Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Kasım '10

 
Kategori
Öykü
 

Pelin

Uyandığımda sarı, sıcak, parlak ama yumuşak bir ışık yüzüme vuruyordu. Geniş taş duvarlı, gri boyalı ahşap pencerenin camında yağmur damlacıkları boncuk bocuk parlıyordu. Oysa okuldan gelip sedire uzandığımda simsiyah bir gökyüzü ve bardaktan boşanırcasına yağan bir yağmur vardı.


İsteksizce de olsa sedirden doğruldum. Üzerime örtülmüş kırk yama denilen battaniyeyi ise o zaman fark ettim. “Annem örtmüş olmalı” diye düşündüm içimden. Oysa eve geldiğimde kimseler yoktu. Cızırdayan radyoyu açık bırakıp da gittiğine göre, Şükrüye Teyzelerde olmalıydı şimdi… Çünkü ne zaman sıkılsa ya da soluk almak istese, üzerindekileri değiştirme ihtiyacı bile duymadan bir kahve içimine sarı boyalı o eve giderdi.


Bakışlarımı yorgun ve isteksizce odanın içinde dolaştırdım. Gözlerim beyaz badanalı duvarın üzerindeki saatin sarkacına takılı kaldı sonunda. Bir yandan tik takları sayarken, diğer yandan da sarkacın sağa sola gidiş gelişlerini takip ettim bir süre. Ve sarkacın görünmesini sağlayan camın kenarındaki küçük çatlağa gözüm ilişti neden sonra…


Babam, babasından kalan en güzel miras olduğunu söylerdi bu ahşap duvar saati için. Ama yine böyle yağmurlu bir günde evin içinde oyun oynarken, hızla vurduğum plastik top saate çarpmış ve saatin üzerindeki camı çatlatmıştı. Hatırı sayılır bir dayak yemiştim aynı gün babamdan… Her zaman olduğu gibi imdadıma yine annem yetişmiş ve “ne yapıyorsun” diye çıkışmıştı babama, beni usulca eteğinin arkasına saklarken…


Mutfaktan gelen sesle irkildim. Kızgın yağın içine atılmış patateslerin çıkardığı sesti bu… Patatesle yağın dansı dedim kendi kendime. Gülümsedim. Oysa hiç gülecek halim yoktu o gün benim…

•••

Yaz bitmiş, mevsim kışa dönmüştü. Kasım ayıydı sanırım. Parktaki ağaçlar elbiselerinden sıyrılmış, yerler sarıdan turuncuya dönen yapraklarla kaplanmış; bacalardan, evlerin pencerelerinden sokağa uzanan ve uçlarında teneke fırdöndüler olan borulardan dumanlar yükselmeye çoktan başlamıştı. Mahalleden baharın ve yazın kokusu çekilmiş, yerini linyit kömürünün genizleri yakan is kokusu almıştı. Güneş de erken batıyordu artık. Zamansız inen akşamla birlikte hüzün kaplıyordu her yeri…


İşte böyle soğuk ve hüzünlü bir sonbahar günü tanışmıştım ilk kez ölümle…

Teyzemle eniştem, anneannemlere gitmek için Memleket Hastanesi’nin önündeki alandan otobüse binmişler, ama otobüs daha hareket eder etmez eniştem fenalaşmış ve oturduğu koltuğa yığılıp kalmıştı. Feryat figan arasında yüz metre ilerdeki hastaneye götürmüşler, yine de kurtaramamışlardı. Hiç beklenmedik bir şekilde gelen ölüm, tüm mahalleyi sarsmıştı. Çünkü bilirsiniz, ölüm herkes için erkendir.

Eniştemin cenazesinin soğuk ve yağmurlu bir günde kaldırıldığını daha dün gibi hatırlıyorum şimdi: Teyzemin evi tam bir mateme bürünmüştü. Evden kuran sesleriyle birlikte hıçkırıklar yükseliyordu. O gün, akşam daha ağır bir hüzünle inmişti mahallemize. Herkes evine çekildiğinde ise teyzemlerdeki acı ve hüzün daha da bir ağırlaşmıştı. Biz bile çocuk aklımızla olayın vehametinin farkındaymışçasına bir köşeye büzülmüş, çıtımız bile çıkmadan oturmuştuk gece boyu…


Bundan sonra acılarla dolu bir yaşamı metanetle göğüsleyecek olan teyzemin yaşadığı bu ilk acı, benim de yaşamımda ölümle ilk tanışmamdı işte…

•••

Ölümle tanışmıştım tanışmasına ama, ölümün daha ne olduğunu tam olarak bilmiyordum aslında…

Ölüm, dün vardınız bugün yoksunuz mu demekti? Matematik dersine çok çalışmalısın diyen eniştemin, bir daha bunu bana söyleyemeyecek olması mıydı? Hem geçen gün radyo tiyatrosundaki çocuk, sevgilisine, ''ben sen olmadan yaşayamam, ölürüm'' demiş, oysa yaşamaya devam etmemiş miydi, sevgilisi yaşamından gitmiş olmasına rağmen?!. Yoksa yaşam devam ederken de ölünüyor muydu? Öyleyse bir gün bende yaşarken ölecek miydim?


Aklımın ermediği o küçük yaşımda, bu sorular kafamda duvardan duvara tosluyordu sanki..Çünkü bir küçük çocuk için bu sorular elbette çok erkendi…

•••

Kapının aralığından, kuran okunan odaya arada bir göz atıyordum. Pamuk gibi bembeyaz başörtülü kadınların arasında, ağlamaktan gözleri şişmiş annemi seçebiliyordum. Teyzemin yanında oturuyor, arada bir onu teselli ediyordu. Teyzem de ağlamaktan, yorgunluktan ve ansızın gelen ölümün şaşkınlığından bitap düşmüştü. Ama yine de yuvarlak yüzünün üstündeki kara benekler gibi duran gözlerinde ışık vardı henüz. Feri sönmemişti. Ve yaşadığı şoka rağmen hâlâ güzeldi.

Odada Pelin’in de bulunduğunu o an fark ettim işte. Şükrüye Teyzenin kızıydı Pelin. O da beyaz başörtüsüne bürünmüş, elindeki gül suyunu konukların avuçlarına döküyordu. İlginçtir, Pelin’in de yüzüne garip bir hüzün yerleşmişti. Ama bu hüzün biraz eğreti gibi duruyordu Pelin’de sanki…

Kapı aralığından bir an beni gördü. Ve daha bir istekli, daha bir işe yarıyormuş görüntüsüyle gül sularını avuçlara dökmeye devam etti. Ve artık büyümüş de ben fark etmiyormuşum rolüne, sanırım ilk o gün başladı Pelin!

•••

Bizim evin tam karşısında, teyzemlerin evinin alt tarafında, duvarları sarı badanalı, mavi demir kapılı Aksekililerin evi bulunurdu. Bu evin sakinleri de iyi komşumuzdu. Bahçesinde fıskiyeli bir havuzun bulunduğu bu eski konakta, Memnune Hanım Teyze otururdu

Memnune Teyze, kızı Şükrüye, damadı Necdet Amca, oğulları Müjdat ve kızları Pelin ile Asuman, hep beraber işte bu konakta yaşarlardı. Müjdat bizden birkaç yaş büyüktü. Pelin ise benimle yaşıttı. Çok neşeli, şen şakrak bir aileydiler. Memnune Teyze ilerlemiş yaşına rağmen gayet gösterişli makyaj yapar, ipekli elbiseler giyer, bir güzel takıp takıştırırdı. Ama hiçbir zaman frapan olmaz, tam tersine bir İstanbul Hanımefendisi azametine bürünürdü. Kızı Şükrüye Teyze bile onun gerisinde kalırdı.

Şimdi düşünüyorum da sanırım Pelin de güzelliğini anneannesinden almış olmalıydı. Tıpkı uzaklara kilitlenen buğulu gözleri, imalı sözleri ve küçük ayrıntılarda aradığı mutluluğu her zaman bulması gibi…

Yıllar sonra tekrar karşılaştığımızda, yanımdaki boş sandalyeye ilişirken, eniştemin ölümünden beri aslında hiçbir şeyin değişmediğini, araya sadece mesafelerin girdiğini ve kırılganlıkların ya da hayal kırıklıklarının işte bu mesafeden kaynaklandığını adım gibi biliyordum. Çünkü bu uzaklığı araya ben koymuş, duvarları kendi elimle yine ben örmüştüm…

– Merhaba Tarık, Londra'dan ne zaman döndün?
– Yaklaşık iki hafta oldu...
– Çok yoğundun galiba, ortalıkta pek görülmedin?!.
– Pek öyle söylenemez, yoğunluktan değil, kimse kalmamış eski arkadaşlardan. Herkes bir yere dağılmış. Senelerce buralardan uzak olmam, çoğu arkadaşımın izini kaybettirmiş bana…

– Ben hep buradaydım oysa!..

Konuşmamız burada bitmiş, Pelin elbette biraz bozulmuştu. Fakat hemen yerinden kalkmayı da istememişti sanırım. Gurursuz oluşundan değil, çekingenliğinden…


Çocukluğumuzdan beri bana hayran olduğunu biliyordum. Sürekli etrafımda dolaşıp benimle bir şeyleri paylaşmak ister, ama eşekliğim yüzünden benden yüz bulamazdı. Ne var ki, son derece inatçı bir kızdı Pelin. Kalbine saplanmış oku bir türlü çıkartıp atmadı, atamadı. Hep bir gün benimle birlikte olacakmış gibi yaşadı. Ve bekledi…

İşte sonunda İngiltere'den dönmüş, onun gözünde daha da yakışıklı ve olgun olmuştum. Şimdilik kedi gibi sessizce yanımda oturmak bile yine mutluluk veriyordu ona… Benim ise eşekliğim, ne yazık ki devam ediyordu.

Pelin aslında hep böyleydi… Her zaman “ben buradayım” havalarındaydı. Tıpkı eniştemin mevlit gecesi gülsuyu dağıtırken gördüğüm gibi, “ben buradayım” diyen ve sonuna kadar varlığını hissettiren… Belki de bu yüzden onun istediği gibi hiçbir zaman yaklaşamadım ona…

Ama diğer yandan, ben de hep böyleydim. Beğenmesem de böyleydim. Belki Koç burcu olmamın özelliğiydi, belki de suç tamamen babamındı.

Hem anne, hem baba tarafında ilk bebek bendim. Sanırım bu yüzden çok sevildim. Üstelik sarışın, mavi gözlü ve erkektim. Büyüyüp serpildikçe babam, “benim aslan oğlum, büyüyünce çok kızın canını yakacak” diye severdi.

Gerçekten de çok kızın canını yaktım. Lise yıllarından beri etrafımda hep kızlar oldu. Erkek arkadaşımdan çok kız arkadaşım vardı. Oysa benim için hepsi gelip geçici heveslerdi bunlar. Her türlü kaprisime, benmerkezci tavırlarıma katlanırlardı çünkü onlar…

•••

Eniştemin ölümünden sonraki yıl Pelin’le birlikte ilkokula başladık. Her gün birlikte okula gidip geliyorduk. Okul çıkışı güzel havalarda ya da silgimizi veya kalemimizi kaybettiğimizde evde yiyeceğimiz azarı geciktirmek için parkta oyalanıyorduk.

Ama ikinci sınıfın yarısında Pelin’le yollarımız ayrıldı. Biz ailecek Bayramyeri’ne taşındık. Artık Pelin’le sadece teyzemlere ziyarete gittiğimizde görüşebiliyorduk.

Derken lise başladı ve yollarımız iyice ayrıldı. Ben İzmir Atatürk Lisesi’ne, Pelin ise İzmir Kız Lisesi’ne devam ediyordu. Bizden birkaç yıl sonra teyzemler de Hatay’a taşınınca, Pelin’i hepten göremez olmuştum. Ara sıra teyzeme yatılı ziyarete gelen eski mahallemizden komşumuz Çakır Hatice Teyze’den haberlerini alıyordum gerçi... Kız Lisesi’ne başladığını da ondan duymuştum.

Lise sonrası makine mühendisliğini kazanmış, zorlu geçen dört yıllık bir eğitimin ardından mezun olmuş ve master için İngiltere’ye gitmiştim. Bu süreç içinde Pelin çeşitli vasıtalarla, ortak arkadaşlarımızla bir şekilde “ben buradayım” mesajını vermeye devam etti. Ama beğenmesem de ben böyleydim işte: Hercai, maymun iştahlı, benmerkezci, flörte evet ama gerçek aşka hayır!


İlk başta bu benim şımarıklığımdan kaynaklanıyormuş gibi yorumlanabilirdi..Ya da evin tek çocuğu olmanın getirdiği aşırı güvenle açıklanabilirdi. Oysa öyle değildi. Korkularım beni hiç yalnız bırakmıyordu ki?!. Ben istemez miydim Pelin'e her gördüğümde sarılmayı, kısacık kesilmiş kestane renkli saçlarını okşamayı... Ama yapamıyordum işte. Sanki gizli bir el ona doğru giden bedenimi geri çekiyor ve yaklaşmama izin vermiyordu.


Böylece işin kolayına kaçmış ve buna ‘korkularım’ ismini takıvermiştim. Siz buna ‘çelişkilerim’ de diyebilirsiniz. Çünkü yine ben değil miydim ''ne istediğini bilen kızları'' severim diyen?!. Al sana ne istediğini bilen Pelin… Ama korkularım ya da çelişkilerim peşimi bırakmıyordu işte…


Konak'taki Çınar Sineması’nda Ömer Kavur’un ''Gece Yolculuğu'' filmini izledikten sonra, Alsancak’ta oturduğumuz kafelerden birinde bakışlarıyla da olsa anlatmamış mıydı beni sevdiğini?.. Ve ben gizliden gizliye sevinmemiş miydim?.. Sonradan onu orada neden öpmedim diye milyon kere kızmamış mıydım kendime?.. Ya sinemadaki filmi izlerkenki durumumuza ne demeli? Film boyunca ben değil miydim Pelin'in kokusunu içine içine çeken?..

Sonra filmin ismine nazire yaparcasına dememiş miydi Pelin, seninle her türlü yolculuğa varım diye?.. Sen ise filmin kahramanının kendi içinde yaptığı yolculuklara takılıp kalmamış mıydın?.. Hep bir zaman tünelinin içinde yaşar gibi ve sürekli aynı açmazlarda, açılmayan kapıların arkasında…

•••

Olmadı. Yine korkularımı yenemedim, açmazlarımdan çıkamadım, çelişkilerimi kıramadım.

Bir süre suskun oturduktan sonra Pelin kırgın bir sesle “hoşça kal” dedi ve gitti…

Uzun bir süre sesi çıkmadı Pelin’in. Ben de erkekliğime yedirip aramıyordum elbette. Ama biliyordum ki, bir şekilde beni izliyordu. “Ben buradayım” diyen bakışlarını içimde hissediyordum.

Aylarca aramadı. Bir haber de alamadım. Ta ki o meşum telefon gelene kadar…

Günlerden bir gün fabrikadaki ofisimde otururken telefon acı acı çaldı. Telefonun sesi her zaman aynıdır diyeceksiniz ama değil. Kötü bir haber geleceğini telefonun çalışından anlarım çünkü ben…

Arayan hem mahalleden, hem de liseden arkadaşım Dr. Cengiz’di. İzmir Tepecik Eğitim Hastanesi’nde çalışıyordu. Hiç sözü uzatmadan konuya girdi.

Pelin, dün Sahil Bulvarı’nda bir kaza geçirmiş, yoğun bakımda yatıyormuş. Birkaç kırığı varmış, kırıklar önemli değilmiş ama kafa travması geçiriyormuş, bilinci kapalıymış. “Kontüzyo serebri” dedikleri tablodaymış, yani komanın bir alt sınırındaymış, yetmiş iki saat çok önemliymiş, “antiödem” tedavisi yapıyorlarmış, hayati tehlikesi devam ediyormuş…

Cengiz tüm bunları sıralarken, ben sanki bu dünyada değildim, gerçeküstü bir ortamda bir şeyler anlatılıyordu. Kelimeler uçuşuyor, sadece acı tortusu kalıyordu.

Yarım saat sonra yoğun bakımın kapısındaydım. Cengiz, Asuman, Müjdat, annesi, babası hepsi kapıda çaresiz bir şekilde bekleşiyorlardı. Cengiz telefonda söylediklerini tekrarladı.

Çocukluğum, Pelin’in eniştemin mevlidindeki başörtülü yüzü, Çınar Sineması’ndaki filmden sonraki sevecenliği, yıllar sonra tekrar karşılaşmamızdaki heyecanı, son buluşmamızdaki benim eşekliğim, onun kırgın bir şekilde “hoşça kal” diyen sesi bir film şeridi gibi gözümün önünden geçiyordu. Saatler ilerliyor, mesai yerini nöbete bırakıyor, gecenin sessizliğinde çaresizlik daha da büyüyordu. Cengiz, hepimizi eve gidip dinlenmemiz için ikna etmeye çalışıyor, yoğun ısrarları sonucu Şükrüye Teyze ile Necdet Amcayı ikna ediyor ve Müjdat arabayla onları eve götürüyordu. Asuman’la ikimiz sessiz ve çaresiz bekleşiyor, yoğun bakımın kapısından her çıkana umutla bakıyorduk.

O geceyi Asuman’la birlikte kanepenin üzerinde uykusuz geçirdik. Sabah oldu. Hastanenin yoğun koşuşturması tekrar başladı. Cengiz geldi, yoğun bakıma girdi, Pelin’in durumuna bakıp yanımıza döndü. Yaşamsal fonksiyonları normaldi, ama bilinci hâlâ kapalıydı, belki yine beyin MR’ı çekeceklerdi.

O gün de geçti ve gece oldu. Bu kez Müjdat’la birlikte geceliyorduk yoğun bakımın kapısında. Cengiz eve gitmemiz için ikna etmeye çalışıyordu ama boşuna…

İkinci gün ve gece de değişen bir şey olmadı. Pelin’in bilinci hâlâ kapalıydı. Üçüncü gün sabah, Cengiz bu kez biraz da zor kullanarak hem bir duş almam, hem de bir iki saat uyuyup dinlenmem için eve gönderdi beni. Bir değişiklik olursa telefon edip haber verecekti.

•••

Çalan telefonun sesiyle uyandığımda parlak, sarı, sıcak ama yumuşacık bir gün ışığı yüzüme vuruyordu. İki günlük uykusuzluğun ardından bir duş almak için geldiğim evimde uyuyakalmıştım. Oysa yattığımda gökyüzü karabulutlarla kaplıydı. Ben uykudayken yağan yağmurla birlikte gökyüzü ve yeryüzü arınmış, zemin kattaki evimin penceresine uzanan kiraz ağacının pembe çiçekleri üzerindeki yağmur damlacıkları pırıl pırıl parlamaya başlamıştı.

Arayan Cengiz’di…

Pelin’in bilinci açılmıştı, yaşamsal fonksiyonları yerindeydi, hayati tehlikeyi atlatmıştı…

Gelen bu iyi haberle, ruhumun da arındığını hissettim. Korkularımın sona erdiğini ve çelişkilerimden kurtulduğumu bir de…

Yaşam yeni umutlarla yeni sevgilerle kaldığı yerden devam edecekti.


14 Nisan 2009

EDİT

eylülada – Oğuz Uçak


 
Toplam blog
: 20
: 1258
Kayıt tarihi
: 04.10.10
 
 

1959 yılında İzmir'de doğdum. İlk ve orta öğrenimimi İzmir'de tamamladım. İzmir Atatürk Lisesini ve ..