Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Mart '07

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Pardon, hangi tehlike?

Pardon, hangi tehlike?
 

Türkiye'de benim gözlemlerime göre, genç bir öğrencinin, kişiliğini ispat etmesini, kendini akranlarından daha farklı tanımlamasını ve bir adım önde olduğunu belli etmesini sağlayacak iki yöntem vardır. Biri sigaraya başlamak, biri de memleket meselelerine eğilip siyasetle uğraşmak.

Kültürlü bir anne babadan doğmuş, ekonomik olarak en azından yoksul olmayan, sosyal hayatı normal şartlarda yaşayabilen öğrenciler, derslerindeki başarı yanında, karşı cinsle arkadaşlıklarındaki denge, yetiştiği huzurlu ortamın verdiği güvenle olaylara daha soğukkanlı ve tarafsız bakabilme yeteneği ve bütün bunların oluşturduğu olgunlukla, hayata daha kolay atılabiliyorlar ve başarılı da olabiliyorlar.

Bu özelliklere sahip olmayanların, Allah vergisi bir zekâları ve çalışma, başarma hırsıyla donanmış bir beyinleri varsa, aradan sıyrılmaları mümkün. Yoksa önlerinde açılacak sadece iki kapı vardır. Ya sigaraya başlamak ya da siyasetle ilgilenmek...

Aslında yarınlarımızı emanet edeceğimiz genç öğrencilerin memleket meseselelerine sahip çıkması kadar doğal ve güzel bir şey olamaz. Ancak bizim siyaset anlayışımız, sosyal hayatın gerçekleri ve bilimsel verilerin ışığı altında oluşan bir yapıya sahip değildir. Daha çok particiliğe ve onun altında da ilerici-gerici, sağcı-solcu, liberal-sosyal demokrat bir zıtlaşma bilincine dayalıdır. Sanki her şey bizde zıddıyla kaimdir.

Konuşarak anlaşmak, anlaşamadığımız konularda bile konuşmayı başarabilmek gibi bir erdem, henüz bizim memleketimize uğramamıştır. Bir yumrukta işi bitirmek, çok daha kestirmeden sonuç almaya yarayan bir yöntemdir. Zihnimiz hep güçlü olmakla yoğrulmuş, haklılık gibi bir kavram belleklerimizde hiç yer etmemiştir.

Bu ilkel anlayış elbette hukukun üstünlüğü gibi bir kavramı özümlemekten bizi alıkoymaktadır. Bizim istediğimiz, bizim düşündüğümüz, bizim arzu ettiğimiz gibi gelişirse her şey iyidir, güzeldir, doğrudur. Demokrasiyi, cumhuriyeti, özgürlük fikrini, eşitliği, hatta adaleti bile böyle algılamışız.

Üniversite yıllarına ben de biraz böyle peşin hükümlerle başladım diyebilirim. Yalnız, şiddeti hayatımın hiçbir döneminde düşünmedim ve uygulamadım. Bunda babamın bana uyguladığı ağır şiddetin olumlu bir etkisi ve katkısı var sanırım. Genel olarak şiddetle karşılaşan ve bu yüzden baskı altında yaşayan insanlar, fırsat ellerine geçince, yaşadıkları her şeyin intikamını alırcasına bu sefer kendileri şiddet uygularlar.

Çıraklığında ustasından her türlü zorbalığı gören bir kalfanın yaptığı ilk iş, yanındaki çırağa kaba ve kötü davranmaktır. Kışlada dayak yiyen bir askerin onbaşı olur olmaz yapmayı düşündüğü ilk şey, acemi bir eri evire çevire dövmektir. Ben nedense babamın bana yaptıklarını kimseye yapmama gibi bir prensip kararı aldım.

Hiçbir arkadaşımla yumruk yumruğa kavga etmedim. Hatta ortaokul birinci sınıfta, tam tabiriyle haylaz ve yaramaz bir arkadaşım, bir akşam yatakhanede beni zorla tahrik ederek kavgaya tutuşmamızı istemişti. Bir güreş oyunuyla onu tuş eder gibi yere yatırdım ve etkisiz hale getirdim. Tek bir tokat ve yumruk vurmadım. Tamam mı, diye sordum. Yani istesem sana her şeyi yapabilirim, ama yapmıyorum, bir daha da bana bu şekilde davranma demek istedim.

O an zaten hem yenilginin etkisiyle, hem de kendisi kavganın galibi olsa bana yapacaklarını benim ona uygulayabileceğim korkusuyla sesini kesti ve hiçbir şey diyemedi. Ertesi gün, akşam Ahmet'i bir dövdüm, bir dövdüm diye gündüzlü arkadaşlara anlatıyormuş. Tabii ki kendi kendine rezil oldu.

Bir de kızkardeşime attığım bir tokat var. Sonradan öğrendim ki onda da ben çok haksızmışım. Hâlâ hatırladıkça büyük üzüntü duyarım.

Öğrenci olaylarının günde üç beş kez tekrarlandığı bir dönemde üniversitede okudum. Hiçbir kavgaya girmedim, hiçbir olaya karışmadım. Kimileri belki beni memleket meselelerine ilgi duymayan biri olarak görmüşlerdir. Oysa ben kendimce siyasetle çok ilgiliydim, ülkemi de çok seviyordum.

Bizde gençlerin siyasetle ilgilenmesi de yanlış anlaşılmış ve anlatılmıştır. Milletini, memleketini, bayrağını sevmek, bu ülke için çalışmak, başarısıyla ülkeye katkıda bulunmak, particiliği siyaset sananlar için bir şey ifade etmez. Onlar siyaseti ellerinde sopalarla, pankartlarla sokağa dökülmek, bir iki cam çerçeve indirmek, karşı gruptan bir kaç kişinin kaşını gözünü yarmak olarak anlarlar.

Bunları beceremeyenler de, en azından ideolojik olarak taraf olduğunu ortaya koyan bir gazeteyi, adı görünecek şekilde ceplerine yerleştirmeyi siyaset sayarlardı.

Ben Cumhuriyet gazetesini, her zaman reklamlarında olduğu gibi, tarafsız, doğruları olduğu gibi yazan bir gazete olarak bilirdim. Ne zaman ki Hukuk Fakültesi'nde yaşadığım bir öğrenci olayını, ertesi günü Cumhuriyet'te tamamen zıt bir şekilde ve yanlış biçimde okudum, gazeteye olan güvencimi kaybettim.

Bir başka yazımda da bu konuya değinmiştim sanıyorum, yaşadığım bu olayla sadece Cumhuriyet gazetesine karşı bir tavır almış değilim, tarih bilgilerine olan inancımı da kaybettim.

Böyle bir iletişim çağında, içinde yaşadığım olayı bir gazete farklı şekilde duyurabiliyorsa, yüz yıllar bin yıllar önce yaşanmış olayları doğru olarak algılamamıza ve öğrenmemize imkân olmadığı gerçeğini anladım.

Zaten tarih boyu iktidarı hep güçlüler ele geçirdiği için, yani haklılar güçlü değilse yenilgiye uğradığı için, pek çok vakanın seyrinde inanılmaz hatalar olacağına ve bugüne kadar intikal eden tarih bilgisinin çok eksikleri ve yanlışları olabileceğine karar verdim.

Şu anda imkân bulduğum sürece bütün gazeteleri okumaya çalışırım. Tek bir gazete haberiyle kanaat oluşturmamaya gayret ederim. Televizyon izlerken uyguladığım yöntem de budur. Reklamların hiçbirine inanmam. Kendim denemeden bir ürünün iyi veya kötü olduğuna karar vermem.

Şimdi diyeceksiniz ki biz de böyleyiz. Ne kadar güzel...

Allah her insana farklı bir beyin vermiş. O yüzden kimsenin düşüncesi kimseye benzemez. Hepimiz her konuda farklı düşünürüz. Detaylara inildikçe farklılıklar ortaya çıkar. Bu çok doğal. Bu yüzden görüşlerimizi söyleriz, yazarız, savunuruz. Ama iş, içinde yaşadığımız ülkenin menfaatine gelince, herkesle hemfikir olduğumuz üst benlikte veya ayrılığın gayrılığın olmadığı genel ortamda elele verip gerekeni yaparız, yapmalıyız.

Hepimiz bu ülkede daha iyi şartlarda, insana yakışır bir hayat sürmek istiyoruz. Daha çok kazanmak, daha çok harcamak, daha çok özgür olmak, daha çok imkân sahibi olmak, hepimizin ortak arzusu. Bütün çabamız bu arzuyu gerçekleştirmek için bir şeyler yapmak olmalı.

Demokraside kural şudur. Bir karara varılıncaya kadar, herkes farklı düşüncesini ortaya koyar. Ve bu düşüncenin öne çıkması ve galip gelmesi için de çalışır. Ancak yöntem belirlendikten sonra artık herkesin görevi o yöntemin tatbikine yardımcı olmak ve onu uygulamaktır. Ben böyle düşünmemiştim deyip etkinliğe katılmamak, demokrasiyle bağdaşır bir tutum olmadığı gibi, hele hele benim görüşüm bunun tam tersi istikametindeydi gibi bir dirençle, aksine girişimlerde bulunmak, belki kişisel egomuzu tatmine yarar ama, toplum olarak kalkınmamız ve ilerlememiz anlamında bize bir gramcık artı bile getirmez.

Kara saplanmış bir otobüs düşünün, ne tarafa doğru itilirse çıkmasının daha kolay olacağı önce elbette tartışılır. Ancak sözgelimi önce çukurdan çıkması için teknik olarak biraz geri alınması gerekiyorsa, herkes var gücüyle otobüsü kurtarmak için geri doğru ittirirken, araba dediğin öne doğru itilir deyip tek başınıza bütün gücünüzü herkesin aksine bir yöne harcarsanız, arabanın kurtulmasına bir katkınız olmaz. O zaman o soğukta donup kalanlardan biri de siz olursunuz.

İnsanların kanaatları zorla değişmez. Değişir gibi görünürse bu daha da tehlikelidir. En güzel yol ikna metodududr. Bütün gayretinize rağmen birilerini ikna edemiyorsanız, karşınızdaki kişide algılama bozukluğu olması ihtimali kadar en azından teorik olarak sizin de anlatamama ihtimalinizin olduğunu kabul etmeniz gerekir.

Cumhuriyet gazetesinin yaptığı reklamın, gazeteye okuyucu kazandırmaya yönelik olmadığını herhalde içimizde anlamayan yok. Reklamın teknik olarak çok çarpıcı ve vurucu olduğu muhakkak. Peki kimi çarpıyor, kime vuruyor, bunu hiç düşündük mü? Eğer biz de bu çarpmadan ve vurmadan yanaysak, hoşumuza gittiği için, ooo güzel reklam, güzel reklam diyoruz.

Bu reklamın amacı nedir ve bu amaca yönelik nasıl bir sonuç alınmıştır? Tehlikenin farkına kimler varmıştır meselâ.. Tehlikenin farkında olmak için, önce tehlikenin ne olduğunu bilmek ve anlamak gerekir. Cumhurbaşkanlığı seçimini tehlike olarak görenler, bu ikazdan sonra tehlikeyi farketmiş olabilirler. Ancak cumhurbaşkanlığı seçiminin tehlikeli olduğunu düşünmeyenlerde bu reklam nasıl bir tepki oluşturmaktadır?

Ülkemizde şu anda günlük gazete trajı yaklaşık 5 milyondur. Cumhuriyet gazetesinin trajı da 50-60 bin arasında gidip gelmektedir. Yani gazete okurları arasında Cumhuriyet'in oranı %1 dir.

Evet biliyorum, nicelik ve nitelik hesaplarından bahsedeceksiniz, belki bir cumhuriyet okurunun diğer gazetelerin 100 okuruna bedel olduğunu söyleyeceksiniz. İnsan kendini tatmin etmek ve kendi görüşünü doğrulatmak için çeşitli bahaneler bulabilir. Bunu söylerken kendiniz inanacak mısınız?

Bir şey daha var. Hepimizin ısrarla savunmaya çalıştığı, hak, adalet, eşitlik, özgürlük bağlamında, kendisinde bir nevi manevi güç hissederek azınlığın çoğunluğa egemen olması gibi bir kavram demokraside var mıdır? Bu söylem, düşündüklerimizle çelişen bir tutum değil midir?

Demokrasi, herkesin bilinçli bir vatandaş olabildiği toplumlarda daha olgun bir yönetim biçimi ortaya koyar, Türkiye bu anlamda bilgisiz insanlardan oluşan ilkel bir topluluktur, demokrasi bu insanlara lükstür, dolayısıyla her şeyin eğrisini doğrusunu bilen insanlar, bu toplumu zaten belli bir yöne sevk etmek için varlar, gerekirse demokratik yöntemlerin dışında da bunu gerçekleştirmeyi düşünebilirler gibi bir teziniz varsa, bunu da açıkça ortaya koymanız gerekir.

Aslında doğrusu, insanları eğitip yetiştirmek, onları çağdaş anlayışa ulaştırmak, bilinçli bir vatandaş haline dönüştürmektir. Acaba bu, zaman isteyen, uğraşmayı gerektiren bir yöntem olduğu için, hiç denenmemiş midr, yoksa başarılamamış mıdır? Eğer Cumhuriyet yönetimi, seksen küsur yıldır vatandaşına eğriyi doğruyu öğretememişse, neyin iyi neyin kötü olduğunu anlatamamışsa, tehlikeyle emniyeti farkedecek kadar bir şuur kazandıramamışsa, sanki kusurun başka yerde aranması gerekir gibi bir kuşku doğuyor insanın içine.

Seksen üç yıldır Cumhuriyet gazetesinin okuyucu sayısını bir türlü artıramaması, Cumhuriyet Halk Partisi'nin bir kere bile seçim kazanamaması, üzerinde ciddiyetle durulacak konular değil mi?

Sonuç olarak bir gazete reklamının düşündürdüklerinden yola çıkarak bir sürü şey söyledik. Tenkit edilmek insanda hep savunma mekanizmasını geliştirir. Eminim bu yazıyı okurken kimi arkadaşlar içinden, beni karşı görüşten biri olarak nitelendireceklerdir. Aynı görüşte olmadığımızı söyleyebilirim belki, ama karşı görüş tabiri bana sıcak gelmiyor. Farklı görüş demek daha doğru olabilir. Ya da cumhurbaşkanlığı seçimini tehlikeli görmeyen biri olduğumu söyleyebilirm.

Şimdi, reklamı bile algılayamadığımı düşünenler olacak. Tehlike cumhurbaşkanlığı seçiminde değil ki, bu seçimle saatlerin 100 yıl geri alınmasında, diyenleri duyar gibiyim. Gerçekten Tayyip Erdoğan'ı Türkiye'yi 100 yıl geriye götürebilecek güçte biri olarak görüyor musunuz? Bu kadar güçlüyse ve seksen yıllık cumhuriyeti yıkıp padişahlık yönetimine dönebilecek kudreti varsa, önünde saygıyla eğilmek lazım herhalde.

Bu kadar mı çürük bu cumhuriyet? Hemen kolayca yıkılıveriyor... Bu anlayışın din elden gidiyor yaygarasından bir farkı yok. Din dediğiniz şey de bir kişinin sözüyle, bir kadının açılmasıyla, birinin içki içmesiyle elden gitmez. Bu kadar korku, normal ve tabii bir davranış biçimi değil diye düşünüyorum.

Bir ormanda piknik yaptığımızı farzedelim. Gece yıldızları seyretmek, ormanın o vahşi güzelliğini doyasıya yaşamak için gezintiye çıkmak istiyoruz. Şimdi iki şık var..

1. Etraf vahşi hayvanlarla dolu. Her an bir saldırıya uğrayabiliriz. Tehlikeden hiç haberimiz yok. O kadar rahatız, o kadar mutluyuz ki, ömür boyu unutamayacağımız bir zaman dilimindeyiz.

2. Etrafta hiçbir tehlike yok. Fakat biz korkumuzdan evden dışarı adımımızı bile atamıyoruz ve her an bir saldırıya uğrayacağımız endişesiyle hayatımızın en kâbuslu dönemini yaşıyoruz.

Bilmiyorum hangi şık bizim ülkemizi anlatıyor, şimdi biz hangisindeyiz, hangisinde olmak isteriz?

Yalnız şunu eklemem lazım. 17 Mayıs'ta meclisin kararına saygı duyarak, seçilen kişiyi 7 yıllık cumhurbaşkanımız olarak benimseyeceğiz. Kendi düşüncemiz doğrultusunda her türlü çabayı gösterdikten sonra, sonucu saygıyla karşılayacağız. Daima daha ileri gidebilmemizi sağlayacak şekilde kendi bilgi ve becerilerimizi ortaya koyacağız. O zaman demokratik bir hakkımızı kullanmış bilinçli vatandaş oluruz.

Eğer istemediğimiz kişi seçildi diye sokaklara dökülürsek, birbirimizi düşman belleyip, kendi kendimize kötülük edersek, ayırımcılığı körükleyip bu bahaneyle eteğimizdeki bütün taşları dökerek bir iç savaşın provasını yaşamaya kalkarsak... Doğrusu böyle bir tehlikeden Allah'a sığınıyorum. Başka da söyleyecek bir şey bulamıyorum...

 
Toplam blog
: 859
: 979
Kayıt tarihi
: 21.06.06
 
 

Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu, ekonomik..