- Kategori
- Kitap
Rus basınında Türkiye ve NATO.
Rasim Dirsehan Örs'ün ikinci kitabı.
Rasim Dirsehan Örs'ün kitabında yeralan tanıtımında İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi'ni bitirdiğinden, 1985-1987 yılları arasında Gırgır dergisinde mizah öykülerinin yayınlandığından ve 1986 yılında da Cumhuriyet gazetesince verilen Yunus Nadi Ödülü'nü kazandığından söz ediliyor.
1998 yılından beri Moskova'da yaşayan yazarın yazın çalışmalarının Türk - Rus ilişkileri üzerine yoğunlaştığı ve 'Rus Basınında Kurtuluş Savaşı ve Atatürk Devrimleri'' adlı çalışmasıyla da 2009 yılında Cumhuriyet gazetesince verilen 'Yunus Nadi Sosyal Bilimler Araştırması Ödülü'nü kazandığı ayrıca bu çalışmanın daha sonra Cumhuriyet Kitapları tarafından 'Rus Basınında Kurtuluş Savaşı ve Atatürk - Devrim Yılları'' adıyla yayınlandığı da belirtiliyor.
Bir gün Moskova'da bir Rus kanalını seyrederken kendi ifadesine göre o zamanlar çok da iyi olmayan Rusçası ile tamamını anlayamasa bile yine de Taksim Meydanı'ndaki Atatürk Anıtı hakkında yayınlanan bir program dikkatini çeker. Biraz daha dikkat edip izlemeye devam ettiğinde ise anıtta Atatürk'ün arkasında duran insanların bazılarının Rus olabileceği ile ilgili bir şeylerden bahsedildiğini anlar. Daha sonra merak edip araştırmaya başlayan yazar bu araştırmalarının sonucunda kendisine çok anlamlı bir ödül de getiren bilgilere ulaşır.
İkinci eserinde ise kitabın hazırlanışı artık tesadüflere bağlı olmaktan ayrılıp daha bilinçli, ne aradığını bilerek yapılan bir araştırma sonucunda oluyor. Merak duygusu ve öğrenme isteği ise, yazarın içinde hep sakladığı bir hayata tutunma gücü. İnsanın merak ederek araştırması, elde ettiği bilgilere şüpheyle yaklaşması ve bunları akıl süzgecinden geçirdikten sonra diğer insanlara sunması sürecinin öneminin farkında olan araştırmacı yazar bu kez de Rus arşivlerinde Soğuk Savaş yıllarında Türkiye ve NATO hakkında çıkan haberleri derlemiş. Tarihi süreçte denk geldiği yerlerde ana anlatıma eklediği yazı, belge ve karikatürlerle hoş bir anlatım yakalamış olan yazar, okurlara derinlemesine incelenebilecek bir çok başlık da sunuyor.
Çanakkale'de İngiliz ve Fransızlara geçit vermeyen Türk askerinin, aslında Çarlık Rusyası'na giden yardıma engel olmasından dolayı dünyanın gelecek 80 yıldaki siyasetini şekillendirdiğini anlıyorsunuz. Ardından Çarlık Rusyası'ndan emperyalizme karşı olarak doğan bir Sovyetler Birliği'nin de ayakları üzerinde durmaya çalışan belki küçük ama özgüveni yüksek Türkiye Cumhuriyeti'ne Kurtuluş Savaşı'nda verdiği destek gözler önüne seriliyor.
Kurtuluş Savaşını kazanan ve siyasi bağımsızlığını elde edip modern, çağa uygun atılımlar yapmak isteyen cumhuriyetin ilk yıllarında özellikle de Atatürk'ün sağlığında Sovyetler Birliği ile son derece seviyeli ancak bir o kadar da yapıcı ilişkilerinin her iki ülkeye de kazandırdıkları örneklerle anlatılıyor.
Kitap bir tarih kitabı belki ancak o bizlere bir zamanlar okullarda okutulan, ''Şu imparatorluk bu imparatorluk ile falan tarihinde filan ovasında savaştı, şunlardan bilmem kaç askerin öldüğü savaşın sonunda feşmekan anlaşması yapıldı, anlaşmanın maddelerine göre...'' diye devam eden şimdi hatırladığımda bile uykumun gelmesine neden olan kitaplardan değil. Neden, niçin sorularını sürekli olarak hem kendi sorguluyor ve yanıtlarını bulmaya çalışıyor hem de okura da sorular sorma ve kendi sorularına yanıtlar bulması için araştırma kapılarını açıyor.
Yazarla hemen hemen aynı yaşlardayız ve muhtemelen de aynı dönemlerde İşletme Fakültesi'nde beraber okumuşuz. Kitaba eklediği Rus mizah dergisi Krokodil'i, üniversite zamanında çok sık duyardık. Özellikle milyonlarca adet satıyor olması çok ilgimizi çekerdi. Cuma günleri çıkmasını sabırsız bir heyecenla beklediğimiz Gırgır dergisi bu kadar güzel olmasına rağmen hep dünyanın en çok satılan 2. mizah dergisi olarak anılırdı. Satış rakamlarına göre bir numara Krokodil (Timsah) idi. Bunun sırrını bir türlü çözemezdik. ''Gırgır'dan acaba daha nasıl ve ne kadar güzel bir dergi hazırlanabilirdi ki bu tirajlara ulaşılabilsin?'' sorusunun yanıtını bir türlü bulamazdık. Sonra aradan yıllar geçti, Sovyetler Birliği 'Glasnost', 'Perestroyka' derken bir gün toz duman arasında çöktü...
Her sonda olduğu gibi SSCB'nin sonunda da buna hazırlıksız yakalanan bilim adamları, aydınlar, ressamlar, yazarlar sığınabilecekleri limanlar arıyorlardı. O sırada Gırgır dergisi bir köşesinde Krodil'den çizerlerin karikatürlerini yayınlamaya başladı. O karikatürlere bakanlar neler düşündüler bilmiyorum ama ben kendi adıma ciddi bir şok geçirdiğimi anımsıyorum. Milyonlarca satan ve dünyanın bir numarası da olan mizah dergisinde yeralan karikatürler Gırgır, Fırt, Çarşaf dergilerindeki 'Çiçeği burunda karikatürcüler'in çizgilerinden daha iyi değillerdi.
Muhtemelen yıllardır süren baskılar sonucunda bir parça da olsa gülmek, değişiklik arayan Rus halkı, Krokodil'i dünyanın en çok satan mizah dergisi haline getirmişti. Yani derginin en başarılı olduğu konu 'Doğru zamanda doğru yerde olmak' idi.
Burada yeri gelmişken gerçek anlamda mizah ve mizah dergiciliği yapan, bugünlerde mevcut ''Ben milleti güldürür sonra işime bakarım, benim görevim iktidara muhalefet etmek değil, o görevi muhalefet partileri yapsın'' diyenlerden tamamen farklı olarak yıllarca karikatür sanatına hizmet veren Oğuz Aral ve kardeşi Tekin Aral'ı da anmak gerektiğini düşünüyorum.
Kitapta Krodokil'de yayınlanan ve hükümetin düşüncelerini çizgiyle anlatmaya çalışan bolca karikatüre de yer verilmiş ama hepsinde nedense(!) bir yapaylık, siyasi otorite borozanlığı mevcut.
Yazar bir dönemi incelemek ve anlatmak iddiasıyla yola çıkmış olmasına rağmen asla sadece bir fotoğraf gibi o anın fotoğrafını çekmekle de yetinmeyip, o tarihe nasıl gelindiğini de kısa ama net bir şekilde anlatıyor.
Tarihte, İstanbul'un 2. Roma olarak anılmasının yanısıra Bizans İmparatorluğu'nun yıkılmasının ardından da Moskova Knezi 3. İvan'ın kendisine eş olarak son Bizans İmparatoru Konstantin'in yeğeni Sofya'yı seçmesi nedeniyle, Rusya'nın büyümesi sırasında Knezlikten Çarlığa, Çarlık'tan İmparatorluğa gidişinde aralarında Bizans geleneklerinin de olduğu bir kültüre dikkat çekiyor yazar. Osmanlının da Çarlık Rusyası'nın da temellerinin arasında aslında Bizans kültürü var.
Rusya'dan Laleli'ye, Aksaray'a tekstil ürünleri almaya ya da Antalya'ya her şey dahil güneşlenmeye gelen Ruslar ile ortak noktamız İstanbul. İki halkın da belki başlangıçta değil ama tarihin belli bir anında kaderlerinin kesiştiği yer Bizans.
Osmanlı 1453'de Bizans'ı yıkarak Ortodoks-Hristiyan mirasına sahip çıkarken, Ruslar da buna karşılık verircesine 1506 yılında Altın orda'ya karşı zafer kazanıp ardından da 1552'de Müslüman bir devlet olan Kazan Hanlığı'nı tarihe gömdükten sonra geniş topraklar üzerinde kendi kültürlerini yaymaya gayret ediyorlar.
Rusya'nın yayılmacı emellerinin aslında, son zamanlarında zayıf düşmüş Osmanlı'nın ve ardılı Türkiye Cumhuriyeti'nin bütünlüğünü korumasında ne kadar etkili olduğunu tebessüm ederek farkediyorsunuz.
Ülkenizi, en azından bir kısmını elde etmek isteyen bir komşu devlet var ve siz buna tek başınıza engel olamayacakken daha uzaklarda bu işgalin hoşuna gitmediği önceleri İngiltere ve Fransa daha sonraları da Soğuk Savaş yıllarında Amerika Birleşik Devletleri hep buna engel oluyorlar. Amaçları tabiki ne Osmanlı'nın ne de Türkiye'nin haklarını, çıkarlarını korumak, sadece Rusların boğazlara, ardından da sıcak denizlere inmesine engel olmak .
Bir de hep yardım meleği olarak hafızalarımıza yer etmiş Florence Nightingale'in de İstanbul'a geliş sebebinin Ruslar olduğunu düşünürsek...
Anlattıklarımızda tekrardan başa dönersek, Çanakkale'de İngiliz ve Fransız'a geçit vermeyen Türk askeri, Çarlık Rusyası'nın kaderini değiştirirken aslında kendi kaderi(!) üzerindeki planları da bozuyordu. Ve tam da artık Çar ile anlaşan ve Osmanlı'nın nasıl paylaşılacağına karar veren İngiliz ve Fransızlar, Çanakkale'yi geçemeyince hevesleri kursaklarında gerisin geriye dönmek zorunda kalıyorlardı.
Tarih okumak, tarihi okumak, olaylara sadece bakmak değil anlamaya çalışmak, figüran rolü oynamak yerine tarih yazmanın ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anlıyor insan bu tür kitapları okuyunca. Bolşevikler, Çarın Osmanlı sayesinde kırılan desteği ile Rusya'da iktidarı ele geçirince kendilerinden önce Çar -İngilizler ve Fransızlar arasında yapılmış Osmanlı'yı paylaşmaya yönelik gizli anlaşmayı da açıklıyorlar.
Sonrası yok olmanın eşiğinden dönüp kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan genç cumhuriyet ile Sovyetler Birliği'nin karşılıklı bir satranç maçı şeklinde gidiyor. Genç cumhuriyetin başındaki Mustafa Kemal, hep eşit şartlarda masaya oturmayı başarıyor. Kalelerin, vezirlerin yerlerinde hukukçular, siyaset adamları, devlet başkanları, yazarlar, elçiler var. Her iki devlet de henüz yeni sistemlerini oturtmaya çalışırlarken sorunlar yaşamaktan yana değiller ancak kendilerine de saygı duyulmasını bekliyorlar doğal olarak.
Dedesi Osmanlı'dan Rusya'ya gitmiş meşhur Rus şairi Puşkin'in Erzurum yakınlarında eski arkadaşı Griboyedov ile karşılaşması(!) kısmı da kitapta çok ilgi çeken yerlerden.
Bugünlerde de çok sık yapılan, emele ulaşmak için medya aracılığıyla 'oramı uygun hale getirme' örneklerinin zamanında Sovyetler Birliği tarafından da sıklıkla uygulandığını görmek nedense insanı pek de şaşırtmıyor. Sadece, insanın günümüze dönüp Türkiye'de tatile giden Rus turistlerle ilgili olumsuz haberlerin Rus medyasında sıklaştığı zamanların hemen arkasından neler gelecek acaba diye kendi kendine sorası geliyor.
Ve filler tepişirken ezilen çimenler de anlatılıyor kitapta. Ermenilerin sınırda kimi zaman baskı ve tehditle kimi zaman da gönüllü olarak saf tutmaları, topraklarındaki müslüman Türk soylu azınlıklara acımasızca davranıp onları göçe zorlayan Rusya ve komşusun içinde yaşayan kendi soyundan azınlıkları pek de rahat bıraktığı söylenemeyecek Osmanlı ve Türkiye...
1914 yılında kurulmuş Türk - Rus Dostluk derneği , Bab-ı Ali'deki birtakım gazetecilerin hangi menfaatler ile kandırılarak(!) yazı yazmalarının sağlandığı, Kore'ye asker göndermemizin Rusya ile ilişkilerimizi nasıl etkilediği ve hatta o zamanlarda Seyhan Nehri üzerinde şimdilerde HES dediğimiz hidro elektrik santral kurabilmesi için kimlere ne tavizler verildiğine kadar her türlü bilgiye ulaşabiliyorsunuz kitapta.
Rasim Dirsehan Örs, kitabını bitirirken Türk-Rus ilişkilerine çok genel olarak ya da tarihin sadece bir kesitini örnek alarak bakmamamız gerektiğini, her bir olayın da, içinde bulunulan zaman dilimi, çevre koşulları ve güç dengelerinin dikkate alınarak incelenmesi gerektiğini hatırlatıyor. Misal, büyük bir hastahane olsun. Sağlıklı, doktorlar, hemşireler, hasta yakınları, iyileşmiş ve taburcu olmayı bekleyen hastalarla, ateşli hastalar ve bodrum katında da bir morg olsun. Bu hastanedeki insanların ortalama vücut ısılarını ölçüp 36, 5 rakamına ulaşmanız, nasıl her şeyin normal olduğunu göstermezse, yazar kanımca, tarihin herhangi bir anını fotoğraflayıp o anın üzerinden çok genel yargılara varmak da doğru olmayabilir demek istiyor.
Kısaca, yazar belki 'Dirsehan' ismini Dede Korkut Masalları'ndan almış ama yazdıkları hiç de masal değil, özellikle yakın tarihe farklı bir pencereden bakmak isteyenlerin mutlaka okumaları gereken bir kitap.