- Kategori
- Tarih
Şahsî tarihimdeki 12 Eylül - I

Ölüm ve Korku Günleri
“Ölüm ve Korku Günleri” aslında Kırımlı ünlü yazar Cengiz Dağcı'nın bir eserinin adı. İkinci Dünya Savaşı'nın sürdüğü yıllarda Almanya'nın işgal ettiği Polonya'nın buna direnişi ve bu millî ayaklanmanın çok kanlı bir şekilde bastırılışı anlatan önemli bir roman. Belki bir önemi yazarının da bu savaşı, bizzat (Almanlar'a esir düşmüştür.) yaşamış olmasıdır.
Başlığa bakıp bir eser tanıtacağımı sanmayın. Benim “Ölüm ve Korku Günleri”nden kastım 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi'nin hemen öncesindeki aylar. Öyle günler ki artık “Anadolu Çocukları”nın birbirini kırmalarının kan davası boyutuna geldiği günler. Öyle bir kan davasıdır ki bu “kurşun, ne adres sormak”tadır artık ne de silah tutan eller mâsum (kendilerince) sorumlu, sorumsuz ayrımı yapmaktadır. Hedef belirlediğinin çevresindekiler de aynı sonu yaşar olmuştu. Aynı son, yani öldürülmek…
Bu anlattıklarıma çok net hatırladığım İstanbul MHP İl Başkanı Recep Haşatlı ile henüz bıyıkları terlememiş oğlunun da öldürülmesi ve Tekel ve Gümrük Bakanlığı'na meclis dışından getirilen, gümrüklerdeki her türlü yaşa dışı uygulamayı bıçak gibi kesen MHP Genel Başkan Yardımcısı Gün Sazak'ın hunharca katledilmesidir meselâ. Gün Sazak'ın şehit edilmesinin tarihi de çok mânidardır: 27 Mayıs 1980. Emniyet teşkilâtı, (özellikle Ecevit'in bir büyük hatasıdır bu) siyasî görüşlerine paralel “örgütlenme”sinden sonra görev yapamaz hâle gelmişti. Bunun yanında, daha 26 Aralık 1978'de Kahramanmaraş Olayları'nın patlat vermesiyle uygulamaya sokulan ve giderek il kapsamı genişletilen sıkıyönetime rağmen olaylar dur durak bilmiyordu.
“Biz idareye tam anlamıyla el koyarsak ancak o zaman sıkıyönetim ciddiyete biner. “ gibi bir mantık güdülmüştür âdeta. O yıllarda “sağcı gençler”in (aklı sıra) “sırtını sıvalayan” dönemin başbakanı, (daha sonra yılmaz bir 28 Şubatçı olacaktır) Demirel'in, “11 Eylül 1980'de akan kan, 12 Eylül 1980'de nasıl durdu?” sorusu buna atıftır aslında.
12 Eylül Sabahı
6 Haziran 1980 tarihli yüksek okul diplomamı aldıktan birkaç gün sonra yeşil şehir Bursa'dan ayrıldım. Atanmayı bekliyorum. Bu zaman zarfında, aileme yük olmamak için de bir sebze ve meyve toptancısının yanında kâtiplik yapıyorum. “Kasa”yım daha doğrusu. Akşam üzeri, perakende “mal” verdiğimiz pazarcılardan faturaları tahsil ediyor, işim bitince de bütün paraları bir kese kâğıdına “tıkıyor” eve gidiyor, anneme pek de toplattırmadığım yer yatağının altına koyuyordum para dolu torbayı.
…
12 Eylül 1980 sabahı yine çok erken kalkmıştım. Evdeki rutin işlerden sonra, para dolu kese kâğıdı ve bir okuma kitabını koltuğumun altına sıkıştırıp sokağa çıktım. Evin arkasındaki dar aradan geçerek caddeye çıktım. Sabahın körü henüz. Kimsecikler yok. Ne bir belediye temizlikçisi, ne bir simitçi, ne fabrikalara gitmek için servis bekleyen işçiler ne de açık herhangi bir dükkân var ana caddede. Dalgın dalgın yürürken Jandarma Karakolu'nun bahçesinden gelen bir sesle hem irkildim hem de içimi anlatılmaz bir korku kapladı. Daraldım hatta bir anda.
- Nereye gidiyorsun lan?
“Rütbe”leri Milli Güvenlik Dersi'nde bile (sayfalar dolusu renkli açıklamaya rağmen) ezberleyememiş olan ben, karakol kapısına gelince, elini arkada kavuşturmuş; kısa adımlarla ileri geri adımlar atan, uzuna yakın boydaki “rütbeli” bir asker, sert bir tonla sorusunu tekrarladı:
- Nereye gidiyorsun lan?
- Nereye gideceğim, toptancı dükkânını açacağım, dedim saf saf.
-Hadi ya! Ne satacaksın peki dükkânda, diye alaysı ve sırıtkan bir dille bir soru daha yöneltiyor “rütbeli.”
Ben yine bütün saflığımla cevap veriyorum:
-Ne satacağım, mevsimin son ürünleri ve diğer bölgelerden gelen ilk turfandaları.
Üstüm başım perişan. Üzerimde tutun ki salçalık domates haritası beyaz bir kazak var. İş pantolonu eski mi eski. Ayakkabıların arkasına basmışım ve ayaklarımda çorap yok.
Daha da yaklaşıyor koltuğumun altındaki Mehmet Niyazi Özdemir'in “Bayram Hediyesi” kitabını çekip alıyor. Evirip çeviriyor. Alaysı ve sırıtkan tavrına bir de “diklik” ve “mağrurluk” ekleniyor.
- Kitap da okuyorsun öyle mi?
- Can sıkıntısı işte, işler olmayınca kitaplarla oyalanıyorum.
Bir şeyi nasıl anlatabilirim, sıkıntısında olan biri gibi yerinde kısa bir dönüş yapıyor. Gözlerimin tâ içine bakarak, bunu kalın kafana sok deme noktasındaki bir hâl ile dizlerimin bağını kesen cümleleri fırlatıyor sanki:
- İhtilâl oldu. Türk Silahlı Kuvvetli idareye el koydu. Sokağa çıkma yasağı ilân edildi bu sabah itibariyle… anladın mı?
Boş gözlerle bakıyorum. Sesinin tonuna “emir efekti” yükleyerek sürdürüyor konuşmasını:
-Doğru eve. Git, aç televizyonu TSK'nın bildirilerini ve Hasan Mutlucan'dan kahramanlık türkülerini dinle.
Şaşırıyorum. 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 tarihleri dönüyor kafamda. İnsanlar, olaylar, mahkemeler, asılanlar, hapislikler, işkence görenler, işkence edenler, bir gecede darbecilerin kendi milletinin insanlarının haklarına getirdiği kısıtlamalar, oğullarını bekleyen analar, gidip de dönmeyen oğullar.
En kötüsü de yaygın terör olayları yüzünden raydan çıkan “demokrasiyi rayına oturtmak amacı”yla geldikleri iddia eden darbecilerin kısa zamanda emir komuta zinciri içinde yarattıkları korku imparatorluğu. Ankara'dan yayılan “gri günler”in bütün yurdu kaplaması. Normal insan kategorisinde olan insanların bile taşıdığı “garip endişe”den psikolojileri bozularak anormal davranışlar sergilemesi. Kaos, korku, endişe, güvensizlik, kuşku günleri.
[Dipnot-1: 12 Eylül Darbesi'nden on, on beş gün sonra olmalı; üniversite yıllarında aynı evde kaldığımız Orhangazili bir arkadaşımı ziyarete gitmiştim. Köy sâkin. “Ağız, dil vermeyen” köylüler rızkı temin peşinde. Tarladaki son ürünlerin kaldırıyor, “zeytin”e hazırlık yapıyorlar. Akşamları da kahvelerde toplanıyorlar, ya bir türlü sonu gelmeyen bildirileri dinliyorlar televizyondan, ya da eş dost “okey” oynuyorlar. “İhtilâlin rengi” peşinde, bizim gibi az çok mürekkep yalamış insanlar. Vakte sınır olmayan günler. Bir sabah derin bir yanık kokusuyla kalktım. Odun değildi bu. Giyindim, aşağı indim. “Müştemilat”ı geçerek bahçeye açılan kapıya yöneldim. Evin annesi, Güler Teyze, koca kara kazanı yakmış su ısıtıyordu. Ateşi, altına attığı kuru zeytin dalları ve parçaladığı kitap sayfaları ile “harlatıyordu.” Selâm verdim, yanına çömeldim.
-Güler ana, kolay gelsin. Erkencisin bu sabah yine.
-Ne yapayım? Köylük yerin işi bitmez işte. Çamaşır için su ısıtıyorum.
Gözüm sol yanındaki parça parça edilmiş kitaplara takılıyor. Çoğu “ülkücü kesim”i fikir, kültür ve edebiyat açısından besleyen kitaplar. Kitaplara yöneliyorum. Karıştırıyorum. Elime; parçalanmış, kırmızı kapaklı, Mehmet Âkif Ersoy'un “Safahat” adlı eseri geçiyor.
-Güler ana bunu neden yakıyorsun? Bu “milli marşımız”ın şairinin kitabı…
Kimsenin duymasını istemediği bir şeyi söyleyecek biri gibi gözlerini kısıyor, endişe ve çaresizlik yüklü bir sesle, “yöre şivesi”ne yaslanarak:
- Duymuyon mu, Kenan Paşa her gün söylüyo, her akşam gonuşuyo, “yasak kitap” bile suç demeyo mu? Ben de bulduğum bütün kitapları başımıza, elbette asıl sizin başınıza, bir belâ gelmesin deye atıyom kara kazanın altına, diyor .]
Son söz: Bugün artık 12 Eylül kadrosunun mahkeme önüne çıkarılmasının pek kıymet-i harbiyesi yok aslında. Hayatta kalmış konseyin 5'lisinden 3'ünün yargılanması pratikte pek de mümkün bile değildir. Ama “darbeler”in tekrar yaşanmaması adına “sistem”in içindeki “kafasının estiği zaman” “kafasına göre hareket edenler”e bir balans ayarı yaparak, düşünce olarak yeni bir yapılanma zihniyetinin yolu bulunmalıdır. Ayrıca toplumun “bana göre demokrasi” yerine “herkese göre demokrasi” anlayışı, toplumu meydana getiren fertler tarafından “içselleş”tirilmelidir.