Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Nisan '18

 
Kategori
Öykü
 

Sandık

Sandık
 

     Yazıp yazıp bir sandığa atıyorum. Sandığın dibi görünmüyor. İçi karanlık, düşme sesi de yok. Elimi daldıracaktım geçen gün ama korktum. Koyu bir karanlıkta sanki hafif parlayan sivri bir diş miydi, bir an sadece bir an parladı ve yok oldu. Korktum, geri çekildim hemen. Sandık elime nasıl geçti derseniz. Evi satın aldığım gün odalardan birindeydi.

‘’İyi de sıfır ev bu kardeşim ne işi var bunun burada’’, dedim.

 ‘’İşçilerden birinindir mutlaka abi’’dedi evi gezdiren emlakçı. ‘’Çıkartırız sorun değil’’.  Sırıttı,’’ev sıfır yani sıkıntı yok’’ dedi. 

Üzerinde silindi silinecek bir Şahmeran resmi vardı. 

Mardin'de her yerde görmüştüm Şahmeran'ı. En son elim içinde küçük bir Şahmeran resmi olan porselen bir çay tabağına gitmişti. Almakla almamak arasında tereddüt etmiş, yılan kadının incecik detaylarla çizilen pullu vücudunu dakikalar boyu seyretmiştim. Son anda ne olduysa vazgeçip bırakmıştım tabağı. 

Çok değil iki hafta sonra işte burada yine karşımdaydı. 

‘’Abi eve mi alıcısın bu sandığa mı?‘’ diye bu kez ne iş der gibi baktı adam yüzüme.

Her soruya cevap vermek anlamsızlığı bana gülünç geldiğinden;

‘’Bu kalsın burada buna dokunmayın’’ dedim.

‘’Evi alırsam bunu da isterim.’’ 

‘’Tamam, abi, hele biz anlaşalım da istediğin bu olsun’’. Sonra ekledi.

‘’Ben baktım daha önce içine içi boş öyle bırakılıp unutuldu demek ki, ganimet falan var sanıyorsan yok abi’’.

Fazla uzatmadan evin diğer odalarını dolaştım. En sona içinden belki de hiç çıkmayacağı pek de büyük olmayan balkonunu bırakmıştım. Evin tek balkonuydu. Az uzansam gövdesine dokunacağım  kalın gövdeli bir kavak ağacı yükseliyordu. Yaprakları yanıp sönen ışıklar gibi güneşle oynuyor,  sıcak, çocuksu bir gülme tutturmuşçasına beni de oyuna davet ediyordu. 

Yeni yapılan bu apartmana daha önceki bahçeli evden kalan bir hatıraydı anlaşılan. Kesmeye kıyamamış kenar dekoru süsü gibi boy vermesine izin vermişlerdi herhalde.

’Sırf bunun için bile alınır’’ dedim, adama.

Dönüp , ‘’Ya manzara güzel önü kapanmaz bu evin’’ dedi. 

‘’Yok, ben o kadar ileri gitmedim bakarken, şunu diyorum şu kavağı nasıl da huzur verici’’.

’O mu?’’ dedi ve devam etti.

‘’Deli bir işçi tutturmuş kesilmesin, ağlamış, sızlamış yalvarmış. Acımış müteahhit haline de son anda projeye dahil edilmiş ama bunun yüzünden bu katın satıldığını öğrenirse vay anası der herhalde, bizim işçiye bak sen onunla aynı kafada insanlar var ha!’’

Yine pis bir gülüş koydu ortaya adam  kavağın yapraklarındaki hışırtı alıp hızla uzaklaştırdı sanki o fütursuz kalabalığı.

‘’Pardon abi’’ dedi, ‘’Ben öyle tuzsuz konuşurum bazen’’.

‘’İyi’’ dedim, ‘’Bu evi alıyorum’’.

 

    Taşınmayı ağırdan alırım diye hesap etmiştim. Ama içimden bir dürtü rahat koymuyordu beni. Hep öyle değil miydi?

Bekleyemiyor, planladığım gibi gitmiyordu hiç bir şey.

Tez canlı desem değildim. Sadece huzursuzdum. Belki bel bağlamaktı benim ki, evet hep bir bilinmeze bel bağlamak. Bu evi bile o yüzden almış olabilirdim. Yeni, yabancı bir umuda tutunmaya ihtiyacımı bu duvarların arasında arayacaktım. Orayı eskitene umudumu yitirene kadar.

Böylelikle bir kaç gün içinde taşındım.

Bütün eşyalar, koliler taşındıktan sonra evin bir an evvel eşyalarla dolmasını istemediğimden taşınmada gerçekleştiremediğim ağırkanlılığı yerleştirmede uygulamaya karar verdim.

Açmadım hiç birini.

Kapalı eşyalar arasında süzülüp giderek yaşarım dedim biraz daha. 

Balkona küçük bir kahve masası ve bir koltuk yerleştirdim. Kahve makinasını boş mutfak tezgâhına, kanepelerden birine sarılan battaniyeyi söküp onu da salona camın önüne. 

Hepi topu bu kadar eşya bir insanın yaşaması için yeter ve artar geldi. 

Sadece gerekli olanların dışında öteki tüm eşyaları açılmadan ikinci el eşya alan birine verdim. Neyse ki, tüm kutulara içindekileri etraflıca yazmıştım. Böylece açılmayı bekleyen çok az eşya kalmıştı. 

Bir gece hiç durmadan hepsini açıp yerleştirdim. Sonuçta hemen hemen boş bir evde ama tamamen bana yetecek kadar eşyayla yaşamaya başladım.

Kavak?

İşten çıkıp geldiğimde nazlı bir gelin gibi hafif hışırtısı, süzülüp duran yaprakları, rahatlatan serinliğiyle beni bekliyor oluyordu.

Sandık?

Sahi sandığı unutmuş gibiydim.

Aslında onunla ne yapacağıma karar verememiştim.

Akşamları kahve masası diye aldığım balkondaki masa bir kaç gösterişsiz değişiklikle çilingir masasına dönüşüyordu. Tabakta kuruyup kalmış meze demeye bin şahit isteyen peynir, kavun, bir kaç çeşit kuruyemişle demlenip öykü yazıyordum.

Niye mi?

Bilmem, şu umuda bel bağlamaktı benimkisi galiba.

Yarattığım bir adamın paltosuna tutunmak, bir kadının efsunlu gözlerinden medet ummak, bir çocuğun gülüşüne saklanmak.

Kısacası insan yaratıyordum kendime.

Bana boyun eğen, itaat eden, sözümden dışarı çıkmayan insanlar.

İşte o insanları yazdıkça o karanlık sandığa atmaya başladım öyküleri.

Bu ben de bir oyuna dönüşmeye başlamıştı.

Her akşam aynı masa kurulup, kendimden geçercesine yazıp kâğıdı katlayıp kıvırıp sandığa koşup atmak.

Böylece öyküleri birbirine karıştırıyor, insanları üst üste yığıyor, bana boyun eğen kahramanları bir de sandığa kilitliyordum.

Sonra üstündeki Şahmeran'a bakıp, ‘’Yılanların şahı diyordum içindeki her şey emrine amadedir’’.

Yine böyle bir akşam iki tek atıp kavağın yapraklarındaki serinliğe kendimi bırakmışken kapının zili çalmaya başladı.

Yerimden kalkıp ta kapıyı açmaya hiç niyetim yoktu. Bir iki çalar gider dedim.

Ben bekledikçe kapı yıkılırcasına çalmaya devam etti. Mecburen açmaya gittim.

Ufak tefek kapkara bir adam nefes nefese bozuk Türkçesiyle konuşmaya başladı.

‘’Begim, balkonun işşıgını görünce kapiyi ısrarlı çaldım, kusura bakma.’’

‘’Ne var, ne istiyorsun?’’ dedim adama yarı ayık kafayla.

‘’Benim bir emanetim sendedir. Onu almaya gelmişem.’’

‘’Ne emaneti?’’

‘’Sandığım begim’’

‘’Sandık mı?’’

‘’He, sordum emlakçıya dedi o adam kalsın dedi, git bak hala evdeyse git al.’’

‘’Nereden geldin sen?’’

‘’Mardin'den sırf bunun için geldim begim, unutmuşum giderken, geldim ki götürem.’’

‘’İyi de boş bir sandık, üstelik eski değer mi onca yola onun için?’’

‘’Değer begim. Ben ondan hiç ayrılmamışım ki, şimdi ayrılam. Askere bile onunla gittim. Ne diller döktüm komutanıma. O da bizim oraliydi şans. Dedi tamam Şehmus kalsın. Birlikte terhis olun.’’

Adamı içeri buyur etmek ancak aklıma geldi.

‘’Gel gir de, öyle konuşalım’’ dedim.

’Yok, begim’’ dedi, ‘’Hele sen ver ki ben gidem biletimi almışım gecikmeyem.’’

‘’Yok dedim o kadar kolay değil. Benim de o sandıktan ayrılmam artık öyle kolay değil. İçinde önemli evraklarım var. Hem sordum ettim. Üstelik uzun süre bekledim. Sahibi çıkmayınca benim oldu artık.‘’

‘’Yapma begim!. Ben gidem memlekete bizim orda ondan çok yapılır sana aynısından getiririm.’’

‘’Eh, iyi ya madem çok yapılır sen var git memlekete aynısından al.’’ 

    Birden o ufak tefek adam şişip kabarmaya  tehlike anında korkunç bir hayvana kafa tutabilecek kadar irileşen bir horoz edasıyla üzerime doğru gelmeye başladı. 

‘’Begim ben bebekken o sandığa atmışlar beni ölüme terk etmişler. Tam iki gün içinde kalmışım. Ama üzerindeki Şahmeran emzirmiş beni, korumuş, sesimi duyurtmuş. İki gün sonra aynı sandığın yanından geçen yaşlı bir kadın bakmış olduğu yerde durur sandık kimse almamış, gelip bakmış ki içinde ağlayan bir bebek. Alıp beni sandıkla birlikte evine götürmüş. Kimim kimsem çıkmayınca bana analık etmiş. O sandık benim beşiğim olmuş, yoldaşım, sığınağım. Canımı veririm onu vermem. Şimdi getir sandığımı yoksa pişman olursun.’’

Anlattığı hikâye beni alıp Mardin'e Şahmeranların arasında gezindiğim o güne götürmüştü.

‘’İnanırım dedim, iki gün boyunca o korumuştur seni.’’ 

İçeri sandığı almaya gittim. Daha önce hiç tutup kaldırmamış, yerini bile değiştirmemiştim sandığın. Bir hayli ağırdı.

Zorlanarak da olsa sandığı tutup adamın ayaklarının önüne koydum.

‘’Al’’, dedim ‘’Buyur’’. ‘’Yalnız içinde kâğıtlarım var. Onları bana ver. Sandık senindir.’’

Adam eğilip kilidi açtı. Elini o zifiri karanlığın içine soktu. İçinden porselen bir çay altlığı çıkardı. 

‘’Al begim’’, dedi. ‘’Kâğıt mağıt yoktur.’

Elime porseleni tutuşturup sandığı yüklenip gitti.

Ellerim titreyerek porselen çay tabağına baktım. Üzerindeki Şahmeran gözlerini dikmiş bana bakıyordu.

 

 

 
Toplam blog
: 110
: 1076
Kayıt tarihi
: 26.05.14
 
 

Dünyanın kirletemediği bir lotus... ..