Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Mayıs '21

 
Kategori
Anılar
 

KAHRAMAN DEDEM

KAHRAMAN DEDEM

"Aynı nehirde iki kere yıkanılmaz", demiş büyük filozof Herakles.
Nehir akar, zaman akar, biz akarız.
Ne nehir yıkandığımız nehirdir,
Ne biz eski bizizdir.

Evet.
Her şey akar.
Ya geçmiş?
Hiç düşündünüz mü?.
Geçmiş durağan mıdır acaba?

Pek akla yatmasa da geçmiş de akar.
Yani geçmiş de değişir.
Hiç olup bitmiş şeyler değişir mi diyebilirsiniz.
Haklısınız da.

Peki ama geçmiş nerededir?
Geçmişin de akmasının sırrı bu soruda gizlidir aslında.
Geçmiş, zihinlerimizdedir.
Geçmiş, parşümen kağıtlarındadır.
Tozlu kitap raflarındadır geçmiş.
Film rulolarında.

Haklısınız.
Kitapların içeriği değişmez,
Film rulosundaki görüntüler de değişmez, sadece soluklaşır.
Keza zihinlerimizdeki anılar da.
Ama geçmişe bakan bizler değişmişizdir.

Geçmişe hep bugünün gözleriyle bakarız.
Şimdiden yola çıkarak değerlendiririz geçmişi.
Bugün geçmişe bakan biz ile, bir yıl önce geçmişe bakan biz aynı biz değilizdir.
Geçmişe bakan, geçmişi değerlendiren zihinlerimiz de.
Geçmiş de.
Geçmişi yorumlarız.
Yorumlayan biz hep değişir.
Yorumlarımız da.
Yorumlarımızda var olan geçmiş de.

Son birkaç yıldır farkındalığımın giderek arttığını hissediyordum.
Kaçınılmaz olan gerçekleşiyordu.
Değişiyordum.
Tabii geçmişe bakışım da.
Bakışımla birlikte geçmişim de değişiyordu.

Portakal kızı okuduktan sonra, lise yıllarında kaybettiğim dedem aklıma düştü.
Beyaz saçlı, ak sakallı, saf bir ihtiyardı.
On iki yıl askerlik yapmıştı.
Yemen çöllerinden, Çanakkale'ye hemen hemen her cephede savaşmıştı.
Yaralanmış, gazi olmuş,
Madalya almış, hasta yatağında yastığının altında sakladığı madalyasını çaldırmıştı.
Son zamanlarında İstiklal Savaşı gazisi olarak aylık bağlanmıştı.
Camiye yakın olmak için iki odalı bir ev tutmuş,
Günlerini yıkık dökük evi ile cami ve camideki arkadaşları arasında geçirir olmuştu.

Yaz aylarında, Silifke'deki evimizden dedeme yemek götürürdüm.
Yemeğini yer, bana savaş anılarını anlatırdı.
"Very good bom bom" derdi.
"Sittilbahirden istimpotla geri beri, geri beri gelirken" diye heyecanla anlatırken
o günleri yaşardı.
Sıkılırdım.
Farketmezdi.
Durmaksızın anlatırdı.
Kahraman dedem.

Sonra seksen küsur yaşında hacca gitti.
O sırada İstanbul'da yatılı okulda okuyordum.
Hac ziyaretinde hastalanmış.
Silifke'ye getirmişler.

On, on beş gün boyunca annem ve teyzemler bakmış.
Öleceğine yakın, kızlarına, "Beni dışarıya çıkarın, dünyayı son bir kez görmek istiyorum" demiş.
Kısa bir süre sonra da ölmüş.
Halbuki camiye yakın olan evine yemek götürdüğüm zamanlarda
dışarda gürül gürül akan  dünyaya rağmen
hep içerdeki odasında otururdu.
Harap, fakat dünya kadar kocaman olan bahçesinde bir gün olsun görmedim onu.
Asıl dünyanın dışarda olduğunu, o dünyanın kıymetini
onu kaybedeceğine yakın farketmişti.

Reha Muhtar'ın bir yazısında şöyle bir alıntıyla karşılaşmıştım:
"Acı olan yaşamın kısalığı değil, ona geç başlamamızdır."
Dedem çok geç kalmıştı.

Şimdi onu özlüyorum.
Anılarını da.
Keşke yanımda olsaydı da, yine anılarıyla beni bunaltsaydı.
(Belki şimdi bunalmazdım, belki onun heyecanının, gözlerindeki parıltının tadını çıkarırdım.)
Onun da, anılarının da kıymetini yeni yeni farkediyorum.
Ama, ne yazık ki, hayata geç başlanıyor.

 
Kayıt tarihi
: 29.04.21
 
 

Bilgisayar Mühendisi, Sistem Çözümleyici. Ekonomi, Siyaset, felsefe, psikoloji, sosyoloji, tarih,..