Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Eylül '10

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

SAKLIKENT'TE YÜRÜYÜŞ

SAKLIKENT'TE YÜRÜYÜŞ
 

Saklıkent Kanyonu, Fethiye


Üç arkadaş, iki yıldır Fethiye'de bir villa kiralıyoruz, tatilimizin bir kısmını orda geçiriyoruz. Müthiş doğa güzellikleri olan bir ilçe. Geçen yıl gittiğimizde Ölüdeniz ve Saklıkent'e gitmiştik. Ölüdenizi biliyorduk. Yüzmek ve güneşlenmek için müthiş güzellikte bir sahildi. Amma Saklıkent hakkında hiçbir fikrimiz yoktu. Biz sanıyorduk ki, Saklıkent’te, Kabadokya'daki gibi Romalılardan kalma tarihi eserler göreceğiz filan. Hiç alakası yokmuış. Saklıkent 17km uzunluğunda bir kanyonmuş. Muhtemelen, yalçın dağlar arasından milyonlarca yıl akan suyun dere yatağında oluşturduğu bir kanyon...
Geçen yıl Saklıkent hakkında bir bilgimiz olmadığı için, öğleden sonra ve hazırlıksız gitmiştik. Eşimiz ve çocuklarla beraber ancak bir kilometreye yakın yürüyebilmiştik. Ama üç arkadaş, birgün araç-gereçsiz gidilebilecek yere kadar gitmeye ahtetmiştik. Bu yıl o ahtımızı yerine getirdik.
Saat 12'ye doğru Saklıken’te geldik. Hiç vakit geçirmeden biletlerimizi alıp, kiraladığımız lastik ayakkabılarımız giyerek içeri girdik. Kanyonun girişinde yamaca asılı metal geçitten yürüyerek kanyona indik. Sol tarafta dağın altından ateta fışkıran, insan gövdesi kalınlığındaki buz gibi soğuk sularda serinleyerek, kaynaklardan su içerek kanyona daldık. Toplam 12 kişiydik. Kanyona girmek çok da kolay olmadı. Şiddetli akan suya kapılmamak için el ele tutuyorduk. Taşlar kaygandı. Kiraladığımız lastik ayakkabılar (soğukkuyu) bizi kayıp suya kapılmaktan kurtarıyordu. Yukarı baktığımızda dağların tepesinden onlarca metre, bazı yerlerde yüz metereden fazla derinde olduğumuzu hissediyorduk. Tabii hepimizde bellerimize kadar ıslanmıştık. Beş yüz metre kdar hep birlikte yürüdük. İlerledikce devasa kayalar arasından geçmek, bu kayalara tırmanmak zorunda kalıyor ve bağzı yerlerde belimize kadar su dolu çukurlara gömülüyorduk. Her geçen dakikada yürümek zorlaşıyordu. Eşlerimiz ve yürümeyi göze alamayan cocuklar geri döndüler. Altı kişi yürümeye devam ettik. Bazı yerlerde, kaygan kayalara tırmanmak mümkün olmuyordu. Birbirimize yardım ederek kayaları tırmanıyorduk. Bazı yerlerde kayanın üzerinde olan birilerinden yardım alıyor, veya biz birilerine yardım ediyorduk. İlerledikce kanyon daralıyor, belki yüzlerce yıl önce yukarılardan kopup gelen, kanyonun yamaçlarına asılarak üstünü kapatan devasa kayaların altından geçiyorduk. Bazen kayaların altından sürünerek, bazende iki kayanın arasından ancak bir ınsanın zorla geçebileceği daracık geçitlerden geçiyorduk. Geçen yıldan tecrübemiz olduğundan fotoğraf makinalarımızı yanımıza almıştık. Bu makinaları kayalardan, akan şelalelerden ve belimize kadar gömüldüğümüz su dolu çukurlardan korumakta zorlanıyorduk. Kanyonun girişi ana-baba günü gibi kalabalıktı. İlerledikce kalabalık azalıyordu. Birçok insan yürüyüşten vazgeçip geri dönüyordu. Geri dönenlerden nereye kadar gidebileceğimizi soruyorduk. "Şelaleye kadar." diyorlardı. Gerçi kanyonun içi bir metrelik, bir buçuk metrelik şelalelerle doluydu. Anladık ki, tırmanamayacağımız kadar büyük bir şelaleye ulaşacağız ve geri dönüş başlayacak. Gerilerden gelerek bizi hızla geçen bir gençle orta yaşlı bir kadına rastladık. Giyimlerinden ve konuşmalarından oranın yerlilerinden olduğu anlaşılıyordu. Onlara da sorduk "Ne kadar yürüyebiliriz daha" diye. "Şelaleye yüz metre kaldı, ordan sonrasını tırmanamazsınız, sonrasini proföserler bile malzemelerle tırmanmış" dedi. Şimdiye kadarki tecrübemize göre on dakikalık yolumuz vardı. On dakika kadar daha sularla, çamurlarla ve kayalarla boğuşarak menzile ulaştık. Şelaleyi gördük. Kadınla genç elbiseleriyle selalenin altına girmiş yıkanıyorlardı. Biz şelalanin çevreye saçtığı buz gibi su taneciklerini tenimizde hissettiğimizde, gençle kadın suyun altından çıkıp dönüş yolculuğuna başladılar. "Su çok soğuk" diyerek kadın bizi uyardı. Fotoğraf makinalarımızı kuytu bir yere koyarak biz de sırayla şelalenin altına girdik. Aklanıp paklanarak geri dönüş yolculuğuna başladık.
Tam yola koyulmuştuk ki ilerde bir çatırtı geldi. İrkildik. Yukardan taşlar yuvarlanıyordu. Bizim önümüzde giden kadın korkmuş olduğumuzu anlamış olmalı ki, geri döndü "Kuşlar taş düşürüyor, dikkatli olun" diyerekten bizi uyardı. Gidişte hep tırmanmıştık. Geri dönüşte yokuş aşağı indiğimiz için daha hızlı yol alıyorduk. Saat epey ilerlediği için kanyonun içi çok da kalabalık değildi. Tam ortalara geldiğimizde iki sağlık görevlisi ellerinde sedyeyle hızla ilerliyorlardı. Öğrendikki, ilerde birinin ayağı kırılmış. Bizimkilerin merak edeceğini düşünerek telefon etmek istedik. Fakat ne yazıkki cep telefonu çekmiyordu. Saat altı buçuk gibi girişe geldik. Altı saatlik yürüyüş sona ermişti. Girişteki alanda bizi bekleyen eşlerimiz ve çocuklar bizi görünce rahatladılar. Sedyeyle giden sağlık görevlilerini görünce epeyce korkmuşlar.
İlk defa bir kanyon gördüm ve ilk defa bir kanyonda yürüdüm. Eğer buna benzer bir kanyon bir Avrupa ülkesinde olsa uluslararası merkez bankası gibi çalışır, yılda yüz binlerce turist çeker, ülkeye milyonlarca dolar kazandırır. Ben Eyfel Kulesini de gördüm. Bu kanyon Eyfel Kulesinden çok daha enteresan. Ama biz içerde belki on tane yabancı turist görmedik. Hepsi bizim vatandaşlarımızdı. Yıllarca kum, güneş ve deniz pazarlıyoruz. Saklıkent’i internetten öğrenip gittik. Ama içeriği hakkında birşey bulamadık. Bu gezi bana, bu tür yerlerin profesyenelce pazarlanmadığı izlenimini verdi. Ayrıca bu tür yerlerin tanıtımı iyi yapılsa, ülkemizi daha kaliteli turistlerin ziyaret edeceği de bir gerçek değil mi? Hani hep yakınırız ya "Gelen turist sayısı artıyor ama turizim geliri azalıyor." diye. Kültür turizmi alanında diğer ülkelerden epeyce gerideyiz galiba.
 
Toplam blog
: 30
: 733
Kayıt tarihi
: 11.09.10
 
 

1959 Nevşehir/Ürgüp doğumluyum. 1980 Eskişehir Eğitim Enstitüsü mezunuyum. Türkiye'nin çeşitli yerl..