Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Ekim '06

 
Kategori
Aşk - Evlilik
 

Peki aşk nerede başlar?

Peki aşk nerede başlar?
 

Daha sorulduğu anda havada kalan sorular vardır. Sanki karşılıklı bakan iki çift gözün arasındaki o hava boşluğu, çok önceden ayrılmıştır o soru cümlesi için. Kadifemsi bir sesin hayat bulduğu solukta harf harf dökülen o soru, öylece asılı kalır havada.

Elindeki gazeteyi katladıktan sonra kaldırıp kafasını sorduğunda o iç acıtıcı soruyu, hayatın ortasına asılmış küçük bir yağlı boya tablo gibi kaldı orada: Peki aşk nerede başlar; nerede biter?

Aslında sosyal ve siyasal içerikli yazılmış iki köşe yazımı yan yana koyup, hiç üşenmeden eline kalemi alarak başlıkları alt alta yazdı:


“Birlikte yaşamı öğrenme zorunluluğu”

“Faşizm nerede başlar?”

Soru işaretinin altındaki noktayı kalp şeklinde çizdikten sonra, bu kez yüzüme bakmadan yineledi sorusunu:

— Evet söyle bakalım; nerede başlar, nerede biter?

Sanıyorum, bu sorunun sorulduğu andan itibaren bitmiş oluyor aslında her şey. Çünkü sorduğumuz sorularla, sıkışıp kaldığımız labirentin ortasında bize çıkış yolunu gösterecek ışığı arıyor oluyoruz ve bir labirentin ortasında ‘tek başına’ ışık aramak, aşkın, valizini toplayıp çoktan gittiğini gösteriyor.

Niteliği ne olursa olsun (arkadaş, dost, sevgili, ortak, işveren vs…), sürdürülmesi zorunluluk haline gelmiş tüm ilişkiler bitmiştir aslında. Özellikle aşk, ‘birlikte yaşama zorunluluğunu’ barındırmaz içinde. İki kişi arasında süre giden bir savaşa dönmüşse ilişki, birlikte yaşamayı öğrenmeye çalışmak gibi yersiz bir atağa kalkıyoruz. Aslında sadece ikili ilişkiler için geçerlidir “Ya sev ya terk et” önermesi; başka bir şey için değil! Ama biz, ‘birlikte yaşamayı öğrenebilmek’ için, değiştirmeye, dönüştürmeye çalışıyoruz hem kendimizi hem yanımızdakini. Sadece bizi daha çok sevsin, ‘aman ne olur terk etmesin’ diye eksiltmeye başlıyoruz hemen kendimizi. ‘Görüşülmemesi gereken tipler’ listeleri hazırlanıyor, ‘giyilmesi sakıncalı kıyafetler’ belirleniyor, ‘gidilmesi zinhar yasak’ olan mekânlar tebliğ ediliyor. Biz galiba faşistlerimize âşık oluyoruz bir biçimde.

Değiştirip dönüştürdükçe kendimizi, azaltıp eksilttikçe, biz, biz olmuyoruz aslında. Ve ne kadar değiştirmeye çalışıyorsak ‘sevdiğimizi’, aslında o kadar sevmiyoruzdur. Biz, gerçekte sevebileceğimiz olan kafamızdaki hayale benzetmeye çalışıyoruz yanımızda duran bedeni. Tırnaklarımızla törpüler gibi etlerini, törpülemeye çalışıyoruz o cıvıl cıvıl ruhu. Aynı hoyratlıkla kendi ruhumuzun budanmasına sessiz kalıyoruz. Sonra bir bakıyoruz ki; biz, birlikte yola çıktığımız o ilk halimiz değiliz artık. Sağından solundan kırpılmış, cıvıltısı lime lime edilmiş bu ruh bize ait değil. Bu feri sönmüş gözler, hissiz dokunan eller bizimkiler değil.

İki kişi arasındaki ilişkide başlıyor faşizm ve tam da o noktada bitiyor aşk. Aşkın bitmemesi için feryat figan koşturup, bin bir takla atmak yerine, “Ben biteceğime aşk bitsin” demeyi akıl edemiyoruz her nedense. Şöyle fiyakalı bir “Niye değiştiriyorum ki ben kendimi? Neden bu kadar yıpratıyorum ki?” cümleleri aklımıza gelmediğinden, “Ben gidiyorum arkadaş; dışarıda kocaman bir hayat var” delikanlı kelamını söyleyemiyoruz bir türlü.

Yok yok; biz, faşistlerimizle yaşamayı seviyoruz.

Bizi azaltıp eksiltmek yerine artırıp çoğaltan, ellerini bedenlerimize şiddet uygulamak yerine kalbimizde yıllardır bekleyen dikenleri çıkarmak için kullanan, dudakların hakaret ve aşağılama sözleri için yaratılmadığını anımsatan birileri olduğunu, olabileceğini ve aşkın tam da burada çiçekleneceğini çoktan unuttuk sanırım.

Otuz altısı için gün saymaya başlamış birine ne söylense yavan kalacağını çok önceleri öğrendiğimden, kâğıt üzerinde dalgın gözlerle gezdirdiği kalemine bakıp dudaklarımı büktüm:

— Bilmem. Hiç anlamam ki bu işlerden.

 
Toplam blog
: 70
: 1618
Kayıt tarihi
: 23.07.06
 
 

Milliyet Blog'un ilk yazarlarındanım. Uzun yıllar gazetecilik yaptım, sonra bir sabah uyandım ki ..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara