplam blog
: 182
: 232
Kayıt tarihi
: 12.02.13
 
 

Sanat Enstitüsü yapı bölümünden 1967 yılında Denizli'den mezun oldum. Buca Mimar Mühendislik Özel..