- Kategori
- Haftasonu
PİCASSO İSTANBUL'DA
İSTANBUL’DA BİR PİCASSO
VE
ATEŞTE AÇAN ÇİÇEKLER
Geçen hafta, yıllık iznimden küçük bir parça koparıp lokma lokma doğradım ve sokaklarına serpiştirdim İstanbul’un. Hangi İstanbul’un? Görme fırsatını bulamadığım dünyanın bütün şehirlerinden daha güzel, daha alımlı olan İstanbul’un. Hiç görmediğim şehirlerden bile güzel olan İstanbul’un. Bütün şehirlerin güzeli o, çünkü o, benim, delikanlılığımda, daracık sinekli bakkal sokaklarını, nakış gibi işlenmiş arnavut kaldırımlarını acemi adımlarımla arşınladığım , ince minarelerini, yuvarlak kubbelerini hafızama nakşettiğim, gençliğimi, diriliğimi, körpe heyecanlarımı, gün görmemiş korkularımı ve umutlarımı, rengarenk neonların ışıltıları altında nefes alan caddelerine, gözlerden uzak, paramparça hayatların yaşandığı arka sokaklarına, sinsi ve zifiri karanlık, kuytu köşelerine, sarı sokak lambalarının aydınlattığı yarı karanlık, yarı aydınlık gecelerine hoyratça savurduğum mazimdir. Çünkü o benim gençliğimdir, delikanlılık düşlerimdir. Çünkü o kaçınılmaz bir şekilde avuçlarımdan kayıp giden, bir daha dönmemek üzere düşlere, kayıplara karışan, ebediyen yitirdiğim, diğer şehirlerin ve hayatın teklifsizce kirlettiği masumiyetimdir. İşte o yüzden, kişisel menkibemin sararmış gül kokulu yapraklarının bir kısmı da hala onun bereketli memelerinin altında barınır.
Bir de Viyana heyecanlandırır beni İstanbul kadar. Hiç görmediğim halde. Hayal gücü bilgiden önemlidir demiş Einstein. Doğrudur. Üstat’dan iyi mi bileceğiz. Ama hiç bilgisiz de olmaz hani. Başka bir üstadın dediği gibi, bilgisiz hayaller boş, hayalsiz bilgiler de kördür… Hayalimdeki büyük Viyana resminin parçalarından bir kısmını da aslından alıntılar oluşturur tabii ki. Ama hayal nerde başlar, gerçek nerede, ayırt edemem.
Bir Lili Marlen şarkısıdır Viyana. Katedralleri ve içlerinde çalınan Johann Sebastian Bach müzikleri tüylerini ürpertir insanın. Gökyüzüne çağırır fani bedenleri. Yeryüzündeki gelip geçiciliği düşer insanın aklına ister istemez. Hüzün dalga dalga yayılır Viyana gecesine. Ve vals zamanı gelir çatar. Johann Strauss çıkar sahneye. Mavi bir kuğu dans eder Viyana semalarında. Ve Sigmund Freud insanın en mahrem düşlerini fısıldar kulağınıza. Bir fayton geçer daracık sokakların birinden. Bir Edgar Allan Poe gecesi başlar yeniden.
İzlenimci ressamlar aynı mekanı, değişen doğa / ışık koşulları altında tekrar tekrar resimlemişlerdir. Her anı farklıdır dünyanın çünkü. Her anında bir dünya yatar onun. Sanatçı anları yakalar, tuvalin içine hapseder. Dünya bir resimler karmaşasıdır. Ve sanatçı o resimlerden seçkiler / öyküler oluşturur.
Her anı güzeldir İstanbul’un. Ona layık olmak gerekir. Ona , doyumsuz güzelliğine saygı duymak gerekir. Tabii bütün güzellikler için geçerlidir bu. Ama en çok da İstanbul için geçerlidir. En güzeli odur çünkü. Güneşin altında da güzeldir, güneşin ilk ışıkları gözleri kamaştırırken, gözleri güneş mi kamaştırır İstanbul mu bilinmez, güneş tepede gülümserken ki o da suya düşen aksiyle oyunlar oynar, güneş batarken bir başka İstanbul el sallar, yağmurda da, çamurda da, bembeyaz karların içinde, söylemeye gerek var mı, nasıl güzeldir.
Perşembe günü başladı Picasso İstanbul’da sergisi. Eskiden sanat tarihi üzerine kitaplar okumuştum. Sonra rotayı değiştirdim. Ne sanattan anlarım, ne resimden, ne kübizmden, ne Picasso’dan, ne de sanatta açtığı çığırdan. Tek derdim Guernica’yı görmekdi. Çünkü onu tanıyordum. Onunla hukukumuz vardı. Onun hakkında yazılanları okumuş, üzerinde düşünmüş, düşündüklerimi yazmış ve arkadaşlarımla paylaşmıştım. Ayrıca o resim sadece Picasso’nun öznel tarihinin değil, insanın çileli yolculuğunun da bir parçasıydı.
Picasso’nun geometrik şekillerle oluşturduğu portrelerin bile asıllarına benzediği söyleniyordu resimler için oluşturulan sesli metinlerde ki bu bana hiçbir şey ifade etmiyordu. Picasso’yu tanımayan, kadınlarını nerden tanısın. Asıllarını tanımayınca kopyalarının asıllarına benzediğini nerden çıkarsın. Ortada kopya var, aslına benzediği bilgisi var fakat aslı yoktu. Yani bir eksiklik vardı. Ama Guernica öyle değildi. O insanlığın bir parçasıydı. Onu bilmemek, tanımamak olmazdı. Yani aslının bilgisi var, aslı yoktu ve bir daha olmayacaktır umarım, ama kopyası da yoktu. Buna da şükür.
Beşiktaş’tan çıktık yola. Sahil yolunu kullandık Emirgan’a giderken. Yol boyunca boğazın doyumsuz güzelliğini yudum yudum içimize çekerek. Neden sonra caddeye Yahya Kemal Beyatlı isminin verilmiş olduğunu farkettim. Türkiye’nin kalbini oluşturan toprakların en önemli mekanlarından biri olan bu yere de edebiyatımızın iki, kültür dünyamızın üç dev isminden birinin adı yakışırdı ancak. Yahya Kemal, Nazım Hikmet ve Mimar Sinan’dan bahsediyorum. Boğazın her iki kıyısındaki caddelere, Nazım Hikmet’in adı kullanılmış olmasa da, Yahya Kemal ve Nazım Hikmet adlarından başka kimin adı yakışırdı ki. Ama Yahya Kemal adı Anadolu yakasındaki caddeye verilmeliydi bence. Ne de olsa onun yüzü doğuya dönüktür. O batının kıyısına gelmiş doğudur. Nazım Hikmet’e de Avrupa yakasında olmak yakışırdı. Çünkü o doğunun kıyısında duran batıdır. Koca Sinan içinse yer beğenemiyorum. Ama Sinan ustanın bir seçimi var ki, bir türlü kabullenemiyorum. Selimiye gibi, ustanın mesleğinin zirvesini oluşturan , en parlak kelimelerin, nefesleri kesen güzelliğinin yanında sönük kaldığı bu eser İstanbul’dan başka bir şehre yakışır mıydı. Hikmetinden sual olunmaz. Hey gidi koca usta hey.
Sergide beni etkileyen birkaç şey vardı. En önemlisi Picasso’nun kendi fotoğrafıydı. Koca bir çınar gibi yumuşak, içten ve sıcacık hışırdayarak izleyicileri süzüyor, sihirli bakışlarıyla kıskıvrak yakaladığı ruhları sarıp sarmalıyordu hayatın ve resmin büyük ustası. Kötülüğün gölgesi bile yoktu size bakan gözlerinde. Kulağınıza usulca fısıldıyordu gizlerini. İşte bunların hepsini birlikte yaptık. Ben ve siz. Ben sizlerden biriyim. Çünkü ben insanlığın bir parçasıyım. Ben insanlığın iyi yüzüyüm. Nasıl Guernica’yı yapan kötü bir yüzü varsa insanlığın, onu yeniden yapan bir iyi yüzü de var. İşte ben o iyi yüzüm. İyi bakın. Ben o iyi yüzün bir parçasıyım. Sizin gibi.Ve birlikte iyi şeyler de yaptık, kötü şeyler yaptığımız gibi.
Sergiye girerken sesli bilgilendirme metinleri içeren bir alet verdiler. Numaralanmış bazı resimler hakkında Müşfik Kenter’in etkileyici sesiyle dile getirdiği bilgileri içeriyordu alet. Sonradan Radikal gazetesinde okudum, metinleri Ferit Edgü yazmış. Metinler bana yeterli gelmedi. Bir iki resimde doyurucu denebilecek bilgi kırıntıları vardı. Resimdeki yüzün hem yandan hem de cepheden görünüş olduğu bilgisi benim için değerliydi ve doğrudan, olması gerektiği gibi, resmi hedef alıyordu. Çoğu metin Picasso’ya methiye düzüyordu ki buna ne Picasso’nun ihtiyacı vardı ne de bunun izleyiciye bir yararı. Bana göre bir tanesi doyurucuydu. Onaltı numaralı metin.
Bir sürü resim vardı. Anlamadığım için, bilgilendirme metni olmayan resimleri hızla geçtim. Avignon’lu Kızlar’ı kitaplarda görmüştüm. Sergide halı üzerine nakşedilmiş bir sürümü vardı. Neden önemli bir resim bilmiyorum. Beni etkileyen eserlerden biri geometrik şekillerden müteşekkil çarpık bir yüzü gösteren ve (sanırım) serginin tanıtım afişlerinde de yer alan resimdi. Ne anlattığını bilmiyorum ama çarpıcı bir resim. Onda insanı huzursuz eden, kışkırtan bir şey var. Ustanın seramiklerine de bayıldım. Bir de merdivenlerden inerken sağ tarafta kalan duvarda bulunan halıya. Renkler muhteşem, göz alıcı. Ve savaşçı başı, yenilmez komutan.
Sonra yukarıya, kafeteryaya çıktık. Yemek isimleri şatafatlı, fiyat hanesindeki rakamlar kalabalıktı. Ama ne gam. Sağ tarafımızda dünyanın en güzel manzaralarından biri uzanıyordu. Bir vapur geçiyordu boğazdan, yılların verdiği bilgelikle mağrur bakan çamların arasından. Ve içimde bir şarkı çalıyordu : Bir vapur geçer, boğaza doğru / Nazım usulcacık okşar vapuru / Yanar elleri / Yanar elleri. Oysa asıl yanan, Nazım’ın yüreğiydi, hasretin tutuşturduğu yüreği. Kimbilir, belki de ellerinden yüreğine sıçramıştı yangın. Vera’nın, aşkın bile söndüremediği yangın. Ve hala, Moskova’daki mezarı sıcacıktır Nazım’ın. Yangın bir türlü sönmemiştir. Emirgan’a gidip, Atlı köşkün bahçesinden bilge çam ağacının gözleriyle boğaza bakın. Ta oradan göreceksiniz Moskova’da yatan Nazım’ın kabrinden yükselen alevleri.
Yemek isimleri şatafatlıydı ama çay sallamaydı. Seylan’ın bereketli topraklarında yetişen mucizevi bitkinin en seçme yapraklarının, Anadolu’nun ve hayatın kaynağı suyla, porselen demliklerde harmanlanmasıyla ve içindeki berrak kırmızı rengini ve doyumsuz lezzetini, sakınmadan, hiç ama hiç kıskanmadan, cömertçe sunmasıyla oluşan ve şeker denen musibete hiç bulaştırmadan, kutsal bir tören havasında, ince belli bardaklarda içmeye alıştığım mukaddes mayinin, dünyanın en güzel mekanlarından birinde sunulan sürümü sallamaydı. Ama ben sallamadım. Athena grubundan fırlayıp çıkmış gibi, siyahlar içinde oldukça da havalı duran delikanlı pek hoşnut kalmadı. Ama değişmesi gereken biz değildik. Anladı mı bilmiyorum..
Biz de Osmanlı hat sanatının sergilendiği bölüme geçtik. Pek şatafatlı avizeler altında güzel resimler de vardı. Ama hat sanatı beni pek sarmadı. Çabuk çıktık. Bölüm girişinde hediyelik eşyalar vardı. Çini sanatının güzel örnekleri de sergileniyordu. Kütahya Porselen “Ateşte açan çiçekler” ibaresini kullanır eserleri için. Ama asıl ateşte açan çiçekler bizim çinilerimizdir. Mavilerin en güzeli bizim çinilerimize kazınmıştır. En güzel yeşil de, en güzel kırmızı da bizim çinilerimiz üstünde hayat bulmuştur. Bir tanesini alayım dedim, ateş pahasıydı. Vazgeçtim. Muhteşem çini sanatımız, ortadan kalktığı gibi unutulmuştur da. Sadece TRT’de düşük izlenme payına sahip programlarda anımsanıyor ateşte açan çiçekler.
Picasso denince benim aklıma bir çarpık yüzler galerisi gelir. Sergide hediyelik eşyalar da vardı. Üzerinde resimler olan porselen kül tablaları dikkatimi çekti. Çoğunun üstündeki resim tipik Picasso resmi değildi. Bir tanesi öyleydi, o da işlevsel değildi. Dümdüz bir tabak gibiydi. Çukur olsa işlevsel de olacaktı. Ya da seramik kareleri gibi yapsalar, işlevselliğe hiç bulaşmasalardı keşke.
MAVİ LİMAN
Çok yorgunum, beni bekleme kaptan.
Seyir defterini başkası yazsın.
Çınarlı, kubbeli, mavi bir liman.
Beni o limana çıkaramazsın...
Nâzım HİKMET RAN
GEÇMİŞ YAZ
Rü'yâ gibi bir yazdı. Yarattın hevesinle,
Her ânını, her rengini, her şi'rini hazdan.
Hâlâ doludur bahçeler en tatlı sesinle!
Bir gün, bir uzak hatıra özlersen o yazdan
Körfezdeki dalgın suya bir bak, göreceksin:
Geçmiş gecelerden biri durmakta derinde;
Mehtâb... iri güller... ve senin en güzel aksin...
Velhasıl o rü'yâ duruyor yerli yerinde!