Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Nisan '12

 
Kategori
Öykü
 

Röportaj

Röportaj
 

Kadın sigarasını yaktıktan sonra etrafına bakındı. Temmuz güneşi altında cırcır böcekleri acıyla inlerken büyük kanatlı kapı önünde bekliyorlardı. Kadının adı Selin’di. 40 yaşındaydı ve yüksek tirajlı bir gazetede çalışıyordu. Yanındaki adam Engin, aynı gazete için fotoğraf çekiyordu. İstanbul’dan 260 km uzakta bu çiftlik evine röportaj almaya gelmişlerdi. Röportajı verecek kişi Yalçın Kumari adında bir ressamdı. Altmışbeş yaşındaydı Yalçın Kumari ve yüzyılın yaşayan en iyi ressamı olarak biliniyordu. Resimleri kadar yaşam tarzı ve davranışlarıyla dikkat çekmeyi başarmıştı. Aylardır tek fotoğrafı çıkmamıştı. Kimseyi görmüyordu. Keçi gibi inatçı, ağzı bozuk, kadına düşkün bir dahi olduğu söylenirdi. Dünya basınından gelen sayısız teklife rağmen kimseyi kabul etmemişti. Oynardı onlarla. Önce buyrun gelin der, sonra görüşmezdi. Binlerce kilometre uzaktan gelmeniz yada annenizin hatırı gibi şeyler önemli değildi. Değişik adamdı Yalçın.

Bu yüksek tirajlı gazete de sayısız röportaj tekliflerine aylar sonra ilk defa olumlu bir yanıt alınca en iyi iki muhabirini göndermişti. Daha önce bir Fransız televizyonu ve bir Türk dergisine röportaj vermişti Yalçın. Resimleri milyon dolar değerinde inzivaya çekilmiş bu adamın hayatı neredeyse hiç bilinmiyordu. Kimdi? Nerede doğmuş ve yaşamıştı? Ne zaman yapmıştı bu resimleri? Neden elli yaşına kadar beklemişti? Bir anda elli yaşında ortaya çıkmış sonra inzivaya çekilmişti. Selin, bu düşünceler zihnini meşgul ederken sigarasında derin bir nefes çekti ve

“Sıcakta bunca yolu boşunaa gelmedim. O röportajı yapıcaz. Ne olursa olsun!” dedi.

“Moralini bozmak istemem ama bu kapıdan kaç kişinin eli boş döndüğünü biliyor musun? Bu kaçık ihtiyar için söylenenleri duymadın galiba?” dedi Engin.

“Ne söylenmiş?”

“Tecavüzcü, bir sapık, bir katil olduğu söylenir. Dahi bir sanatçı olması nedeniyle suçlarının cezasını ev hapsi olarak bu çiftlikte çektiği gibi birçok söylenti var.”

“Saçmalık.” dedi Selin ve sigarasını damarlı siyah mermer üzerine attıktan sonra topuklu ayakkabısıyla böcek gibi ezdi.

“Hazır mısın?” diye sordu Engin’e ve ekledi: “Konuşmayı bana bırak.”

“Tamam.” dedi Engin.

“Unutmadan şarabı aldın mı?”

“Evet, aldım. Gerçekten bizi kabul edeceğine inanıyor musun?”

Selin, bu soruyu duymazdan geldi. Şarabı sol eline ve koç taşağı şeklinde iki siyah yumurtadan oluşan kapı tokmağını sağ avucuna aldı ve birkaç kez sertçe vurdu.

Birkaç dakika sonra ağır ahşap kapı sallandı. Titredi. Birkaç kilit ve anahtar sesi duyuldu. Sonra ortada ikiye bölünerek açıldı.

Orta boylu, sakalları ve saçları kırlaşmış bir adam belirdi. Ağzında sigara üzerinde kısa beyaz şortu, gelenlere bakıyordu. Geniş kıllı bir göğüs, yuvarlak kıllı göbek ve güçlü bacakları ile kapıda bekleyen yabancıları inceledi bir süre.

“Yalçın Bey’e röportaj için geldiğimizi haber verir misiniz?” dedi Engin, kibarca sessizliği bozarak. Selin, sert bir dirsek çıkardı Engin’in karnına susması için.

“Yalçın! Röportaj için gelmişler!” diyerek içeri seslendi şortlu adam. Sonra aynı adam ağzındaki sigarasını çıkarmadan kendini cevapladı:

“Bana yatacak birilerini istemiştim!” diye cevap verdi bağırarak.

“Yalçın Bey, arkadaşımın kusuruna bakmayın. Sizi tanıyamadı…”

“Elindeki şarap mı?” diye sordu Yalçın, Selin’in lafını keserek.

“Evet.” dedi, Selin.

“İçeri gel ama sıska arkadaşına söyle iki gün sonra seni almaya gelsin.” dedi, Yalçın ve kısa ilahi sessizlik oldu.

“Geliyor musun kalıyor musun?” diye sordu Yalçın, Selin’e.

“Evet, geliyorum.” dedi Selin. Engin’e dönerek ekledi:

“İki gün sonra gel ve beni al.”

Sonra Yalçın’ın peşinden içeri girdi ve büyük kapı Engin’in çaresiz yüzüne kapandı bir daha açılmamak üzere…

Selin, Yalçın’ın peşi sıra yürüyordu. Çakıl taşlarıyla doldurulmuş dar yolu geçtiler. Küçük havuzların bulunduğu geniş bir avluya çıktılar. Yalçın, kısa ve hızlı adımlarla önde yürürken elleri arkasında kenetliydi. Kendi kendine mırıldanıyordu. Sonra iki katlı beyaz badanalı bir evin önüne geldiler. Nereden çıktıkları belli olmayan iki büyük Alman Kurt köpeği koşarak yanlarına geldi. Yalçın, yere oturup köpekleri sevdi bir süre. Köpekler, Selin’i görünce keskin dişlerini göstererek hırlamaya başladılar. Selin, taş heykel kesildi korkudan. Sonra Yalçın, bir ıslık çaldı ve köpekler ortadan kayboldu.

Büyük evden içeri girdiklerinde Yalçın birden durdu ve unuttuğu bir şeyi hatırlar gibi Selin’in beyaz yüzüne baktı. Selin, köpeklerin etkisindeydi.

“Üzerinde kamera var mı?” diye sordu Yalçın.

“Evet, cep telefonum.”

“Başka bir şey?”

“Ses kayıt cihazı ve not defteri.”

“Tamam, not defterin kalabilir. Geri kalan her şeyi oraya bırak. Çıkarken alırsın.”

Selin, kendinden istenileni yaptı. Fakat bitmemişti. Yalçın, bir süre Selin’i inceledikten sonra “Soyun.” dedi.

“Anlamadım?” dedi, Selin şaşırarak.

“Soyun. Sakladığın bir şey olmadığına emin olmam gerek. En son gelen gazeteci çocuk kalem içinde gizli kamera sokmuş evime. Kalemi kıçında sokmuş içeri inanabiliyor musun? Ben de aynı yere yerleştirdim kamerayı! Taşaklarından tavana asmadığım için şanslı hergele. O yüzden şimdi soyun!”

“Nasıl, tamamen mi?”

“Güzelim, istersen geri dönebilirsin.”

Selin, kısa süre düşündü ve artık geri dönemiyceği bir noktaya geldiğini farketti. Karşısında kaçık bir ihtiyar olduğuna emindi artık. Acaba sapık bir katil de olabilir miydi? Bunları düşünürken beyaz gömleğini çıkardı. Ardından siyah kumaş pantolonu. En son topuklu ayakkabılarını. Beyaz sutyen ve mor kilotu ile öylece kalmıştı Yalçın’ın karşısında. Sıra sutyene geldiğinde Yalçın:

“Tamam, yeterli. Peşimden gel.” dedi ve yürümeye başladı. Selin iç çamaşırlarıyla soğuk mermer üzerinde ihtiyarın peşinden yürümeye devam etti. Sonra Yalçın’ın kalın sesiyle duvarlar titredi:

“Şarabı unutma!” Selin geri döndü ve koşarak yerdeki şarabı aldı.

Merdivenlerden çıkarken Selin’e annesinin adını sordu. Selin, cevap verdi. İkinci kata çıktıklarında bir kapının önüne geldiler. Kapı üzerinde asılı yağlı boya puma resmi vardı.

“Burada yatacaksın. İçeride ihtiyacın olan her şey var. Bir saat sonra atölyeme gel. Ve şarabı sakın unutma!” dedi Yalçın sonra hızla gözden kayboldu.

“Atölye nerede?” dedi Selin ama Yalçın gitmişti.

Oda bahçeye bakıyordu. Zeytin ağaçları göz alabildiğine gidiyordu. Birkaç at koşuyordu uzakta. Aşağıda gülüşmeler vardı. İki bikinili kız geçti avludan. Selin odayı inceledi. Elbise dolabı ağzına kadar elbise doluydu. Yatak rahattı. Önce duşa girdi. Ardından kısa şort ve rahat bir bluz giydi. Pahalı parfüm diziliydi komodin üzerinde. Hafif olanı kullandı. Ve kendine söylendiği gibi bir saat sonra atölyede olmak üzere elinde şarap ve not defteriyle çıktı odadan.

Alt kata indiğinde güçlü müzik sesi vardı ve dışarıdan geliyordu. Klasik müzik çalıyordu. Müziği takip ederek bahçeye çıktı. Karşıdaki eski binadan geliyordu güçlü müzik. Bethoven ağlatıyordu notaları. Dikdörtgen uzun binadan içeri girdi.

Gözlerine inanamadı. Yüzlerce tablo asılıydı duvarlarda. Bir çoğu duvar kenarına dizilmiş, bazıları da özensizce yere bırakılmıştı. Harika resimler vardı. O renkler o çizgiler neydi öyle. “Tanrım aklımı koru…” dedi, Selin. “Servet yatıyor burada…” diye düşünürken Yalçın’ı gördü beyaz duvar önünde. Elinde fırçayla çalışıyordu. Çıplak bir kadın oturuyordu kırmızı kanepede. Dizlerini karnına çekmişti kadın, elleriyle ayak bileklerini kavramıştı. Tıraşlanmış organı ortadaydı.

Yalçın, fırçanın ucuyla sol tarafı işaret ederek: “Oradan bir kadeh al kendine ve şarabı aç!” dedi.

“Ya siz?”

“Ben şişeden içerim.” dedi, Yalçın.

Selin, şarabı açtı ve kendine çok az şarap koyduktan sonra şişede kalanı Yalçın’a uzattı. Yalçın, büyük bir yudum aldı şişeden. Sonra boyama işine döndü. Çıplak kadın kıpırdamıyordu. Sanki orada değildi ya da ölmüştü. Ama farketmezdi, Yalçın’ın canı böyle istemişti.

“Evet, ne soracaksan sor. Çünkü burada kaldığın sürece böyle olacak asla oturup sohbet etmiycez. Sen sorarsın ben istersem cevap veririm. Ya da sıkılır seni kapıya koyarım. Eğer canımı çok sıkarsan seni şu masaya yatırır ırzına geçerim. Hemen sonra da resmini yaparım. Anladın mı?”

“Anladım.” dedi Selin, korkarak.

Ve aklına gelen bütün soruları sormaya çalıştı. Her soruda ömründen bir yıl gidiyordu. “Ya kızarsa?” diye düşünüyordu. Göz ucuyla da masaya bakıyordu. Bir yandan soruyor eğer cevap alırsa not defterine yazıyordu. Bir yandan da resme bakıyordu. Muhteşemdi resim. Yalçın, birden fırçayı bıraktı. Bir fırın vardı binada. Gidip kapağını açtı ve rastgele seçtiği bir tabloyu alev yutan ağıza fırlattı. Canım tablolar ateşin kucağında erirken Selin neredeyse ağlayacaktı. Koşmak ve o tabloları kurtarmak istedi ve dayanamayıp:

“Bunu neden yaptınız?” diye bir çığlık attı.

Yalçın, dolu bir su şişesi kaptı ve Selin’e fırlattı. Şişe Selin’in yüzünü ıskaldı ve duvara çarpıp yere düştü.

“Lanet olası plastik şişe hepimizden çok dayanıyor. İnsanlar ölecek ve geriye aptal plastik şişe kalacak. İnsanın bittiği yerde sanata ne gerek var?” diyerek bir tablo daha attı fırına.

Sonra bir şey söylemeden atölyeden çıktı Yalçın. Selin’de peşinden çıkarken gözü model kıza takıldı. Kız hala oradaydı. Kıpırdamadan kanepede öylece duruyor, Yalçın her an geri dönüp resme devam edecekmiş gibi bekliyordu.

Hava kararınca bahçeye birileri büyük bir masa kurdu. Evin işlerini götüren birileri vardı ama ortalıkta tek insan yoktu. Dakikalar geçtikçe masa kalabalıklaştı. Çeşitli yerlerden kızlar çıkıyor, masaya geliyorlardı. En şık en havalı elbiseler içinde harika parfümler eşliğinde bir şenlik havasında yendi yemekler.

Aklına geldikçe Selin sorular soruyor, Yalçın isterse cevap veriyor bazen duymazdan geliyordu. Evdeki kadınları model olarak kullanıyordu Yalçın. Dünyanın her ülkesinden her kültürden kadın vardı. Yedi dilde sohbet dönüyordu masada. Yalçın, hepsiyle konuşuyor her dili biliyordu. Sonra masada kanepede poz veren kızı görünce rahatladı Selin. Demek yaşıyordu.

Derken Türkçe konuşan bir kadını farketti. Şişman sayılacak bir kadındı. Onunla sohbet etti. Yalçın, çarşıda görmüştü onu, yüzünü, ellerini çok beğenmişti. Şimdi de buradaydı işte. Bir ay boyunca sadece onun resimlerini yapmıştı. Ve birkaç resim de hediye vermişti. Tablolar dolar kuruna çevirince bir ömür yetecek parası vardı kadının. Evliydi kadın ve çocukları üniversitede okuyordu. Sonra kadına Yalçın’ın eğilimlerini sordu. Bu kadınlarla birlikte oluyor muydu? Onlara kötü davranır mıydı? Ancak kadın hiçbir şey söylemedi bu konuda.

Saatler ilerledi ve masadaki herkes çıktığı deliğe geri döndü. Yalçın da koluna taktığı zenci kadınla birlikte eve girdi. Selin, odasına çıktı. Yatağa uzandı ve içkinin de etkisiyle sızdı.

Ertesi gün öğle vakti uyandı. Hava daha sıcaktı. Pencereden bahçeye bakınca Yalçın’ı gördü. Elinde fırça çalışıyordu havuz başında. Hemen koşarak yanına indi.

Yalçın, yüzüne bile bakmadı. Ağzında sigara işine devam ediyordu.

“Kendi zamanından çalıyorsun uyuyarak.” dedi Yalçın ve bugün için Selin’e söylediği son söz bunlar oldu.

Selin, gün boyu hiçbir sorusuna cevap alamadı. Sonunda dayanamadı ve “Ben gidiyorum!” dediğinde akşam yemeği yeniyordu. Masada bir anda soğuk bir hava esti. Çıt çıkmıyordu. Herkes Yalçın’ın ne tepki vereceğini bekliyordu. Fakat Yalçın, sakindi. Yemeğine devam ederken “Ben izin verdiğim için evime girdin ve ancak ben istediğim zaman gidersin.” dedi ve bifteğinden kestiği pembe yağlı bir lokmayı ağzına atınca konu kapandı.

Selin, üç gün daha misafiri oldu Yalçın’ın. Son gece Yalçın çok içmişti ve salonda yanmayan şömine başında yerde oturuyordu. Herkes odasına çekilmişti. İşte o zaman:

“Beni neden evine kabul ettin? Röportaj için yani?” diye sordu Selin.

“Şarap yüzünden.” dedi Yalçın.

“Buna inanmıyorum. Bu muhteşem yetenekle resimler yapan biri için alkolden fazlası olmalı.”

“Gerçeği mi istiyorsun?”

“Evet.”

“Gerçek şu! Resimler beni daha iyi biri yapmaz! Ya da benim iyi insan olmam resimleri! Evet, seni evime aldım çünkü, seni tanıyorum.”

“Nasıl olur? Hiç karşılaşmadık.” dedi Selin.

“Bak yavrucuğum bu anlatacağım şeyi duyan ve yaşayan birkaç insandan biri olacaksın.”

“Size annem üzerine yemin ederim. İstemediğiniz hiçbir şeyi yayınlamıycam.”

“Yayınlayabilirsin. Artık sıkıldım. Duvarlarım çöküyor. Kendini tüketmek nedir bilir misin? Ben dibimi sıyırıyorum işte. Yavrucuğum seninle ilk defa 2000 yılında karşılaştık.”

“İnanmıyorum! Sizi nasıl ıskalarım?”

“Dahası var.”

“Lütfen anlatın.” dedi Selin.

“Benimle röportaj yapmaya geldin buraya değil mi?”

“Evet.”

“Aslında bu röportajı çok önce yaptın zaten.”

“Şu an sendeledim. Lütfen anlatın, ne zaman? Ben neden hatırlamıyorum?”

Selin bunları söylerken tüyleri ensesinden sırtına doğru saygı duruşuna geçti. Titriyordu. Yalçın, şişe şarabından bir yudum aldı ve anlatmaya başladı :

“Evet, 2000 yılında karşılaştık ve bir röportaj yaptık. Tam onbeş yıl önce. Hatırlıyor musun mahkumların hayatı üzerine bir yazı dizisi hazırlamak için Adana cezaevine gelmiştin. İşte bendeniz oradaydım. Benimle de bir çekim yaptın. Tabi o zamanlar resimlerim bilinmiyordu. Beş parasızdım. Cezamı tamamlak üzereydim. Benimle uzun uzun sohbet ettin.”

Selin, donmuştu. Nabzı atmıyordu. “Tanrım, sen büyüksün.” dedi içinden ve biraz kendini toparlayınca konuşmaya başladı:

“Hakkınızdaki hapishane söylentileri doğru demek. İnanamıyorum. Şimdi hatırlıyorum. Siz. Ama neden, nasıl olur? Siz ne suç işlemiş olabilirsiniz? İmkansız bu!”

Yalçın, oturduğu yerden kalktı ve ağır adımlarla sessiz ve hüzün yüklü ağır bir havayı geride bırakarak çıktı odadan. Selin, o gece Yalçın’ı son kez gördüğünü bilmiyordu.

Ertesi gün çiftlikten ayrılmak üzereydi. Evdeki bütün model kızlar kapıya kadar Selin’e eşlik ettiler. Sonra Engin belirdi kapıda, arabada oturuyor ve bekliyordu. Selin, son kez baktı bir daha giremeyeceği eve. Bu sırada güvenlik görevlisi koşarak rulo bir kutu getirdi.

“Yalçın Bey’den size.” dedi ve koşarak uzaklaştı.

Ahşap kapı yavaşça kapandı dış dünya üzerine. Selin, arabaya binince elindeki kutuyu açtı. Kutu içinde yağlı boya resim vardı. Bir hapishane koğuş manzarası. Altında Yalçın Kumari imzası vardı. Engin, dilini yutacaktı heyecandan.

“Aman allahım! Yalçın Kumari tablosu bu! Bu var ya bu! En az yarım milyon değerinde. Zengin oldun!” dediğinde, Selin ağlamaya başladı. Kesintisiz bir şekilde ağlıyordu. Neden bilmiyordu. Fakat hıçkırarak ağlıyordu. En son babası öldüğünde böyle ağlamıştı.

Bir hafta sonra ropörtaj gazetede yayınlandı. Yazıda hapishane ile ilgili tek satır yoktu. Selin, izine ayrılmıştı. Sahilde bir çay bahçesinde oturuyordu. Hava sıcaktı ve güzel bir yaz olacağı izlenimi uyandırıyordu insanda…

 
Toplam blog
: 57
: 122
Kayıt tarihi
: 25.04.12
 
 

İnsan ve hayvanı bir severim. Saygıdan hoşlanmam. Zımparalanmış köreltilmiş sevgiden de.. Kib..