Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Ekim '10

 
Kategori
Öykü
 

Ruh Soyunması

Ruh Soyunması
 

netten alıntı


Oturduğu sırça köşkün sırça penceresinden bana bakıyordu. Öyle renkli, öyle ışıl ışıl. Kışkırtıcı… Konuşmuyordu. Ama ben duyuyordum sözlerini. Buyurgan bir bakışla, soyun dedi bana. İrkildim. Saçmalama, sen soyun deyip, onun iki katı saçmaladım. O, kendine güvenli duruşundan tek damla fire vermeden, peki dedi. Soyunayım ama ellerine ihtiyacım var. Ellerini verecek misin bana ? Ellerini istiyorum ve ellerinin emeğini. Çalışabilir mi ellerin benim var olmam için. Ellerinin ruhumda izi olmalı, kabul mü? dedi. Esrik bir bulutun içindeymişim gibi kabul ettim.

Onun söylediği gibi yaptım her şeyi. Babil’in asma bahçelerinden toplamıyordum üzümleri ama, güzel küçük bir bahçeydi işte. İnce sivri uçlu bir makasla dalından incitmeden taneleri, buğularını bozmadan özenle toplayıp sepete koydum. Eve geldiğimde taneleri tek tek küçük leğene alıp üzümleri ezmeye başlayacaktım ki. Dur, dur dedi . Ellerini yıka ama havlu ile kurutma, güneşe tut ellerini…Neden dedim. Ellerinin saf izi olsun diye dedi. Biliyorsun üzümleri öldüreceksin ama ruhu bana geçecek. Ancak bu şekilde ellerinin izi olur... Onun dediğini yaptım. Neden yaptım bilmiyorum.Onun özünü, onun ruhunu ortaya çıkarmak, sonrada kendi ruhuma katmak istiyordum galiba.Yoksa bütün tılsım ellerimde miydi? Çözebilir miydim bu tılsımı, katabilir miydim ruhunu ruhuma, ruhumu ruhuna…

Her şeyi onun istediği gibi yaptım.Üzümleri tek tek dallarından koparıp ezmeye başladım. Ezdikçe ellerim tatlanıyor, ellerim kıpkırmızı oluyordu. Yetmezdi bu parçalanma, bunun için süzgeçten geçirerek daha küçük parçalara ayırıyordum. Suyunu çoğaltırken posasını azaltıyordum. Bu parçalanma da yetmezdi. Kimyasal parçalayıcılara ihtiyacım vardı. Onun istediği miktarda katıyorum parçalayıcıyı. Şişedeki sıvı kopkoyu kırmızı olmuştu. Birazda şeker dedi, alkol oranını artırmalısın. Peki deyip, şekeri koyuyorum. Daha sonra şişenin kapağını kapattım. İçerdeki cızırtıyı dışarıdan görüyordum. Sonra en karanlık odaya hapsettim onu. Acısını kendi başına yaşamalıydı. Acılar kendi kendine yaşanmalıydı, ancak o zaman acı bala dönüşebiliyordu. Ben sadece zaman zaman patlamasını engellemek için, acılarını dışa bırakmasını sağladım şişenin kapağını yavaşça açarak... Kapatım kapağı yeni acılar biriktirmesi için... On, onbeş gün sonra acıları bitmişti. Dibinde koyu kırmızı bir tortu vardı. Parçalanmış, çamurumsu… Onun üzerinde ise olanca güzelliğinde kırmızı suyu. Kurtardım onu tortudan. Parçalarını unutmalıydı.. Değişmişti, farklıydı , yeniydi, güzeldi…Ama biraz daha karanlık odaya ihtiyacı vardı. Hatırlamak üzere bir süre unutmalıydım onu. Unuttum…

Sonra aradan uzunca bir süre sonra aklıma geldi bir gece ansızın. O tekrar sırça köşküne taşındı. O sırça köşkün sırça penceresinden yine bana bakıyordu. Daha güzelleşmiş, daha renklenmiş, daha kışkırtıcı. Sıra sende dedi bana usulca. Peki dedim. Ama önce seni kendime katmalıyım dedim. Güzel bir müzik açtım kendime ve ona. Yudum yudum, her zerresinin tadını hissederek. Şimdi o parçalamaya başlamıştı ruhumu. Daha da parçalanmak için acıların sevinçlerin süzgecinden geçmeliydim, geçtim… Kimyasal parçalayıcım ise aşktı, imkansız aşklar. Birde yalnızlığı koydum içine şeker niyetine. Alkol oranım arttı. Ruh soyunması yavaş yavaş başladı, hissettirmeden...

Saatler geçtikçe o bana katılmaya başladıkça,

Önce neşelendim güldüm kendi kendime,

Sonra suskunlaştım ağladım sessizce,

Müzik değişti dans ettim kendimce.

Gene ağladım, gene güldüm, gene sessizleştim.

Uyudum sonra bebekler gibi mışıl mışıl.

Soyunduk şarapla…

İkimizin de ruhu çırılçıplak…

Leylim. 04.10.2010

 
Toplam blog
: 105
: 670
Kayıt tarihi
: 18.10.07
 
 

Karlı bir kış günü, yaşam denilen bu yola düşmüşüm. Yürümüş yürümüş de bir arpa boyu yol alamamış..