Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Temmuz '07

 
Kategori
Psikoloji
 

Sancı

Sancı
 

Karanlık hücrenin dört bir köşesinden yükselen garip ve rahatsız edici kokunun, beni sızdığım köşeden kaldıracak kadar kuvvetli olmasına şaşırmış halde doğruldum yerimden... Terden ve tozdan yapış yapış olmuş saçlarımın üzerinde hala gezinen birkaç böceği daha, iğrenerek üzerimden attım ve ezmeye çalıştım. Fakat bu kör karanlıkta değil onları ezmek, kendi uzuvlarımın bile yerini idrak edemiyorum. kapının altından sızan incecik cılız bir aydınlık hariç hiçbir ışık kaynağı yok burada. Devamlı karanlıkla yüzleşmekten zaman kavramı tamamen silinir gibi oluyor zihnimden. Sanki , sanki yokmuş gibi. Ne zamandır burada olduğumu, en son ne zaman yemek verdiklerini, hatta ne için burada olduğumu dahi anımsamak imkansız.Sanki sihirli bir el beni hala canlı tutuyormuş gibi..Sanki beni bir şeylere hazırlıyormuş gibi. Bileklerim kanıyor yine galiba..Kanın o garip kokusunu ve sıcaklığını duyuyorum ve sıçanların bu kokuyu duymamaları için dua ediyorum..Boynumdaki ve bileklerimdeki prangaların şangırtısı hariç kendime ait hiçbir şey yok bu nasıl olduğunu bile bilmediğim hücrede...Ha birde arada sırada böceklerin ayak seslerini ve sıçanların iğrenç çığlıklarını duyuyorum.Ve elbetteki kapının dışından gelen korkunç iniltileri ve feryatları....Cılız sesler bunlar..

Kendimle konuşmayı aylar önce bıraktım. Kabuslarımdan birinde kellem vurulduktan sonra kopan kafamın hala konuştuğunu ve kahkahalar attığını gördüğümden beri.

Güzellik ve iyilik nasıldı. Birisini sevmiştim bir zamanlar. Sevmişmiydim!..Sessiz hücremde eskiye ait insanların annemin, babamın, varsa kardeşlerimin, dostlarımın -sanırım varlardır!-, aşığı olduğum kadının yüzlerini hayal etmeye çabalıyorum, ama imgeler kafamda belirir belirmez kalbim yerinden fırlayacakmış gibi kendimden geçiyorum. Saatlerin tik tak seslerini bile özledim. O kadar uzun zaman oldu ki konuşmayalı, sanki kendi sesimi duyarsam çıldırırım gibi geliyor. Soluk soluğa kaç kez bu hücrede ölümü bekledim.Her kapı açıldığında -ki günlerce gelen olmuyor galiba- gözlerimi olanca kısıp içeri girenin yüzünü görmeye çabalıyorum ama nafile..Ne olduğunu bilmediğim bir şey bırakıyorlar bana yemek için...Ama tadından hiçbir şey ....çıkaramıyorum! İçinden kurtları ......ayıklamıyorum.... artık...

Kafasını duvara çakılmış olan zincirlerden birine şiddetle çarparak olduğu yere yığıldı birden.Alnının kenarından kan sızmaya başladı düştüğü yere ve sıçanlara ziyafet haberciliği etmeye başladı kanın buğusu...Dışında bu cehennemi yaşarken ve o baygınken, hücresinde ve hücresinin dışında olan dayanılmaz süreç devam etmekteydi. O ise, düşünde eski altından bir kumsalda güneşin altında koşarken, dayanılmaz bir meltem vücudunu yalıyordu.Cenneti yaşıyordu.Geçmiş zamanlarından bir anı kırıntısı ruhunu avutmak için bahşedilmiş bu ürkünç tükenişine...İşte şuracıktaki patikadan gidiliyordu mutluluk saçılan evine. Annesi, babası, kardeşleri, kelebekleri ve ateşböcekleri ...Hepsi bu güzelliğin baş aktörleri. Sahile inen patikanın her iki tarafından fışkıran kırmızı ve beyaz güllerin insanın içini taşıran kokusunu hissederek yürüdü. Uzun, huzurlu, sessiz...Ama bu sessizliğe zıt düşen bir şey var.Sahili gözden geçirdi boydan boya. Tam anımsadığı gibi.Yalnız şu tam önündeki cankurtaran kulesini hatırlamıyor.Usulca yürüdü. Kumsalın altın kumlarına batan ayakları...Kulenin yanına ulaştı, fakat kulenin merdivenleri olmadığını fark etti. Birkaç adım daha attı. Şimdi denizin o güzel ılık dalgaları ayaklarına çarpıyor. Başını hafifçe yukarı çevirdi ve gözlerini kapadı.Bir an, ama sadece bir an kendini gerçek hücresinde gördü ve dehşetle gözlerini açtı. Titreyerek ve çırpınarak denize baktı. Kan…..Ucu bucağı gözükmeyen bu kan denizi ve kara kumlar...Yüreğinden, tanrıya ulaşabilmek için çok derin bir yakarış geçti...

Aniden gözlerini açtı..Kafasında dayanılmaz bir acı.Kapının altından içeriye nüfuz eden cılız ışıkta bir göz parladı. İrkilerek aniden toparlandı.Toparlayamadığı düşüncelerinin etkisiyle sersem bir şekilde, sabit bakışlarını parlayan gözden çekmeden öyle kalakaldı. Nedense bu anı daha sonra hatırladığında , düşlerinde uçurumlardan düştüğü zaman ki gibi çaresiz hissettiğini anımsayabilmişti. Zorlukla soluk alıp veriyordu. Burası kesinlikle cehennem olmalı.Yoksa bu dayanılmaz, soluk aldırmaz sıcağın bir açıklaması olabilirmiydi.

Bu küçük parlayan göze dikkatle baktım ve tiksintiyle yere sızan kanımdan faydalanan pis bir sıçan olduğunu gördüm. Buna daha fazla nasıl dayanabilirim.Ahh sadece bir an için bulutları, güneşin parlayışını görsem, o tatlı rüzgarı tekrar hissetsem vücudumda o anın büyüsüyle bu cehenneme yüzyıllarca dayanabilirdim. Fakat bu hayali kurmak bile bir hayli güç. Kafamın içinde dönüp duran savruk düşüncelerin beni bir yere ulaştırması umuduyla yaşamımı sürdürmeye çalışıyorum. Bir parça ışık için neler verirdim. Bir taraftan da ışığı burada düşünmek ürkütüyor beni. Bu hücre ışığa boğulduğunda göreceklerimin beni ne derece etkileyeceğinden korkuyorum. Bu hücrenin kesinlikle karanlık olması gerek. Hatta daha da karanlık olmalı . Mümkün olduğunca karanlık, zifiri karanlık olmalı. İnsan kendi benliğini bile kaybetmeli bu karanlıkta. Hiç bir şeye karşı koyamayacak kadar dirençsiz, sefil ve düşmüş olmalıyım .Aklımı kaçırmış olmalıyım. Bu hücrenin aydınlık olması düşünülemez. Öyle değil mi? Yoksa yine kendimi mi kaybediyorum. Yine çığlıklar geliyor kulaklarıma. Ahh tanrım….Ne olursun bunların gerçek olmadığını düşünebileyim hiç değilse. Benim sıram ne zaman gelecek bilemiyorum. Düşlerimle gerçekte burada yaşadıklarım tamamen birbirine girmeye başladı artık. Artık… kapının sürgüsü açılıyor.Sessiz olmalıyım.ahhah.Nasıl bir delilik bu! Zaten konuşamıyorum, prangalar sebebiyle harekette edemiyorum. Nasıl sessiz olabilirim ki! Lütfen…

Gözlerini tamamen kapadı. Kapının dışına kulak kabarttı. Dışarıdan bir takım homurdanmalar ve bağrışmalar geliyordu. Gerçekten de hücrenin aydınlık halini görmek gibi bir fantezi ürkünçlüğün de ötesinde çıldırtıcıydı. Bu hücreyi biraz tarif etmek gerekiyor sanırım. Şöyle ki ; hücrenin zemini altıgendi. Yaklaşık altı metreye yakın bir yüksekliği var ve ağaç kapı hariç hiçbir çıkışa sahip değildi. Bu hangi zaman kimler tarafından yapıldığı bilinmeyen yapının tavanları anlaşılmaz semboller ve belli bir sistematiğe sahip yazı diyebileceğimiz şekiller içeriyordu.Duvarlardan ikisinde duvara çakılmış metal çıkıntılar bir zamanlar buranın işkence amaçlı da kullanıldığının işaretiydi.Burada kahramanımızın henüz keşfedemediği bir şey daha vardı. Duvarlardan birinin dibinde vücudunun az bir kısmı parçalanmadan kalmış bir insan cesedi uzanıyordu. Zaten sıçanlar ve tanrının diğer yaratıkları ne kahramanımızın kafasından boşalan kana aldırıyor ne de onun herhangi bir yerini kemirmek için can atıyorlardı. Tek düşünceleri etin tadı bozulmadan ve mümkün olduğunca az paylaşarak cesedi tüketmekti. Hücrenin kapısı yaklaşık üç metreye yakındı, kalın meşeden yapılmış ve dışarıdan çift sürgüyle kilitleniyordu.Oldukça ağır bir kapıydı. Kapının hemen dışında ise ana işkence odası vardı. Burası aslında ana salon sayılabilirdi.Oldukça genişti. Buranın tarifini yapmamak daha uygun olacak sanırım.

Kapının ağır sürgüleri çekildi ve değil kulakları içleri gıcıklayan bir sesle ağaç kapı açıldı. İçeri giren kişinin gölgesi üzerine düşüyor, arkasında kalan ışık sebebiyle de hiçbir şey fark etmek mümkün olmuyordu. Anlaşılmaz şeyler söylüyor ve devamlı homurdanıyor.

Bir an içime çok garip bir şüphe düştü. Şöyle ki; eğer bu kişi benim aslında anladığım lisanda şeyler söylüyor da ben anlamıyorsam artık! Bu dehşet bir fikirdi.Olduğum yerde zangır zangır titremeye başladığımı hissettim. Vücudunu zor hareket ettiriyormuş ya da vücudunu rahat hareket ettirmesine engel bir özürü varmış hissi uyandırıyordu bu hantal adam ilk bakışta.Bana doğru iki adım attı ve önümde boğuk sesler çıkaran bir kaç sıçanı tekmeleyerek duvarlara savurdu..Tam önümde durduğu aman, kendimi az evvel ezmeye çalıştığım böceklerden daha çaresiz, daha zavallı hissettim.Bu buruk kopuş düşüncesiyle sersemleşen başımı sağa sola çevirip deliler gibi anlaşılmaz sesler çıkarmaya başladım...İşkencecinin hoşuna gitti sanırım bu halim..ki beni birkaç zaman için garip bir sessiz duruşla bekledi..Kafamı kaldırarak ona bakmak isteği gittikçe kabarıyordu içimde..dimdik, ta gözlerinin içine saplanan bakışlarla, içine işleyen, delen parçalayan, zedeleyen, yıkan bakışlarla bakmak...sonsuzluğa bakmakla eş anlam taşıyor şu an bu düşünce.Kafamda çakan ani hayali düşüncelerle kendimi toparlamaya çalışıyor fakat başaramıyorum. Ona baktığım an gözleri olmayan bir zebaniyle karşılaşırsam...ya da...kafasında beresiyle bir cellatsa bu....kafamı kestikten sonra tek elini saçlarıma gömüp bir taş misali elinde sallayarak kalabalığa hırıltılı çığlıklarla bağıracak ve kolunun olanca gücüyle savurup atacaksa kellemi...neden olmasın...böyle bir yerde herşeyin mümkün olabileceği varsayımının tam karşısında bu izbe yapıda hiçbirşeyin mümkün olamayacağı da pekala düşünülebilir.hem bu ilkinden daha mantıklı olacaktır. Kötülük sınırlıdır.Karşıt düşünce iyiliği temsil etmeye hak kazanırsa daha fazlasını vaat edebilir.Peki bu düşüncenin iyiliği temsil edebileceğine kim karar veriyor! Bizim karar vermediğimiz kesin.Ama ben neler düşünüyorum böyle..Belkide az sonra küçük kesikler açılacak vücuduma ve en dayanılmaz şkencelerin konuğu olacağım bilemediğim bir süreçte ve bilemediğim bir zamana kadar. Hayatımın hür olduğu zamanları hatırlamaya çalışıyorum.Fırtınalı bir gecede ufukta kaybolmuş, görüşten silinmiş ve bulunmak için çabalayan gemiler gibi debeleniyorlar..debelendikçe zihnime daha çok batıp daha çok hissedilmez, bulunmaz oluyorlar. Şimdi daha iyi anlıyorum boşluklarını anı dediğimiz bu hatıra parçalarının.değerliler! Boş bir ova gibi dümdüz bütün zihnim...düşüncelerim ansızın kayboluyor bu ovada. Genişliği ve boşluğunu doldurmam imkansız...anılarıma ihtiyacım var.! Onlar birazda ben değil mi! Ben.varlığı reddediyor tüm benliğim..direnmem belki kendi onurum içindir...hala insan vasıfları barındırıyorum demek. Zihnim aydınlanmaya başlıyor hafif meşrep düşlerle.Uzun süre kullanılmamış bir anı yığınının kapısını açınca zihnimde boğulurum korkusu basıyor.Ya çıldırırsam tamamen? Belki şu an ki halimden daha huzurlu ve daha mutlu hissederim kendimi...huzur ve mutluluk.... hatırlıyorum! evet yalan değil..gerçekten hatırlıyorum...bu hisleri içimde yokladığımda, derin uykusundan uyanan beyaz bir kedi gibi yavaş, sıcak ve usulca hareket ediyor.

İşkenceci beni bir çuval gibi yerimden sürükleyerek dışarı çıkardı.Nedense ağaç kapının dışına bir hayvan gibi sürüklenerek çıkarılırken mutluydum.

Sağımdan solumdan meşaleler akıyor.Öfkeli bağırtılar geliyor etraftan..işkenceci bunlara sinirleniyormuş gibi beni daha hızlı daha hırçın sürüklemeye başlıyor..Bir gün öleceğimi biliyordum tabii ki..fakat bu kadar yakın olmasını ummuyordum...Az sonra hayatım son bulacak belki...gariptir ki bu sona karşı herhangi bir şaşkınlık ve tedirginlik hissetmiyorum..Ne de korku!Sadece bir burukluk...uzun, sessiz, yalnız bir burukluk...gecenin bir vakti evime dönerken ateşböceklerini bir daha göremeyeceğimin bilincinden yayılan burukluk....denizin üstünden sabahın kör vakti yükselen güneşi göremeyeceğimi, sahile vuran dalgaların sesini duyamayacağımı, iskeleden aşağı sarkıttığım çıplak bacaklarımda rüzgarı hissedemeyeceğimi bilmek..tüm bunları bir daha bilmemek, hissetmemek..yapamamak...etrafımdaki dünya idi beni var eden..o olmadan kabuğu olmayan bir salyangoz gibi olacağım belki de..dokunmanın verdiği hazzı daha iyi anlıyorum şimdi...yerde sürüklenirken deliler gibi gözlerimi olanca açıp, ellerimin tüm parmaklarını yerlere yapıştırıp daha fazla hissetmek için çırpınıyorum..tıpkı sürüngenler gibi yapıştırıyorum vücudumu yere...dalıyorum...

Kendime geldiğimde, dehşetin sesi üzerime serpilmeye hazır bir zehir gibi bekliyordu.kendimi daha fazla hazır hisseder oluşumdan dolayı biraz tedirgindim .Kendimi hislerinden arınmış biri olarak bulmanın acılığını gırtlağımda hissederek kendimden bir süreliğine uzaklaştım. Zihnimin bir kafes olduğunu farzedersek, tüm bu var olduğunu yadırgadığım ve yadsıdığım yaşanmışlıklar da kafesin bir parçası demektir. İnsan bu kadar uzun süre ne olduğunu, kim olduğunu ve niye var olduğunu bilmeksizin yaşadığında ortaya çıkan paradoks tüm evrenin bir solukta yok oluşunu dahi açıklayabilecek olgunluğa ulaştırıyor kişiyi. Tüm bu manalarından arınmış fikirler zihnimi saran düşüncelerin ışığında benim tüm hissettiklerimle beraber benden uzaklaşır oluyorlar.Doğaldır ki bu beni korkuların en dirisinin kucağına atıyor.Düşüncelerinin odaklarında kaybolan bir çok kişi gibi, bakıp ta göremediğim bir sürü şeyi şu an tek bir an içinde hissedebiliyorum. Çizginin neresinde duracağını bilemeyen insanlardan mıydım? Yoksa çizginin farkında dahi olamayanlardan mı? Bunu sadece tanrı bilir...

Zihnimi zehirleyen düşünceleri kafamdan kovmaya çalışarak, içsel ve düşsel dünyamdan uzaklaşmak adına bir süre savaşmam gerekti. Kendimi tekrar ilk hücremdeymişim gibi hissediyorum. Fakat bundan emin değilim. Bazan duyularınızla değil de duyumsadıklarınızla hareket etmek istersiniz.İşte aynen öyle...Kendimi belkide ilk hücremde hissetmek istiyorumdur. Belkide çoktandır ölü bir bedene sahip bir ruhum...Ne önemi var sanki! Ben benim ya..Ötesi var mı?

Farzedelim hala soluk alabilenlerdenim; ama böyle ise ne için soluk alabilmenin lezzetini duyumsuyorum anılarımda...Anılarımın arasında bir şeyler keşfediyorum.birşeyler parıldayarak geliyor. Hissedilir olup canlanıyorlar zihnimde . sabırsızlıkla...

Bir süre önce bir dostum vardı. Gerçek bir dost! Ondan önce ölmek isteyeceğiniz bir dost... Yüzünü anımsayamıyorum.belkide anımsamamak benim için çok daha iyidir. Seni seviyorum diye seslenmiştim ona..O da bana! Hatta bir süre –bilemediğim kadar- kan kardeş dahi olmuştuk. Onunla yürüdüğümüz gerçek zamanlarda ayak bastığımız yerler bir buğuyla kaplanır ve peşimizden sürüklenen gölgelerimizi şenlendirirdi. Komik, komik olduğu derecede trajik birer hayatın sahipleriydik..Saçları uzun ve kıvırcıktı ona ilk rastladığımda.daha sonra kısa ve düz!daha daha sonra, ilk karşılaştığımdan daha uzun ve hüzünlü ve seyrek ve az... Hayatlarımızda saçlarımız gibi azalıyor demişti bir zaman önce.Hayatlarımız...Bize ait olduğunu sandığımız hayatlarımız.

Hücremde ki sıçanların artmış olduğunu farkettim. Onlar gibi olduğumu düşündüğümde, insan olmanın hiçbir çekici tarafı kalmıyordu. Çünkü şu an ve durumda üstün olan ve hür olan onlardı. Ve ben daha zavallıydım. Farelerden bile... Şu durumda düşlüyor olmaktan başka umudum yok. Tüm bu yaşadıklarımın, ya da yaşadığımı sandığım anların bir rüya olmasını ummak hariç yüreğimi ısıtacak hiçbir his yok..

II

Gözlerimi açtım! Bakışlarımdan yansıyan, çılgınlar gibi bağırıp çağıran benim gibi insanlardı.Göz kapaklarıma zor söz geçiriyordum. Bir elin üzerinde oturuyor gibi hissediyordum kendimi gözlerim kapalıyken-bir kelebeği öldürmeden korumaya ve onun görünüşünü, büyüsünü izlemeye çalışan bir çift bilge gözün altında, küçük bir el kafesinde-. Gözlerimi her açışımda biraz daha yakın buluyordum kendimi bıçağa. Güneşin bana her zaman ki dostça gülümseyişi bu sefer bıçağın sayesinde gerçekleşiyordu.Güneş artık bana o kadar yabancıydı ki. O’na artık bir hain gözüyle bakıyordum. Her zaman onun sıcaklığı ve sevgisi ile kendimi avutmaya çalışışım bana kendi aldanışım gibi aksetti. Basit bir adam oluşumun verdiği ağır hissi ancak müziğin beni kırbaçlayan ezgilerinde dindirebiliyordum. Bulanık bir zihnin bulanmayan hisleri içinde yelkenlimle geziniyordum. Gözlerimi son kez açtığımda ellerimi ve başımı hareket ettiremediğim garip bir halde buldum kendimi.

Diz çökmüş halde, bir şeyler için yalvarır gibiydim.Bileklerimi ve başımı iki tahta sıkıştırıyor ve mukavemet etmelerini engelliyordu. Bu iş için özel olarak düşünüldükleri belliydi. Ne sebepten burada olduğumu bilmeden böyle bir kısırdöngünün içinde kendimi bulmak pek adaletli gelmesede, bir anlam içermesi umuduyla kendimi zamanın keskin akışına bıraktım. İnsanlar bana öfkeli bakışlarla bakarken neredeyse ağızlarından köpükler saçılırcasına bağrıştıklarını duyuyordum.

Gariptir; o insanlardan hiçbirini tanımıyorum.

Keskin bir vınlama işittiğim en son ses..Kesik bir parıltı gözümün önünde bir şimşek misali anlık parıldamasıyla belirip kayboldu. Uzun bir gürültü her yanımı kapladı ve yalnızlığıma bir nebze daha gömüldüm. Sonrasında hissettiğim yegane şey teklik idi. Uzun bir düşün ardından gelen anı yığınlarıyla boğuşarak geçen, uzun ve yürek parçalayıcı bir yalnızlık üzerime yığıldığında, umutsuz hissettiğim kadar ümitli hissediyordum hala. Alacakaranlığın alacasında hala bir parça ışığı hissedebilmenin hüznünü tatmak ne kadar ağır olabilirse o kadar ağırdı anlar... Bulanarak üzerimden geçen çığlık desteleri düşünmeden devam etmem için beni devamlı bir uyarıya sevkediyorlardı. Senin saçlarında bunun gibi bir zaman için kıymetli olmuştu sanırım. Hiçbir şeyden emin olunamayan zamanların bileşkesini zorlayan bir düşünsel kördüğümün içinde hislerimin keskin tarafını bileyerek varlığımın inandığım tarafını ayakta tutmaya çalışıyordum. Karanlığa gömüldükten sonraki anlar için ne söylenebileceğini bilemiyorum.Fakat mantığını kullanan kişiler için hissedilebilen tek başına ölüm olabilirdi. Ölüm uzun bir düş ya da uzun bir uyku hali değildi.
Ölüm, tek başına ölümün kendisiydi...

 
Toplam blog
: 18
: 440
Kayıt tarihi
: 29.06.07
 
 

1974 İstanbul doğumluyum. Reprodüksiyon alanında çalışıyorum. Deneme ve kısa öyküler üretmeye çalışı..