- Kategori
- Öykü
Püren

Püren/Aydıncık (Mersin)
Girmedi pastaneye. Terastaki masaya geçip oturdu. Pardösüsünün cebinden çıkardığı kitabı koydu önüne. Koşup gelen garsondan sade, bol köpüklü bir kahve istedi. Sigarasını taktı ağızlığına; yaktı, derin bir nefes çekti. Üflediği duman, kendini bile zor ısıtan güneşi yer yer peçeleyen kara bulutlara ulaşmak istercesine dağılıp yükseliyordu. Delikanlı imrendi onlara. Ardından büzüldü dudakları.
Kitabın içinden çekip aldı fotoğrafı. Dirseğini masaya koydu, yanağını da dayadı avucuna. Baktı fotoğrafa.
“Aza koysam almıyor, çoğa koysam dolmuyor. Ah, be Şaban! Şu yaptığına bak. Ben sana bir püren fotoğrafı çek de gönder demiştim. Şimdi bunu nasıl göstereceğim, ya bu kız da kim derse, ne diyeceğim?”
Utandı sözlerinden. Kanadı yüreği. Garson, “Afiyet olsun” deyince, fark etti masadaki kahve fincanı ile bir küçük şişe suyu. Kahvesinden bir yudum aldı, “Aynen bana benziyor,” dedi “bunun da tadı yok.”
“Vay Emine, vay! Pürenlerin rengi de vurmuş yüzüne, Üstüne başına da kokusu sinmiştir mutlaka. Kömür karası gözlerin de ışıl ışıl! Oysa benimkiler kara bulutlar gibi yüklü…”
Elindeki fotoğraf uçurdu delikanlıyı dağlarına, ormandaki kıl çadırlarına. Baktı rengârenk elbiseli, buğday tenli, çekik gözlü, püren dallarıyla çadırın önünü süpüren mayaya.
“Ceylan bakışlı Eminem, sana bir şey anlatmak istiyorum. Bizim okulda bir bayan öğretmen var. Benim gibi o da matematikçi. Evlenmemiş hiç. Dedesi ya da babasına benzer birini bekleyip durmuş…
Dedesi, Çanakkale gazisiymiş. Memleketine ya dönememiş ya da dönmek istememiş. Neden seçtiyse, Allah’ın bozkırındaki bir köye gidip yerleşmiş. Tahta Bacak Şahan derlemiş adına da. Derken orada evlenmiş. Eşini hiç öz adıyla çağırmaz, ona hep “Püren Hatun” dermiş. Zamanla iki de çocuğu olmuş. Oğlana Balaban, kıza da Turaç adını vermiş. “Benim doğup büyüdüğüm yerlerde, ağaç vardı, kuş vardı” diyerek, satın aldığı arazileri hep ağaçlandırmış. Kimse bilmiyormuş nereli olduğunu. Karısına bile söylememiş. Hiç götürmemiş de onu memleketine. Karısı, “Neden götürüp göstermiyorsun” deyince de, “Döneceğin yere asla gitmeyeceksin” yanıtını verirmiş. Konuşkan biri de değilmiş, Tahta Bacak Şahan. Hep uzaklara bakar dururmuş. Ama konuşunca da kısa ve özlü konuşurmuş. Bizim oraların laflarını bolca kullanırmış. Çok da genç ölmüş, gariban. Karısı, “Benim adam derin düşünceden öldü,” dermiş eşine dostuna. O bayan öğretmen doğunca da, babası adını Püren koymuş.
Püren öğretmen de dedesi gibi konuşurken hep bizim laflardan kullanır. Bak bir gün ne oldu: Okulumuzda sıkmabaş bir öğretmen vardı; nasıl olduysa, müdür yardımcısı oldu. Püren öğretmen kulağıma, “Sürü ters dönerse, topal keçi başa geçer” dedi. Bir hoşuma gitti ki sorma. Yine bir seferinde dökülüverdi ağzından, “Aksi giderse Yörük’ün işi, kaymak yerken kırılır dişi” sözü. Ne yalan söyleyeyim, kanım kaynayıverdi kıza.
Ha, bir özelliği daha var Püren öğretmenin: Sana da çok benziyor. Senin gibi giyinse ve onu davar güderken birisi görse, inan seni sanır. Isınıverdim ve yakın davrandım kıza. Fazlaca yaklaşmış olmalıyım ki …”
-Merhaba, Balaban. Umarım çok bekletmedim.
Eli ayağına dolaştı delikanlının. Gizleyiverdi fotoğrafı kitap sayfalarının arasına.
-Hayır, hayır. Yeni gelmiştim zaten. Ne ikram edeyim sana?
Genç kız, ayakta bekleyen garsona, “Bana şekerli bir kahve” dedi. Balaban da “Bana da bol köpüklü sade bir kahve daha.”
Hoşbeşten sonra, Balaban, iki dirseğini masaya dayadı, çenesini avuçlarına aldı ve baktı arkadaşının çekik, ela gözlerinin içine.
-Sana bir şey anlatmak istiyorum, Püren.
-Büyük bir zevkle, hem de ömür boyu dinlerim seni ama önce izin ver, unutmadan söyleyeyim: Yarın babamın ölüm yıldönümü. Seni eve bekliyoruz. Balaban, bir bilsen nasıl da çok özledim babamı. Ama iyi ki sen varsın! Tanıştırıldığımız gün adının babamınkiyle aynı olduğunu duyunca, yüreğim nasıl da çarpmıştı öyle. Kanatlanıp, yuvasından uçuverecek sanmıştım! Yalnızca adın değil, fizik olarak da çok benziyorsun babama. O da orta boylu, etine dolgun, geniş omuzluydu. Onun gözleri de seninkiler gibi çekikti…”
Balaban duyamıyordu Püren’i, içinde yuvarlanıp gittiği ırmağın sesinden. Bir kütük gibi bir o kıyıya çarpıyordu bir bu kıyıya. Bazen bir yardan aşağıya düşüyordu köpüklü sularla birlikte, bazen de kuru bir yaprak gibi dönüp duruyordu burgaçlarda.
-Balaban, dalma öyle derinlere. Ben yüzme bilmem. Kurtaramam sonra seni.
-Kusuruma bakma, Püren. Şu son günlerde, hep böyle oluyorum. Elimde değil. Bir bakmışsın, sökmüşüm çadırımı, göçmüşüm başka yerlere.
Pardösüsünün cebinden çıkardığı ağızlığına bir sigara takacağı sırada, Püren, “Ay, ne güzelmiş! Bakabilir miyim” dedi, “ne zaman aldın?”
Söyleyemedi ağabeyinin onu püren kökünden yapıp gönderdiğini. Söyleyeceklerini de unutuvermişti, nutku tutulmuştu bir kere.
Püren, ağızlığı incelerken, Balaban yine uçup gitmişti dağlarına, konmuştu ormandaki kara kıl çadırın üstüne. Uzaktan bakıyordu, sürüyü ağıla sokmak için oradan oraya keklik gibi seken Emine’ye.
-Atalım mı bunu, Balaban? Teke siyeği gibi kokuyor.
-Atamam. Püren…
Sürdüremedi sözlerini, Balaban. Boğazına dizildi sözcükler. Kitaba dikti gözlerini, içindeki fotoğrafı alıp uzattı.
Fotoğrafa bakar bakmaz, irileşiverdi gözleri Püren öğretmenin.
Yıldırımla vurulmuşa döndü Balaban.
-Hani sen, bir zamanlar hiç püren görmedim demiştin ya! Ben de kardeşimden bir püren fotoğrafı rica ettim. O bunu göndermiş.
-Bu kız var ya, bu püren koklayan kız… Yahu Balaban, sen beni…
Yutkundu delikanlı. Bir de ter boşandı.
- Hava da bozacak gibi.Kalkalım istersen.
-Otur lütfen. Ve söyle Balaban…
-Hayır, hayır! Henüz bilmiyorum…
-Yahu Balaban, neyi bilmiyorsun? Halamın şu gençlik fotoğrafını nereden bulduğunu söyleyiver, olsun bitsin.
Dilini yuttu Balaban. Çevirdi başını. Bakışları takılıp kaldı, el ele tutuşmuş, pastaneye doğru gelen öğrenci çifte. Yüreğinde gittikçe büyüyen bir sızıyla, kapıdan içeri girene dek de izledi onları…