- Kategori
- Deneme
Bir topun peşinde koşturarak geçen hayatlar.
Hayat da denge üzerine kurulur tıpkı bisiklet gibi.
Eylülün ilk haftasında Rusya için gayet güzel sayılabilecek bir pazar, hava günlük güneşlik. İnsanın, üstünde ince kıyafetlerle bile üşümeden uzun uzun gezebileceği günlerden.
Karşı tepedeki Kazan kilisesinden çan sesleri geliyor. Pencereyi açıp sokağa bakıyorum. Çingene çocukları, geçenlerde onlara aldığım futbol topunun peşinden sokağın bir ucundan diğer ucuna koşup duruyorlar. Kale yapmak için yere üstüste taşlar koymuşlar. Biz de eskiden aynı şekilde yapardık kalelerimizi, demek küçük yerlerde zaman özellikle de çocuk oyunları için bir yerde takılıp kalıyor.
Heybeliada'ya babamın tayini çıktığında, İzmit'teki arkadaşlarımdan ayrılacağım için ne kadar da üzülmüştüm. Nasıl bırakır da giderdim onca yıldır oyunlar oynadığım arkadaşlarımı? Hayatı ucundan kıyısından henüz daha yeni öğrenmeye başlıyordum, ayrılığı ve acısının insanın yüreğini ne kadar yaktığını da.
İlkokuldaki sınıf arkadaşlarım, Kerim, Haldun, Çınar, Tülay... Son gün artık okuldan ayrılırken, neredeyse herkes bir hediye vermişti . Kurşun kalem, cetvel, defter... Tülay da silgi. Öyle kokulusundan falan da değil hem nereden bulsun ki, şimdiki gibi çilekli, kavunlu rengarenk silgiler nerede o zamanlar? Aradan yıllar geçti hala ne zaman o silgiyi elime alsam çocukluğum aklıma gelir, sanki tekrar tekrar yanağımdan öper Tülay, çilekler gibi kokarak.
Adaya ilk gelişimde hemen sokağa fırlıyorum, henüz arkadaşım yok. Uzaktan uzağa oynayan çocukları izliyorum. Annem ''Çok uzaklaşma'' dediği için de kapının önünden hiçbir yere ayrılmıyorum. Kaybolurum korkusu yok içimde ama daha hiçbir yeri bilmediğim, kimseleri tanımadığım için sıkılıyorum doğal olarak. Yoksa o zamanlardan bile anlamıştım adada kaybolmanın, istesen bile olanaksızlığını.
Hani olmaz ya, misal oldu varsayalım, bir baktın bilmediğin bir mahalleye düşmüş yolun yani yönün şaşmış, kaybolur gibi olmuşsun. Vur kendini doğruca yokuş aşağıya, eninde sonunda iskeleye gelirsin. Ondan sonra da zaten evin yüz metre ileridedir.
Adada bütün yollar iskeleye çıkar. Sahildeysen eğer, sanki oradan bile iskeleye hafif bir eğim vardır, kimse yolunu kaybetmesin kolayca ulaşabilsin kendisini İstanbul'a götürecek vapurlara diye. Bir nevi 'Kuzey yıldızı' yani, bakarak yönünü buluyor ondan sonra da nereye gitmeye karar vermişsen gidiyorsun.
Tam da uçurumun kenarındaydı oyun sahamız, etrafı belimize gelen duvarlar ve sonra da tel örgülerle çevrili. Maçlarımızı yaptığımız, oyunlarımızı oynadığımız yer hep orasıydı. Yağmur yağmış, yerler daha top oynanabilecek kadar kurumamışsa eğer, çivi oynardık. Çivi oyunu için balçık olmayan ama hafif nemlenmiş toprak idealdir. Hem yere çivi attığında toprağa saplanması kolay olur hem de çizdiğin çizgiler kolayca silinmez. Çivi, genellikle daha henüz tüm tayfanın toplanmadığı o yüzden de maç yapılamayacak durumlarda az sayıda kişiyle bir nevi maça hazırlık için ısınma amaçlı bir oyundu aynı zamanda, profesyonel futbolcuların maçlar öncesi sahaya çıkıp ısınma hareketleri yapmaları gibi bir şey yani.
Daha sonra evinin camından bakıp da sokağa çıkmış diğer çocukları görenler teker teker oyun sahasına damlamaya başlarlardı. Dört beş çocuk olursa ve birisi de topunu alarak gelmişse evinden, o zaman ilk baştan 'japon kale' oynamaya başlardık. Herkesin tek başına olduğu ve kendi minyatür kalesini savunurken bir yandan da diğerlerinin kalesine gol atmaya çalıştığı, şimdilerde her yerin Japon turistlerle dolu olmasına karşın yıllar vardır hiç bir yerde çocukları oynarken görmediğim hayatı anlamamızı sağlayan güzel bir oyundu.
Bir süre sonra da hem tek başına her yere koşturmaktan dolayı dillerin bir karış dışarı çıkması hem de takım oyunlarının daha zevkli olması yüzünden, ortada toplanıp başlardık, ''Aldım verdim ben seni yendim'' diyerek ayak oyunlarıyla arkadaşları bölüşmeye. Bazen bir takım diğer takımdan bariz daha güçlü olurdu çünkü bazı iyi topçu çocuklar ayrı takımlarda olmak istemeyip birbirlerinden ayrılmazlardı. O zaman da, aslında sonucu daha başından belli maçlara başlardık ki henüz bilmediğimiz ise, ileride hayatta da böylesine kazananı baştan belirlenmiş mücadelelere gireceğimizdi.
Herkes büyükçe taşlar bulup kendine kale yapar, sonra da adımlarlardı, her iki kale de eşit olsun birbirlerine diye. Eşit olmayanların birazdan başlayacak mücadelesinde, en azından sanki adalet varmış imajı da verilip kaleler ölçüldükten sonra da artık maç başlardı.
Ağaçların arasına kaçan toplarını alan çocuklar maçlarına kaldıkları yerden devam ediyorlarken, kulağıma bir ağlama sesi geldi. Pencereden biraz sarkarak bahçe duvarının dibine baktığımda bir genç kızın ağladığını gördüm. Komşumuz Kolya dayı da tam o sırada bahçesinden sokağa çıkıyordu. Kız yanına yanaştı, uzaklardan kulağıma 'kedi, annem, Moskova, otobüs durağı' sözleri çalındı ama pek anlayamadım.
Ne olduğunu merak ederek önce bahçeye oradan da sokağa yanlarına gittim. Kızcağız Moskova'ya üniversite okumaya gitmiş, doğal olarak orada kedisine bakamayacağı için de giderken annesinin evinde bırakmış, biraz da gönülsüz olarak ''Tamam tamam bakarız'' demesine güvenerek. Haftalar sonra eve bir kaç günlük tatil için geldiğinde bir de bakmış ki kedisi evde değil. Annesinin kedinin her yere tüylerini bırakmasından rahatsız olup en sonunda da dayanamayıp bizim yakınlarımızdaki bir otobüs durağının arkasına bıraktığını öğrenince, bir umut zavallı kediciği aramaya başlamış bulabileceğini düşündüğü yerlerde.
Elinde kedisinin fotoğrafı, durmaksızın ağlıyordu. Görürsek haber vermek üzere telefon numarasını aldım ama muhtemelen o da biliyordu ki aslında annesinin bıraktım dediği yere bırakmamış olabileceğini ve diyelim bırakmış olsa bile otoban kenarına bırakılan bir kedinin hele ki ev kedisinin yaşama ihtimalinin neredeyse hiç olmadığını.
Eve döndüm, bilgisayarımdaki çocukluk fotoğraflarımı açtım. Rusya'dan İzmite, Heybeliada'ya çocukluğuma, o günlere döndüm. Ne kadar da uzaktı ya da ben ne kadar da uzaklara düşmüştüm. Tekrar o günlere dönüp, ne yaparsak yapalım, hangi yollara saparsak sapalım sonuçta bizi İstanbul'a götürecek vapurların yanaştığı iskeleye çıkacağımız günlerin rahatlığı, güven duygusu artık çoktan gerilerde kalmıştı.
Yanlış yollara saptığımızda artık ne yazık ki çocukluğumuzdaki gibi eninde sonunda iskeleye çıkmıyordu yollarımız.
Bir an kendi fotoğraflarımda, kedisini arayan kızın yüzünü görür gibi oldum. Ve işte o an anladım ki aslında kız da biliyordu arayışının, yüreğinde beslediği umutların karşılığını alamayacağını ama aramaktan vazgeçmek de hayatın bitmesiydi. O yüzden aramaya, hatta belki kimi zamanlarda da gözyaşları içinde ancak ne olursa olsun umudunu kaybetmeden devam ediyordu.
Tekrar sokağa çıkıp çocukların arasına karıştım ve topun peşinden koşmaya başladım, hayat devam ediyordu.