Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Mart '11

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Sadece kadına yapılan değil, şiddetin her çeşidine, her zaman karşı çıkmamız lazım

Sadece kadına yapılan değil, şiddetin her çeşidine, her zaman karşı çıkmamız lazım
 

Hayatta en zor şey herhalde insanlarla anlaşabilmek… Oysa düşündüklerimizi açık seçik ifade edebilelim diye Allah bize ne güzel bir konuşma kabiliyeti vermiş. Ve yalanı da yasaklamış ki, kimse kimseyi kandırmasın…

Nedense yaratılışımızın doğal akışına ters olarak, hep aykırı şeyler yapmaya meyyaliz. Bundan daha çok zevk alıyoruz, ya da daha çok eğleniyoruz. Ama sonuçta anlık mutluluklarımız, sürekli bir huzura dönüşmeye yetmiyor.

Şikâyetlerimizin sel gibi çoğalıp taşması bundandır.

*****

Konuşarak anlaşma özelliği, bir bakıma insanı diğer canlılardan ayıran en önemli faktördür. Doğruyu yanlışı hissedebilecek kabiliyette yaratılan insan, ikinci bir tedbir olarak akılla da donatılmıştır. İyiyi kötüden ayırmada aklın insana en doğru yolu göstereceğinde herhalde kimsenin şüphesi yok.

Kendi çabamızla elde ettiğimiz bilgilerin, hayatımızı daha da kolaylaştırmak ve güzelleştirmek için birer basamak teşkil etmesi gerekirken, bilgisini ve aklını başkalarından daha üstün gördüğü noktada bazı insan görünümlü yaratıklar, bunu kendi çıkarları için kullanmaktan çekinmiyorlar.

Sanıyorum her türlü kötülüğün başladığı nokta burasıdır.

*****

Dini yasakların bile insanları yolundan alıkoyamadığı gibi bir kanaat hepimizde mevcuttur. Özellikle, inançlarını kalkan olarak kullananların yaptıkları yanlışlar, hatta insanlık dışı davranışlar, hem daha çok gözümüze batar, hem de bizi derinden yaralar.

Din duygusu, inanç freni, Allah korkusu veya sevgisi, cennet-cehennem etkeni, modern anlayış, insanlık bilinci.. adına ne derseniz deyin, kötülüğü önleyeceğini düşündüğümüz sebepler, samimiyet ve iyi niyetle, daha en baştan kötülüğe adım atılmasını önlemeye yönelik tedbirlerdir.

Yoksa iradesini kötü niyetli bir yaklaşımla, herhangi bir eylem yapmaya planlayan kimseye “dur” diyebilecek bir mekanizma henüz icat edilemedi.

Bu bağlamda ben insanları iyi niyetli ve kötü niyetli olmak üzere ikiye ayırma ihtiyacı duyuyorum.

Genlerinde doğuştan kötülüğe meyyal kromozonları olanlar var mıdır bilemiyorum. Ama kötülüklerin büyük çoğunluğunun ana-baba, çevre, eğitim ve kültür vasıtalarıyla insanlara sonradan yüklendiğini söyleyebilirim.

*****

Duygular, -sonradan edinilse bile-, yeri ve zamanı geldiğinde bir jenaratör gibi, kendiliğinden devreye girerler. Zaten onları “duygu” haline getiren de bu doğal özelliktir.

Eğer akıl ve mantık yoluyla müdahale edebildiğimiz bir güçten bahsediyorsak, o duygusal bir davranış olmaktan çıkar.

İnsandaki ahlâki yapı da böyledir. Sevgi, saygı, acıma, üzülme sevinme gerektiren durumlarda, hiç mantık yürütmeden duygularımız nasıl hemen harekete geçiyorsa, dürüst davranmamız gereken noktada da eğer ahlaki bir donanımımız varsa, yapılması gerekeni anında istem dışı olarak yaparız.

İnsanî ve ahlâkî davranışlarımızın temel göstergesi sevgi ve saygıdır. Kendisine bu duygularla bağlı olduğumuz küçük büyük herhangi bir kimse, yanlış bir hareket yaptığı zaman, sabırla ve soğukkanlılıkla onu düzeltmeye ve doğrusunu anlatmaya gayret ederiz.

Şehrin yabancısı olduğu için yanlışlıkla ters yola girmiş bir sürücünün, hatasını anlayarak özür dilemesi karşısında, onu affettiğimizi anlatmak için kullandığımız “önemli değil” cümlesini ne kadar içtenlikle söyleriz. Gerçekten olayın artık bizim açımızdan bir önemi kalmadığı için onu zihnimizden de siler atarız.

Ama sırf kurnazlık olsun diye kısa yoldan işini görmeye çalışarak ters yolda karşımıza çıkan bir taksiciye karşı davranışımız, hiç de affedici ve yumuşak olmaz. Çünkü işin içinde bir “kötü niyet” vardır.

İnsanlık duygusu ağır basanlar, hata işlediklerinde bunu kendiliğinden fark edebilirler, başkalarının uyarılarına muhatap olduklarında ise bir kat daha mahcup duruma düşerler. Bu güzel meziyetlerden nasibini almayanlarsa, haksız olduklarını fark etmedikleri gibi, hatırlatıldığında da geri adım atmak yerine size üstünlük sağlamaya çalışırlar. Ne ile? Fiziki güçle…

Şiddetin kendini ilk belli ettiği nokta burasıdır.

Akıl dışı, mantık dışı, hatta insanlık dışı da olsa, sahip olduğu fizik gücüyle başkalarına üstünlük sağlayabileceğine inanan kimselerin yaptığı hoyrat davranışa biz şiddet diyoruz.

Sözlükte, sertlik, aşırılık, fazlalık gibi anlamlara gelen kelimenin günlük hayattaki kullanılışını, meseleleri uzlaşma yoluyla değil de kaba kuvvetle halletmeye çalışanların yaptığı eylem ve bunun için kullandıkları yöntem olarak tarif edebiliriz.

*****

Bu tarife göre dayak elbette akla gelen ilk şiddet unsurudur. Özellikle bugün 8 Mart Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla yazılan yazılarda kadınların kocalarından yedikleri dayaklar ve hatta sonu cinayete varan kötü davranışlar, şiddet olarak nitelendirilip lanetlenmektedir.

İnsanların konuşarak anlaşabileceği tezinden yola çıkarak, “sadece konuşup anlaşanlara insan denir” gibi bir sonuca da varabiliriz. Kaba kuvvet, dayak, vurma, öldürme, bir insana başka bir insan tarafından reva görülebilecek davranışlar değildir.

Fakat karı koca arasındaki şiddet boyutuna gelmeden evvel, her insanın bir çocukluk dönemi yaşadığı gerçeğinden hareketle, meseleyi biraz daha gerilere götürmekte yarar vardır.

Geçen gün iki küçük çocuğuyla önümde yürüyen bir anne gördüm. Az sonra çocuklardan birinin mızıklanmasıyla durdular. Ben de o sırada onların yanından geçtim. Anne kızgın bir tavırla çocuklara bir şeyler söylüyordu. O çocukların annelerine bakarken yüzlerindeki ve gözlerindeki ifadeyi görecektiniz…

Nasıl korku dolu donuk bakışlardı anlatamam.

Annenin söyleminde “sevgi” yüklü bir özellik olmadığı gibi, çocukların hal ve tavırlarında da “saygı” hatırlatan bir durum yoktu. Bu şekilde yetişmiş bireylerin evlendiklerinde eşlerine, anne baba olduklarında da çocuklarına karşı davranışı nasıl sevecen, nasıl insanca olabilirdi ki…

*****

Ailede şiddet öncelikle anne babaların çocuklarını tokatlamasıyla başlar. Okul çağına gelinceye kadar ebeveynin uyguladığı şiddet, sonra öğretmen dayağına dönüşür.

Son yıllarda klasik anlayışından taviz vermeyen nadir bazı öğretmenler çıkıyorsa da, eskisi kadar öğretmen dayağının yaygın olmadığını sevinerek belirtmeliyiz. Hatta öğretmenlerin bu tür davranışları artık aileleri bile çileden çıkarmakta ve şikâyetçi olmalarına sebep teşkil etmektedir.

Çıraklık eğitimi alan çocukların işyerinde ustalarından, daha beter kötü muamele gördüğünü bilmeyeniniz yoktur. Hele tamircilik, marangozluk gibi mesleklerde, en ufak bir hatada can yakıcı âletlerle çocuklara nasıl vurulduğunu çok görmüşüzdür.

Sosyal hayata atılmadan önceki son durak askerliktir. Burada da maalesef çavuşlar, onbaşılar, hatta bir gün kıdemli usta askerler, kendilerine yapılan zulmün hıncını almak için bahane aramaktadırlar.

Dayakla yatıp dayakla kalkan genç arkadaşımız evlendiğinde, hayatın sillelerine karşı koyamadığı her durumda, hıncını alabileceği tek mecra olarak fiziken üstünlük kurabildiği eşine ve çocuklarına saldırmaktadır.

*****

Ailede eşine el kaldırmayı alışkanlık haline getirmiş erkekler, sadece eşlerini değil çocuklarını da döven tiplerdir. Hatta bir adım daha ileri gidersek, evinin dışında da geçinmesi güç, problemli, kavgacı ruhlu erkeklerdir.

Çünkü bir insanın birilerine karşı kaba kuvvet kullanırken, diğerlerine karşı anlayışlı davranması beklenilecek bir olay değildir. Sonuç olarak insan ya kabadır, ya naziktir. Bazen öyle bazen böyle olması düşünülemez.

Hepimizin şahit olduğu bütün bu aşamalara rağmen, bir erkeğin eşine karşı kaba davranmasının temel sebebi nedir?

İnsanların istedikleri pek çok şeyi doğal yoldan elde edememesi, sahip olduğu kadarına da razı olamaması şiddeti körükleyen en büyük etkendir.

Ekonomik şartların iyileşmesi halinde, bu sebeple doğan pek çok öfke yatışabileceği gibi, herkesin çalışarak hakkıyla bir şeyler elde edebilmesi mümkün olduğunda, yani gerçek adalet sağlığında, öfkenin haksızlığa uğrama içgüdüsünden kaynaklanan kısmı da doğal olarak azalacaktır.

İnsan gibi yaşamanın erdemine ulaşmış toplumun genel mutluluğu da, bireyleri biraz daha objektif düşünmeye sevkedecek ve agresif hareketlerden uzak tutacaktır.

Unutulmamalıdır ki, dayak öncesi asıl şiddeti meşrulaştıran, kızma, bağırıp çağırma, yüksek sesle konuşma, başkalarına hak tanımama, kendinden başkasını düşünmeme, özgürlük ve eşitlik anlayışına sahip olmama, bunları kabullenmeme gibi davranışlar da, başlı başına şiddet eylemleridir.

Sesinizi biraz yükselttiğinizde, bir tokat attığınızda, bağırıp çağırdığınızda, hakkınız olmadığı halde fazladan bir şeyler elde edebiliyorsanız, bu hayatınızı kolaylaştıracak, güzelleştirecek yöntemlerden biri olarak belleğinizde yer eder.

Bu yapılanın ahlâk dışı, insanlık dışı, hatta yasa dışı bir davranış olduğunu, herkesin eşit hakları bulunduğunu, yasalara uymanın, ahlakî davranmanın da önemli bir meziyet olduğunu tek tek birey olarak içimize sindirebilirsek, toplumun da insanları bu şekilde değerlendirmesini temin etmiş, şiddeti de biraz daha frenlemiş oluruz.

Biyolojik veya psikolojik bir rahatsızlık haline gelmiş istem dışı davranışların gerek tedavisinde, gerek daha sonraki aşamalarında sağlık ve emniyet birimleri daha iyi ve hızlı bir şekilde devreye girerse, adalet mekanizmaları iyi işlerse, şiddeti en az seviyeye indirmek de mümkün hale gelir.

*****

Görüldüğü gibi bireydeki şiddet duygusunu körükleyen pek çok etken vardır. Diğer insanlar, toplum ve yönetim faktörü burada ön plandadır. Oysa bizi yönetenler de, ne yazık ki bizzat şiddetin içindedirler.

Bugün parlamentoda bulunan 4 siyasi partiden ikisi, etnik kökenlerinden dolayı vatandaşların bir kısmına karşı adeta düşmanlık beslemektedir. Çekilen nutuklarda akla mantığa hitap eden olgun ve dolgun cümleler yerine, damarlar şişirilerek sloganlar bağıra çağıra tekrarlanmaktadır. Mecliste vekillerimiz birbirlerinin boğazına sarılmaktadırlar.

Kimi parti mensupları, öteki partiye gönül verenlerin bu ülkede yaşamasından rahatsızlık duymaktadır. Bazı siyasi partilerin sempatizanlarına vebalı gözüyle bakılmakta, onlarla aynı mekânın paylaşılmasından bile rahatsızlık duyulmaktadır.

Sadece bu kadar mı, bir futbol maçı seyretmeye giden seyirciler, sırf başka renklere gönül vermiş diye belki mahallesinden arkadaşı, belki uzaktan akrabası olan insanları doğramayı göze alarak stada döner bıçağıyla gitmektedirler.

Barış mitingi yapan gruplar, ellerindeki özel hazırlanmış sopalarla, polise saldırabilmekte, hiçbir günahı olmayan esnafın camlarını parçalayabilmekte, arabaları yakabilmekte, hatta insanların ölmesine seyirci kalabilmektedir.

Şiddetin toplumsal bir sunum, bir korunma mekanizması, bir kendini ispat etme yöntemi, bir hak arama mücadelesi, bir yaşam biçimi haline dönüştüğü bir toplumda, sırf bugün 8 Mart diye, şiddeti sadece kadınlara uygulanan anormal bir davranışmış gibi gösterirsek, aysbergin suyun altında kalan kısmından hiç haberimiz olmayacak demektir.

Elbette bu, kadınlara uygulanan şiddeti görmezden geldiğimiz, önemsemediğimiz anlamına gelmez. Ancak meseleye genel hatlarıyla bakmakta yarar olduğu asla unutulmamalıdır.

Peki vatandaş olarak biz ne yapacağız?

Her şeyden evvel şiddetin hiçbir problemi çözmeye gücü yetmeyeceğini beynimize nakşedeceğiz. Ve kendimizden başlayarak şiddet içeren en basit eylemden bile uzak duracağız. Öncelikle çoluk çocuğumuza, eşimize, anne babamıza, ailemize, arkadaşlarımıza daha sevecen, daha şefkatli, daha merhametli, daha saygılı olacağız. Problemlerimizi konuşarak çözmeyi deneyeceğiz.

Elbette bütün bunları yapabilmek için herkesin haklarına ve özgürlüklerine saygı duyacağız, bu ülkenin vatandaşı olan herkesin bu ülkede en az bizim kadar “insan gibi” yaşama hakkı olduğunu kabul edeceğiz.

Düşüncelerimizi başkalarına, yıldırarak değil, inandırarak kabul ettirmeye çalışacağız. Varsa yaptığımız yanlışların farkına varacağız, uyarılara kulak asacağız, doğrularımızı iyilikle güzellikle anlatmaya çalışacağız.

Yasal suç olmadıkça sadece bizim hoşumuza gitmiyor diye, başkalarının davranışlarına karışmayacağız, onları rahatsız etmeyeceğiz. Ortada bir suç unsuru varsa cezayı kendimiz vermeye kalkışmayacağız.

Kısacası çağdaş bir insan gibi davranacağız.

Biliyorum, aslında en zor şey bu…

Oysa kendi doğrultumuzda hareket etmek, herkes bana uysun, beni rahat bıraksın, bana karışmasın demek o kadar kolay ki… Zaten şiddeti seçmemizin bir sebebi de bu değil mi?…

Çünkü bu durumda kuralları biz koymuş oluyoruz. Varolan dolambaçlı yolda usûlüne uygun yürümek yerine, dozer gibi önümüze çıkanı devirip dümdüz kendi yolumuzu aça aça gidiyoruz. İşin tuhafı bunun da en doğru yol olduğunu sanıyoruz.

Öyle değil mi?

*****

Bütün vatandaşlarımıza, özellikle de “annelik” gibi kutsal bir özelliği bünyelerinde barındıran kadınlarımıza, şiddetten uzak mutlu ve huzurlu bir hayat diliyorum…

 
Toplam blog
: 859
: 979
Kayıt tarihi
: 21.06.06
 
 

Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu, ekonomik..