- Kategori
- Öykü
Peyote'de ilkbahar - Bölüm 1-3

Peyote'de İlkbahar
“Bu romanda anlatılan hiçbir şey gerçek değildir. Ne kişiler, ne olaylar, ne mekanlar, ne küçük alıntılar, ne de kitabın kendisi bile… Gerçek olan her zaman tek bir şey olmuştur: Neye inandığımız.”
ÖNSÖZ
BİR SABAH GÖKYÜZÜNDEN DÜŞÜYORDUM. Yok, rüyamda değil, gerçekten düşüyordum. Hem de çok yükseklerden. Öleceğim biliyorum, diye geçirdim içimden. Ama korku yok, endişe ve panik de yok, hayret!
Yeryüzüne yaklaştım. Tarlalar, evler, yollar belirginleşmeye başladı. Düştüm, düştüm, düştüm... Artık yere çarpmak üzereydim ki birden rüzgarla dalgalanan otların üzerinde duran yatağımı gördüm. Çok sevinmiştim. Mucize bu, diye bağırdım! Yumuşak bir düşüş olacaktı besbelli. Yatağımı her zaman sevmişimdir.
Tam çarpma anında bağırmaya başladım. Hem de avaz avaz! Ama kimse duymadı. Benden başka. Öyle bağırmışım ki kendimi uyandırdım. Ama sırtım yatağıma yaslı, hala düşmeye ya da yatağın içine gömülmeye devam ediyorum. Yok, rüyamda değil, gerçekten.
Sonra birden bedenimi kaplayan bir köpük oldu sevgili yatağım. Tıpkı insanların hedefleri, hırsları, çıkarları, varlıkları ve sahip oldukları herşey gibi...
Sonra düşmekten vaz geçtim ve yatağıma uzanıp, o anın keyfini çıkarmaya başladım.
Fark ettim ki, sadece yatağım değil, tüm çevrem pembe köpüklerle kaplanmıştı.
Yatağımdan kalktım ve belki de doğduğumdan beri gözümün önünde duran ama sürekli arkasından baktığım için göremediğim o pembe köpüklerle oynamaya başladım.
Birkaç saatte kocaman bir piramit yaptım kendime. Her bir taşı yitirmek üzere olduğumuz bir değere karşılık gelen ve en tepesinde aşkın bulunduğu köpükten bir piramitti bu. Günlerin köpüğünden...Tıpkı bir fincan sade kahvenin üzerindeki gibi keyifli fakat aslında dibindeki gibi acı.
İşte o sabah, rüyamın en güzel köşesine koydum bu hafif gerçeküstü kitabı.
Hafif bir kitap istedim, köpükler gibi; çünkü taşıması kolay olmalıydı. Sadece belli bir kesim ya da üst sınıfa değil, herkese götürmeliydim onu.
Gerçeküstü bir kitap olmalıydı; çünkü kitabın kendisi bile gerçek değildi. Herşey gibi o da bir köpüktü.
Sizlerle paylaşmaya karar vermeden önce bu kitabı kendime yazmıştım.
İnsanın kendisi için yaptığından daha iyisi olur mu?
Murat Terzioğlu - 23 Mayıs 2001
BÖLÜM 1
Çok okuyanın, çok gezenden daha bilgili olamayacağı kaygısı taşıyanlar, birkaç saniye daha az okuyup birkaç saniye daha fazla gezebilmek için romanı okumaya üçüncü bölümden başlayabilirler.
BÖLÜM 2
Işıksız... Yasadışı evlerin ve çamurların arasına sıkışmış bir kenar mahalle...
Roman böyle başlasaydı eğer, insanlığa öğretisinin daha fazla olacağı düşünülebilirdi.
Ama madem ki insanoğlu herşeyi okuyarak değil yaşayarak öğreniyor, bu durumda romanın da böyle başlamasına gerek yok demektir!
BÖLÜM 3 - Pötikare yıldızların altında
Işıkları kilometrelerce uzaktan fark edilebilen, önünden tertemiz ve çukursuz asfaltların geçtiği, bahçelerinde özenle bakımları yapılan gösterişli plastik bitkilerin yeşerdiği(!) binaların arasına sıkışmış bir iş merkezi...
-Kadehimi gelecekteki daha büyük başarılarımız için kaldırıyorum, diye sözlerini noktaladı Bay Ciem. Gözlerindeki pırıltı, kıvancını gizlemesine engel oluyordu.
-Şerefe!
-Şerefe!
Toplantı odasındaki masanın etrafında toplananlar, genel müdürleri Bay Ciem'in konuşmasının ardından zafer sevinciyle kadehlerini tokuşturdular. İnce cam bardakların birbirine çarpmasıyla oluşan sesler, yılbaşı melodilerine benzer bir ezgi oldu ve odanın camlarından dışarı doğru süzülüp önüne ilk gelen bilgisayarın ses dosyalarından birinin içine yerleşti.
-Pastayı kim kesecek? diye sordu Bay Ciem. Dirim hemen atıldı:
-Eğer izin verirseniz efendim, ben kesmek istiyorum.
Dirim, B.M.V. Havuzculuk'ta proje mühendisi olarak çalışıyordu. Bu büyük ve son derece önemli ihalenin alınmasında yaptığı özverili çalışmaları ile en büyük pay sahibiydi. Hepsinden önemlisi ihalenin en çekişmeli geçtiği anlarda son noktayı büyük bir fedakarlıkla koymuş, kişisel şansının bir bölümünü şirketi için feda etmiş ve B.M.V. Havuzculuk bu ihaleyi Dirim’in şansının da yardımıyla kazanmayı bilmişti. Daha ihalenin başında katılan yirmi sekiz firmadan on yedisi çalışmalarının yetersizliğinden dolayı elenmişti. Kalan on bir firmadan sekizinin şansı ihalenin sonuna kadar kalmaları için yeterli olmamıştı. Son üç firma da şanslarının tamamını tükettiklerinde ilginç bir eşitlik meydana gelmişti. İhale komisyonu son bir şans ya da beceri gösteren firmaya ihaleyi verecekti. Salonda bulunanlarla aynı anda televizyonlarının başından ihaleyi izleyen binlerce kişi bu durumun içinden nasıl çıkılacağını düşünürken Dirim ortaya atıldı ve kendi kişisel şansını firması için kullanmak istediğini söyledi. İhale komisyonu bunu kabul etti ve Komisyon Başkanı, Baş Ruhaniyi Dirim’in şansını alması için görevlendirdi. Ruhani işini bitirdiğinde Dirim’in şansı ortalamanın altına düşmüştü. Firma sahipleri kendisiyle gurur duyuyorlardı ama Dirim’i şansını eski haline döndürmesi için uzun ve şanssız bir dönem bekliyordu.
İhale, "Serum Toplu Konutları Projesi" diye anılıyordu. Bunun anlamı: Semsiti Cumhuriyeti’nin aynı isimli başkenti olan Semsiti şehri sınırları içinde kalan son yeşil alanın imara açılması idi. Söz konusu ağaçlık alanın dışında Semsiti’de konut yapılabilecek başka bir yer kalmadığından bu ihale, bu konuda açılacak son ihale olacaktı. Bu da ihalenin önemini kat kat artmıştı. Bununla birlikte, hükümetin ihalenin yapılma kararını almasıyla halk arasında da ateşli tartışmalar başlamıştı. Çevrecilerin yanı sıra sıradan vatandaşlar da kalan son yeşil alanın yok edilmesine tepkilerini eylemler yaparak dile getirmeye çalışmışlardı. Oysa hükümet, ihaleye girecek büyük inşaat şirketleri ve onların yan sanayi kuruluşlarının baskısıyla, aldığı karardan geri adım atmamıştı.
Bundan üç yıl öncesinde, Serum'daki bülbüllerin yuvası olan yaşlı ağaçların kapladığı alan 110bin metrekare idi. 22 milyon insanın yaşadığı dev şehrin içinde kalan bu küçük yeşil alan hafta sonu veya diğer tatillerde piknik yapıp alkol komasına girenlerle, gök gürültüsü gibi ses çıkaran davulları çalıp dans edenlerle, arabasındaki disk çalarda zamanın sinir bozucu ezgilerini herkesin dinleyebileceği şekilde bağırttıranlarla ve sadece sağlıklı yaşam için yürüyüşe gelmiş zavallılarla dolup taşıyordu. Hiç şüphe yok ki bu durum , çevrenin kirlenip yağmalanmasına ve doğal hayatın bozulmasına neden oluyordu. Öyle ki, insanlar sabahın erken saatlerinde burayı doldurmaya başladığında, burada yaşayan son yerli canlılar olan bülbüller ve fareler bile kaçabilecekleri en uzak noktalara kaçışıyorlardı. Dev ağaçların kaçma şansı olmadığından için için ağlıyorlar gövdelerinden akan gözyaşları topraktan süzülüp yeraltı sularına karışıyordu. Bu tabloya rağmen, üç yıl önce Serum'un 70bin metrekaresi imara açılmıştı. Sonunda, kala kala 40bin metrekarelik bu son küçük parça kalmıştı. Yeşil alanın bu derece azalmasından sonra Semsiti Mega Şehir Belediyesi almış olduğu kararla kalan son yeşil alana sıra ile girme kuralını koymuştu. Belediyeye sadece 7 milyon kişi başvurmuştu bu alanı sıra ile kullanmak için. Diğerleri ise bürokratik engellerle uğraşmaktansa "gitmesek de görmesek de o yer bizim yerimizdir" adlı eski şarkıyı söyleyerek veya yeterince parası olanlar şehir dışındaki yeşil alanlara giderek bu özlemlerini gidermeye çalışıyorlardı. Başvurunun beklenenden az olmasına rağmen, bir kişiye 2 yılda bir sıra gelebiliyordu. Çünkü her gün üçer saatlik dört bölümde en fazla on bin kişi alınabiliyordu içeri. Belediye Bilgisayar Birimi, aileleri ve sıkı dostları birbirinden ayırmamak için bir program yapmıştı ve insanlar, sevdikleri kişilerle aynı gün buraya gelme şansına sahip olabiliyorlardı. Ziyaret günü hafta içine gelen çalışanlar, bir gün daha çalışmaktan kurtuldukları için bir kat daha mutlu oluyorlardı. Belediyeden onaylı giriş kartı alıp çalıştığı yere götüren, o gün için yıllık izninden kesilmeden, bir gün daha izin yapabiliyordu. Ama bu son ihaleyle, bunların hepsi tarih kitaplarında bir konu veya insanların fotoğraf albümlerinde bir anı olarak kalacaktı. Oysa ki hükümet, bundan önceki ihalede, kalan son yeşil alanı koruyacağına ve kesinlikle imara açmayacağına dair söz vermişti.
Dirim, bir piyanistinkini andıran ince uzun parmaklarıyla bıçağı nazikçe kavramıştı ve pastayı özenerek kesiyordu. Masanın etrafında toplanmış olanları şöyle bir göz ucuyla saydı ve o sayıda dilim kesebilmek için pastayı önce 2'ye sonra 4, 8 ve 16'ya böldü. Bir dilim artıyordu böylece.
Kesme işleminden sonra , Bayan Heppi servise başladı. Şirketin diğer bayanları da ona yardım ettiler. Herkesin payını tabaklara koyduktan sonra son kalan pasta diliminin gözyaşlarına dayanamadılar ve onu da bir tabağa koyup şirketin deposunda görev yapan vefakar kedileri Teko'ya götürdüler. Teko, hiç beklemediği bu hoş sürpriz karşısında mutluluğunu gizlemedi; Bayan Heppi'nin ayaklarına sürünerek teşekkür etti. Ardından depodaki farelerin hepsini bu pasta dilimini yemeleri için davet etti. Kendisi bir lokma bile tatmadı. O, nasılsa günü geldiğinde fareleri birer birer yiyeceği için, pastayı da onlarla birlikte yemiş olacaktı. Önemli olan farelerin lezzetli olmasıydı. Bunun için elinden geleni yapıyor, ona gelen en güzel yemekleri farelerle paylaşıyordu.