- Kategori
- Anılar
Kurtuluş Reçetesi Anılarda
Hiçbir Survivorin, hiç bir kurgu ustasının hayal edemeyeceği gerçekleri yaşadık biz. Biz, şimşeklerin ışığında yürüyenlerdeniz. Biz, bugünün insanının dünya yıkılıyor sanabileceği gök gürültülerine aldırış etmeyenlerdeniz. Biz yaşadıklarımızı olağan sayıp hafızaya almayanlardan, anılarını biriktirmeyenlerdeniz. Anılarda bizimle birlikte gelip geçiyor. Bugün de küçük bir kıvılcım oluştu kafamda. Bu kıvılcımın ışığında ne görülebilir ki? Az çok demeden, yerli yersiz demeden, zamanlı zamansız demeden, okunurdu okunmazdı demeden anlatacağım:
İkametgâhından yani Çekmeköy’den hareket ediyorum. Doğuya, doğuya güneşin bir başka göründüğü, hayatın başka türlü yaşandığı yöreye, yani doğduğum yöreye gidiyorum Açık deyişle Trabzon’un bir dağ köyüne gidiyorum. Gidiyorum, gidiyorum 72 yıl geriye gidiyorum. Bu nasıl oluyor, anlayamıyorum. Yeniler ışınlanma diyorlar, tasavvufçular an içinde an derler mi acaba? Ben bir şey demiyorum. Kapıldım gidiyorum işte...
İşte bir dağ yolundayız. Sağımız solumuz orman. Akşam oldu mu olmadı mı diye düşünürken bir karanlık çöküyor. Yağmur da bizden hızlı. Önce cise, sonra iplik gibi olan yağmur, şimdi ip gibi. Gök mü delindi Allah’ım. Islanmak ne kelime...
Annemin ve arkadaşı birkaç kadının arkalarında ot yükü. Evet, kom dediğimiz mesireden köye iniyoruz. Kadınların arkalarında 10 horomluk, horomun büyüklüğüne göre tahminen 40-50 kiloluk bir yük. Benim arkamda karalahana fideleri... Hiç kimse arkasındaki yükü bırakmıyor. O yağmurda yük kim bilir kaç kiloya çıkmış. Dünya ağırlığı sırtlarında taşıyan kadınlar. Benim yöremin kadınları. Cefakâr kadınlarımız, analar, bacılar, halalar, teyzeler...
Annem, sen yürü, dedi bana. Bizi bekleme, yürü yürüyebildiğin kadar. Bir anne düşünün, henüz yedi yaşındaki yavrusunun kendinden ayırıyor. Hem de o karanlıklarda, hem de göğün delindiği sırada; hem de gök gürültülerinin arşı âlâya çıktığı, şimşeklerin gözlere, yere çaktığı sırada bir anne oğluna ilerle diyor...
Duruyorum. Şimşek çakıyor yol aydınlanıyor; ben de yürüyorum. Gök gürültüleri durdu mu acaba bilemiyorum. İp gibi yağmur devam ediyor mu bilemiyorum. Duruyorum. Şimşek çakıyor yol aydınlanıyor, ben de yürüyorum. Böyle böyle ben de yürüyorum. Evimizin kapısına kadar gelmişim. Sonrasını hatırlamıyorum. Sonrasını halamdan öğreniyorum. Rahmetli halam yatsı namazını kılıyordu. Birden namazdan çıktı ve beni içeri aldı. Beni nasıl yıkadı, nasıl giydirdi, nasıl yedirdi, nasıl yatırdı hatırlamıyorum. Annemin geldiğinden de sabahleyin haberdar oluyorum.
Annem ve arkadaşları köprüyü henüz geçmişlerdi ki köprü parçalanarak sulara karıştı. Bu yörelerde sular köprüleri aldı derler. Evet, tahminen 2 metre kadar yüksek tahta köprü yok artık...
Ne anneme, ne halama bir şeyler sordum. Onlar da o an anlatmadılar. Dedim ya böyle şeyler olağan buralarda.
Yıllar sonra anneme sordum; yedi yaşında biricik oğlunu nasıl yalnız bırakırsın? O olacakları biliyor. Köprüler yıkılmadan benim karşıya geçmemi istiyor. Köprüden geçemezsek o yağmurun altında... Kendilerinden çok yavrularını düşünen analar. Hepinizden Allah razı olsun. Ruhlarınız şad olsun.
Dedim ya hiçbir survivorin, hiçbir kurgu yazarının hayal bile edemeyeceği anıları yaşadık biz. İnsan bu anıları dinlerken bile yorulurken, evet yorulurken kadınlarımız düz bir konak yerine gelince yüklerini bırakırlar ve dinlenirlerdi. Nasıl dinlenirlerdi? Horon oynayarak. İnsanın aklı almıyor. Yayla yollarında, yokuşlara tırmanırken haykırmalar, türküler. Kaval sesleri de olunca... Pınarlarda konaklayıp soğan ekmeği, peynir ekmeği, yağ ekmeği vb. tarif edilemez bir lezzetle yerken... Biz çocuklar pınar başlarından çok yaylanın çimenini severdik. Çelik çomaktan tutun da uzuneşek oyununa kadar... Biz o oyunları nasıl oynayabilirdik. Biz nasıl kayaların tepelerine, ağaçların en uç dallarına çıkabilirdik... Geceleri içi ot doldurulmuş şiltenin üzerinde yatmak, yağan yağmurun, çatıdaki hartomalarda çıkardığı sesleri dinlemek... Her biri her biri, ne derler anlatılamaz ancak yaşanır. Ama bütün bunları rahmetli eşime anlatmıştım. Hepsi hafızasında yer etti.
Vefakâr ve cefakâr eşim, hayatımı yazmamı isterdi...
Ah ah! Bu isteği kaç defa yazdığımı da hatırlamıyorum. Yazıyorum işte:
Evet, senin hayatın çok ilginç, hayatını yaz, derdi. Ama her şeyi unuttum, derdim. Ben sana hatırlatırım, derdi. Olayları yazmakla roman yazılmış olmaz ki derdim. Öyle ya söz sanatları falan filan. O, sen gerçeği olduğu gibi yaz. Gerçek daima güzeldir, derdi. Gerçekten ünlü bir edebiyatçının yazısında da bu konuyu okudum. Edebiyat okumamıştı; ama birçok edebi eser okudu. Daha doğrusu dinledi. Kızken, rahmetli ablasına okuttururdu. Rahmetli ablası da okumasına karşılık bazı işlerini ona yaptırırdı. Evlendikten sonra da ben okurdum, o dinlerdi. İşitsel tipti. Dinlediği aklında kalırdı, yapışırdı desek olur mu? Eleştirileri de bambaşkaydı. Örneğin Yaşar Kemal söz konusu olunca sular gibi akmaktan, çağlayanlar gibi... Unuttum şimdi her eserin üslup özelliklerini de bilirdi. Rahmetli giderken benim anılarımı da alıp götürdü. Şimdi bir şeyler mi anlatıyorum sanki binde bir değil. Biz öyle yaşadık hayatı.
Konudan konuya geçiyorum yerinde duramayanlar gibi. Konudan konuya geçiyorum bir noktaya odaklanamayanlar gibi. Okuyuculara engelli koşu yaptırdığımın farkındayım; ama engellerin ne kadar olduğunu kestiremiyorum. Öyle ki biz engel mengel bilmezdik, daha çocukken mertek dediğimiz çitlerden atlardık, duvarlardan atlardık; ayvanlardan/balkondan atlardık. Özellikle karlı günlerde. Karlara atlamak... Ya karda kaymak. Altımızda bir tahta hızla aşağı doğru kayarken devrilirdik. Üç beş arkadaş böyle devrilmelerden de haz duyardık. Güler oynardık...
Dizi filim gibi oluyor, yine sahne değişiyor:
Şimdi Kadıköy Adliye’sinde avukatlık stajındayız. Ben emekli bir öğretmen ve yeni bir stajerim. Sağ olsun bazı hâkimler aralarda beni çay içmeye davet ederlerdi. Sohbet ederdik. Hele, soyadını unuttum Hâkim Mehmet Beyle sohbetimiz bayağı ilerlemişti. Edebiyata ilgi duyan, bu konuda da kendini geliştiren biriydi. Ölmüşse Allah rahmet etsin, yaşıyorsa Allah selâmet versin. Ben onu sevdim, o da beni. Bana dedi ki; sen en iyisi bir çiftliğe çekil ve anılarını yaz, eğitim ve öğretimle ilgili anılarını da daha çok yararlı olabilirsin. Sağ olsun, bana başkaları gibi sen avukatlık yapamazsın, demedi, demedi ama onu ihsas ettirdi.
Bir hâkime Hanımla da, diğer stajerlerin de hazır bulunduğu bir çay molasında epeyce sohbetimiz oldu. Bu arada kütüphanesinden aldığım bir kitapta TODAİ’de beraberce okuduğumuz bir arkadaşımın ismini gördüm. Tabii, bu kim diye sordum. Eşiymiş. Kartal Adliyesinde ağır ceza hâkimi... Ertesi gün, bana eşinin bilmukabele selâmlarını getirdi ve..., Buraya dikkat, önceki gün söylediklerinden farklı bir şeyler söyledi. Demek ki eşinden beni öğrendi ki; öğretmenler ve hâkimler avukatlık yapmakta zorlanıyorlar... demeye başladı. Önceki gün, yanına birkaç kişi al şöyle yap, böyle yap derken... Tabii anladım durumu.
Bana akrabalarım da beni yakından tanıyanlar da avukatlık yapamazsın, diyorlardı. Bazen bozulur gibi oluyordum hemen ekliyorlardı, bu işin profesöründen de iyisin, ama sen avukatlık yapamazsın. Alıştım bu lâflara asker arkadaşım da bana, sen muhasebecilik yapamazsın demişti. Milli Eğitim Müdürü olan sınıf arkadaşım doğrudan doğruya sen milli eğitim yardımcılığı yapamazsın demedi, seni şu liseye müdür olarak verelim...
Eşimin dediği kadar varım. Ben bu dünyanın adamı değil miyim?
Şimdi başka bir sahnedeyiz. Kocaeli Baro seçimleri var. Baro başkan adayları broşürler dağıtıyor, kendilerini anlatıyor ve görüşlerimizi istiyorlar. Ben, emekli bir subay olan babasıyla sohbet ettiğim, kendisiyle birkaç defa merhabalaştığım ve takdir ettiğim bir avukata maille görüşlerimi bildirdim. Bir ya da iki sayfalık mailin içeriğini unuttum. Ana fikrini yazayım sadece. Bir şeyler anlattıktan sonra; bana, sen avukatlık yapamazsın, diyorlar; ama bu sözleri övgü olarak, iltifat olarak söylüyorlar. Bunda garip bir durum var. Avukatlık mesleğiyle ilgili yanlış bir imaj var... Onun için elinizden geldiği ölçüde bu durumun düzeltilmesi için çalışınız vb. dedim.
Seçim konuşmaları başladı. Dinliyoruz sözünü ettiğim avukat kürsüye çıktı. Aaa bizim mailimizden birkaç paragraf okumasın mı? Üzüldüm, eyvah, dedim. Seçimi kaybedeceğini anladım. Nitekim seçimi kaybetti. Ondan sonra kendisini her gördüğümde mahcubiyet duydum. Gerçi ona bu konuda bir kelime etmedim; ama... Evet, benim gibi düşünenler hep kaybetti. Siyasette kaybetti. Sanatta kaybetti. Hatta ticarette de kaybetti...
Kaybedenler bir gün gelir kazanır mı? Bir gün aydınlığa çıkar mıyız? Ne derler şafağa en yakın zaman... Evet, galiba o zamandayız.
“Gecenin en karanlık anı, şafak sökmeden az önceki andır.” Güneşin doğması için en karanlık yaşanmalıydı. İlk ışıklar gelmeye başladı. “En karanlık gece bile sona erer ve güneş tekrar doğar.” (Victor Hugo)
*
“Kınamayınız! Kınadığınız şey başınıza gelmedikçe ölmezsiniz...” sözü sahih hadis midir? Bilmiyorum; ama kınadığım başıma geldi? Bazı siyasetçileri kınardım. Bir konu üzerinde konuşacağını önceden duyurur. Sonra, evet sonra konuşur konuşur, beklersiniz konuya gelsin diye o yine konuşur. 55 dakika konuştuktan sonra son beş dakikada beklenen konuya gelir... Ben de öyle oldum. Oysa bana, bir partiniz üst kademelerinde bulunan bir akrabam; sen siyasetçi olamazsın, demişti. Allah rahmet etsin o da olamadı. Aslında geniş anlamda siyaset yapmalıydım değil mi? Ben yapmayayım, sen yapmayasın; ee o yapsın, onlar yapsın dersek böyle olur işte. “Her toplum layık olduğu gibi yönetilir.” diyenler boşuna söylememişler.
Şimdi başka bir konuya geçmek istiyorum; ama sizi hangi koridordan geçireceğimi bilemiyorum. Öyle hoop deyip atlatmıyorum ya, öyle ya her şeyin bir yolu yöntemi var. Daha doğrusu vardı. Şimdilerde her yol bir yere çıkar. Nasıl da yazdım; ama. İşte bu yorumla yorumlayabildiğin kadar...
Bu anda yani 05.06.2021 saat 18:00’de Çekmeköy’deki ikametgâhımda ve de bilgisayarın başındayım. Birkaç saat önce rahmetli Cemil Meriç ile ilgili bir yazı okudum. Kafamda hafif bir şimşek çaktı. O ışıkla taa 1966’ya, ta Samsun’a gitmiştim. Samsun anımı anlatmadan önce çoğu zaman tekrarladığım yukarıdaki anılarımı anlattım.
Her ne kadar, anılar ihtiyarlık belirtisi ise de anlatacağım yine de. Okusanız da, okumasanız da... Çok affedersiniz yine birini hatırladım; isteseniz de istemezseniz de yapacağım, diyor. Ya, sanki kesesinden yapacakmış gibi. Neyse, böyle yan geçişler hastalık belirtisi; ancak toplum da hasta olduğu için, hasta hastanın halinden anlıyor. Anlıyorsunuz değil mi? Bu soru yakışıksız oldu tabii, rahmetli Çetin Altan, iki de bir anlatabildim mi, derdi.
Cemil Meriç’ten söz ediyordum, değil mi? İşte bir sözü, daha doğrusu kafamda şimşek çaktıran sözü: “Şuur uçurumların önünde uyanır. Düşünce buhranların çocuğu.” Bu sözün sizdeki etkisi nasıl oldu acaba?
Kavnedir bilir misiniz? Bizim yörelerin yaylalarına çıkanlar bilir; “kavmantarlarının kurutulmasıyla elde edilen, çabuk tutuşan, süngerimsi bir madde.” Yumruk kadar iki taş. Biz mantarımsı, süngerimsi diye ayrıntıyı bilmezdik. İki taşı birbirine vurunca ateş çıkardı. Bazı yaramaz arkadaşlarımız çalı çırpıları tutuştururlardı. Ben o zamanlar orman yangınlarına sebep olabilecek kavları çakmazdım: ama şimdi? Şunu da ekleyeyim her yazarla olmuyor; ancak Cemil Meriçle kafa kafaya vurunca ateş çıkıyor. Bahsettiğim şimşek işte bu. Bu ışıkla 57 sene öncesine gittim.
Samsun Öğretmenler Lokalindeyiz. Prof. Dr. Osman Nuri Koçtürk’ü dinliyoruz. Koçtürk’ü hatırlayacaksınız. Hani Amerika’da aldığı akademik unvanı Türkiye’de kabul edilmedi. Hani, Amerika’dan ithal edilen buğday dâhil yiyecek maddelerinin zararlı olduğunu söyleyen, Hani emperyalistlerle işbirliği içinde olanların önemli görevlere getirmedikleri bir yurtsever vardı ya. İşte o Osman Nuri Kocatürk’ten söz ediyorum:
Şimdi gözlerimin önünde. Masanın kenarında parmaklarını yürütüyor ve diyor ki; tabii mealen söylüyorum; emperyalistler ve yerli işbirlikçiler sizi böyle kenardan yürütürler. Bakınca aşağısını görür ve 15 gün maaş almasam çocuklar ne olacak, dersiniz ve boynunuzu büküp itaat edersiniz. Emperyalistler sizi aşağı düşürmez, geniş alana gitmenizi de istemez. Hep kenardan yürüyecek ve her zaman, her durumda baş üstüne diyeceksiniz... Daha neler neler anlattı. O kadar güzel anlattı ki, çok unutkan olmama rağmen hepsi hatırımda. Bu da ayrı bir mevzu...
O gün bugün bir memur-öğretmen olarak hep masanın kenarından yürüdüm durdum. Çizgiden hiç şaşmadım. Ne var bunda diyeceksiniz. Ne var olur mu? Toplumumuzun nabzına bakın. Nasıl da çarpıyor. Aşkınla değil, geçim derdiyle çarpıyor. Yani masanın tam kenarındayız. Meriç ne diyor? “Şuur uçurumların önünde uyanır. Düşünce buhranların çocuğu.” Uçurumun önündeki uyan, uyan düşüyorsun. İnşallah uyanacağız ve Allah’ın izniyle düşmeyeceğiz. İşte burada çok dikkatli olmak gerekir. Bizi istedikleri çizgiye getiremeyeceklerini anlarlarsa, gözyaşımıza bakmaz uçurumdan atarlar. Vahşi kapitalizm böyle bir şey. Boşuna vahşi dememişler.
Eminim ki, Meriç’in de belirttiği üzere bu buhrandan düşünce doğacaktır. Kurtuluş düşüncesi. Biz de o iyi, o güzel, o doğru vb. düşüncelerle ve de Allah’ın izniyle kurtulacağız.
Ne diyordu Hugo? “En karanlık gece bile sona erer ve güneş tekrar doğar.”
Hadi Google’da ramaktan kurtarayım sizleri. İşte gür bir sesle okumaya başlayacağımız Gençlik Marşı:
...
Dağ başını duman almış
Gümüş dere durmaz akar
Güneş ufuktan şimdi doğar
Yürüyelim arkadaşlar, lay-la lay-lay-lay-lay
*
Sesimizi yer, gök, su dinlesin
Sert adımlarla her yer inlesin inlesin
Sesimizi yer, gök, su dinlesin
Sert adımlarla her yer inlesin, inlesin
*
Bu gök, deniz nerede var?
Nerede bu dağlar taşlar?
Bu ağaçlar güzel kuşlar
Yürüyelim arkadaşlar, lay-la lay-lay-lay-lay
*
Rahmetli Cemil Meriç’i okumak bana iyi geldi. Gerçekten karamsarlığı üzerimden attım/atıyorum.
Erzurumlu İbrahim Hakkı HazretleriTefviznâme’de ne diyor?
Hak şerleri hayr eyler
Zan etme ki ğayr eyler
Ârif ânı seyr eyler
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler…
(...)
İnşallah her şey iyi olacak, inşallah her şey güzel olacak.
Sabahattin Gencal, Çekmeköy-İstanbul, 05.06.2021