Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Nisan '16

 
Kategori
Öykü
 

Pastanın kreması...

Pastanın kreması...
 

Kaynak:http://www.lavishlarkphotography.com/


Mega kent yakınlarında yer alan gölün kıyısındaki salaş ama temiz restoranda yalnız başına yediği yemeği yeni bitmiş hesabın gelmesini bekliyordu 50'lerin ortalarına yaklaşmış genç görünümlü kır saçlı adam. Yaşlılığın gençliği denilen bu yaşlarda, elinde kalan süreçte hiç bu kadar genç olamayacağının da bilinciyle keskinleşen gözleriyle etrafı tararken gözü karşı masaya takıldı. Düz kumral saçlı, beyaz tenli, mahzun bakışlı, henüz üç-dört yaşlarındaki bir erkek çocuğu -yüzü ona dönük bir vaziyette- dikkatini çekti. Annesinin ısrarlı itirazlarına rağmen işaret parmağını önündeki bol kremalı pastaya batırıyor, içinde dolaya dolaya parmağına sardıktan sonra da ağzına götürüp emiyordu. Hesabı ödeyen adam garsonun çay ikramını geri çevirmeyerek  biraz daha oturmaya devam ederken gördüğü bu sahne karşısında zihninde beliren ardışık çağrışımlara kaptırdı kendini...

İlgili ilgisiz "bir şeyin tadına varmak, güzellikleri onun etrafına dolamak için sağlam bir dayanak noktası olmalı insanın hayatta" diye geçirdi içinden... Kremanın etrafına dolandığı parmak gibi... Bu iyi bir meslek, iyi bir eş ve bunlara bağlı olarak da iyi bir sosyal çevre olmalı diye düşündü.

Yalnız yaşayan, 50'sinin ortasına yakın İlker, yargıç  bir anne babanın tek çocuğuydu. Onları da üniversite mezuniyetini takip eden beş yıl içinde ardı ardına kaybetmişti. Uzaklarda, yurtdışında yaşayan teyzesi ve halasından başka da hiçbir akrabası yoktu.

Özellikle son 30 yılda -yüzeysellik, muhafazakârlık, sanallık, belirsizlik, süreksizlik ve tüketim çılgınlığı ekseninde- süratle yeni mevziler kazanan, kimilerinin post-modern dediği sistemle barışık olmayı pek başaramamıştı. İyi eğitimi sayesinde üniversite son sınıfta keşfedilerek rica minnet girdiği finans sektöründe fiyakalı, hızlı ve tantanalı iş yaşamına ancak iki buçuk yıl dayanabilmişti. Çalışkandı. Fakat dürüst çalışkanlığını kırışmalı-kapışmalı iş dünyasında layıkıyla sergileme şansı bulamamıştı. Daha sonra girdiği bir sendikadaki sosyal güvenlik uzmanlığı alanında sahip olduğu değerlere biraz daha yakın bir çalışma ortamında idare edip gitmekteydi. Piyasa ilişkilerinden giderek uzaklaşsa da kendini daha çok doğa gezilerine, okumaya ve yazmaya vermişti.

Tutumlu yaşamı sayesinde, şansının da yaver gittiği 10 yıla yakın bir kooperatif üyeliği sonucu bir ev sahibi de olabilmişti. Tutumluluğu, aşırı tasarrufçuluktan çok bazı içgüdüsel ya da moda istekler adına kolay harca(n)maları gerektiren sızıntıları tıkayabilen iradesinin de bir sonucuydu. İlker daha sonra bu kooperatif evini de satarak daha mutena bir semtte hiç de fena olmayan yeni bir daire sahibi de olmuştu. Ahirete yönelik ciddi bir imanı pek olmasa da dünyada ele avuç açtırmayacak, başını dikçe tutup sokabileceği bir mekân sahibi olabilmişti. Aylık düzenli kazancına kuvvetli kalemiyle dergilere yazıp çizdikleriyle... Şiir, öykü ve deneme alanlarında bazıları ufak tefek ödüller kazanmış kitaplarının telifleriyle elde ettiklerini de katık ediyordu. Öyle içkisi, kumarı, barı, pavyonu olmayınca sade ve nitelikli yaşamını mali açıdan başı sıkışmadan sürdürüp gidebiliyordu. Gıda, ulaşım ve geziler dışında en önemli gider kalemi kitap ve dergilere yönelikti.(*)

Sade bir yaşamı, kişisel ve toplumsal sorumluluklarıyla dengelediği özgürlük anlayışı, anne babasının görevi gereği bulunduğu taşralı çocukluk yıllarında tadına vardığı, o yıllara ait imece yaşamın iz değeri halinde süren bir dayanışma duygusu vardı.

Başından üç yıllık kısa ve çocuksuz bir evlilik de geçmişti. Eşinin de -hemen her kadın gibi- içinde; eş, anne, çocuk, sevilmeyi bekleyen duygusal masum kadın, beğenilmeyi ve arzulanmayı isteyen dişi ve kaprisli kadın gibi birçok kadın yaşadığını görmüş ve bilmişdi. Sevip de aşık olmadan, boş bulunup arkadaş telkinleriyle evlendiğinden olsa gerek bunların tümüne birden hitap edebilecek bir orkestranın tek ve uyumlu sesini -sürekli- çıkartabilmeyi başaramamıştı. Sonrasında birçok kadın daha tanıdı. Çoğu, onları önce insan tarlası, sonra haz aracı, kimisi de tüketim düzeninin en büyük dişlisi olarak düşünen erkek egemen dünyanın bakış açısını içselleştirmiş kadınlardı. Bu durum karşısında daha sonra şansını fazla zorlamadı. İkinci evliliğini yapmadı. Dolayısıyla çocuk sahibi de olamadı. Ama zaman, zaman sahip olduğu değerlerini aktarabileceği doğmamış çocuğuna içinden mektuplar yazmayı da engelleyemedi. Ornella Fallaci’ye nazire yaparcasına… Hem de bir erkek olarak!

Yazgı denen şeyi efendinin sözünde değil, bezelyenin özünde, hatta çekirdeğinde aramak gerektiğini gösteren bilime olan sağlam inancı, onu, yaratıcıyı da göklerde değil menekşenin hücrelerinde, hücrenin çekirdeğinde aramak gerektiği düşüncesine sevk ediyordu (**). Bilgeliğin putları yıkmak değil hiç yaratmamak olduğu düşüncesini taşıyor, yaşamı doğaüstü bir etkilenimle anlama kavuşturan sanatı ise her yönüyle seviyor ve bir varoluş gerçeği olarak benimsiyordu.

Efendiydi. İnsanı doğaya ve ilkel içgüdülerine tutsaklıktan evrenin efendiliğine yükselten şeylerin neler olduğunu iyi tahlil etmiş, kendi kişiliğinde bu yöndeki mikro dönüşümleri sürekli gerçekleştirerek bu sıfatı hak etmişti. Efendiliği, arkadaşlarının dar çıkarcılık ekseninde, özellikle de yüzeysel hovardalık yönündeki taleplerini sürekli geri çevirerek dizginlemesine neden oluyor, bu durumda arkadaş çevresinin iyice daralması sonucunu doğuruyordu.

Mutluluk ise sanki bir tür seraptı onun için. Bunun, insanın yaşamda kendi amacını yaratıp uygulama şansı bulabilirse gerçekleşebileceğine inanıyordu. Ama iyi bir insanın mutlu olabilmesi için yaşadığı şartların, çağın geçerli değerlerinin de ona uygun olması gerektiğini de biliyordu (***). Bu açıdan şansızdı. Pek de ait olmadığı bir dünyada, büyük ölçüde ona ait olmayan bir hayatı yaşamak insana ne kadar mutluluk verirse o kadar mutluydu işte… Fakat İlker’in yine de ruhunun ait olduğunu düşündüğü dünyaya dair içten içe bir mutluluğu vardı! Pek ait olmadığını düşündüğü dünyada yaşayan bedenine sürekli akıttığı, onu dirençli kılan türden bir mutluluktu bu!

Özenli, sade, şık ve temiz giyinirdi. Ama nedense bedenine giysi gibi giyindiği bir hüznü de vardı hep… En çok da gözlerinden okunan bu gizli hüznüyle tanınırdı dostları arasında...

Gençliğinde bir ara ilgilendiği felsefeye ileri orta yaş dönemlerinde yeniden merak salınca gündelik cari yaşamın ('fenomen dünyası') cevabı bir yerlerde duran -ve sürekli aktarılarak yinelenen soru-yanıt ve bilgilerinin "retorik", enformasyon şeklinde zaten düşük bir değere sahip olduğunu yeniden anladı. Varlığa, varoluşa, sonsuzluğa ve özgürlük konusuna ilişkin soru(n)lar artık daha çok ilgisini çekmekteydi. Zaten Antik Yunanlılar da insanların yaş grupları itibariyle iş/uğraş alanlarını tanımlarken 50 yaş sonrasını felsefeyle uğraşmaya ayırmamışlar mıydı!

Tüm bu özgeçmiş hızlı kareler içindeki düşünceler halinde zihninden geçtikten sonra -dünya misafirliği henüz iki ay kadar önce sona eren- Umberto Eco nun sözleri geldi aklına nihai olarak: "Kaybedenler, kendi kendini yetiştirmiş kişiler gibi, kazananlara oranla  daha geniş bir bilgi ağına sahiptirler. Kazanmak istiyorsan tek bir şey bilmen, her şeyi bilmekle zaman yitirmemen gerekir; derin bilginin hazzı kaybedenlere özgüdür. Biri ne kadar çok şey biliyorsa, işleri o kadar ters gidiyor demektir." 

Kendini, yaşamını, başına gelenin ne olduğunu şimdilik anlamıştı. Ama dünya misafirliği sona erene dek başına gelebilecekleri ise -herkes gibi- o da tam olarak kestiremiyordu. 

Hava iyice kararmaya başlamıştı. Yerinden kalktı ve hafif bir sendelemenin ardından dik ve kararlı adımlarla otoparktaki aracına doğru yürüdü... 

İ. Ersin Kabaoğlu

27 Nisan 2016, Ankara

Not:

(*) Konfüçyüs'a göreyse erdemli insanların dokuz düşüncesi vardır; "...Baktıklarında berrak görmeyi düşünürler, dinlediklerinde iyi duymayı düşünürler, görünüşleri bakımından cana yakın olmayı düşünürler, davranışlarında saygılı olmayı düşünürler, konuşmalarında doğru sözlü olmayı düşünürler, işlerinde ciddi olmayı düşünürler, kuşkuya düştüklerinde soruları nasıl soracaklarını düşünürler, öfkelendiklerinde sorunları düşünürler ve kazancı gördüklerinde adaleti düşünürler..."

(**) Bu konuda ayrıntı için bkz. : http://blog.milliyet.com.tr/Bir_Adam__Bir_Kitap__Tarih_ve_Gelecek_Uzerine___/Blog/?BlogNo=202588

(***) Bu konuda ayrıntı için bkz.: http://blog.milliyet.com.tr/_Iyi_insan__mi_olmak__yoksa__kotu_insan__mi__Hangisi_/Blog/?BlogNo=107988 

 

 
Toplam blog
: 366
: 2333
Kayıt tarihi
: 05.10.07
 
 

Samsun/Ladik doğumluyum. Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım babamın görevi gereği ülkemizin Orta ..