Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Kasım '08

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Sapanca Günlüğü: Masadakiler Türkiye'nin bir resmi gibiydi.

Sapanca Günlüğü: Masadakiler Türkiye'nin bir resmi gibiydi.
 

Fırtınalı bir gecede Sapanca’nın Kırkpınar ilçesinde


Bahçede telaş sürüyordu. Kalbimin çarpışının dışarıdan duyulmasından ödüm kopuyordu. Çocuktuk, aynı sokaktan komşularımızın kızının, bahçede yapılan kına gecesine erkekliğimizin ilk gösterisi, ritüeli kapsamında çocukluk arkadaşlarımızla birlikte gidiyorduk. Kızlarla oynadığımız yakan top ve diğer oyunlar, bakımlı besili topraklarda farklı sürgünler, filizler vermeye başlamıştı. Kızlar, gönlümüzde başka biçimlerde yer etmeye, aramızda beğeni tartışmaları olmaya başlamıştı.

Kına evinde kadınlar korosu, kına yakılan Hatice için birkaç tef eşliğinde havayı neredeyse patlamaya hazır yağmur bulutlarına benzer şekilde gözyaşlarının akmasına hazır hale getirmişti.

“Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar
Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler”

Türkülerin ifade ettiği özlem bana, muhacirliğimizin, kendi topraklarımda bile misafir sayılmamın ezgilere dönüşmüş isyanlarını ve duygularını hatırlatır. Hasretlerin, ezgilerin henüz gruplara paylaştırılmadığı, herkese açık olduğu o günlerde bahçede veya evde toplanmış topluluğun kökenleri, inançları ve düşünceleri, topluluğun bir araya gelmesinde bir engel teşkil etmezdi. Bu günleri bekleyen bizlerde bu dinamik resmin, kaynaşmış insanların, belki de ebrunun tadını çıkarırdık.

Onlarca yıl sonra inanç, düşünce ve kökenlerin artık bir ayrımcılık unsuru haline geldiği bugün birarada yaşanan o günleri görmüş birisi olarak içimde bir eziklik, sıkıntı alır başını gider.

Fırtınalı bir gecede Sapanca’nın Kırkpınar ilçesinde "Tiryaki" ocakbaşına güzel bir gece geçirmek için gelmiş topluluğu oluşturan insanlar, masanın çevresine dizildikleri anda aklımdan o kaynaşmış, ayrımcılığın henüz uğramadığı, birlikte eğlendiğimiz, üzüldüğümüz ve birarada olduğumuz topluluk ve biraradalık gelmişti.

O masanın çevresine sıralananlar Türkiye’nin her yerinden değişik nedenlerle gelmiş değişik köken, inanç ve düşünceden insanlar uzun süredir KamCa değerleri tarafından yeniden seslendirilen bir “Açık Yaşam Deneyimleri” nin içinde yer alıyorlardı. Bu resmi tamamlayan şey de bölgelerine özgü yemeklerin, çalışanların ve sahibinin gelenek ve göreneklerini özgürce yaşayabilecekleri ve yaşamlarını sürdürebilecekleri bir mekana sahip oldukları gerçeğiydi.

Rüzgarın savurduğu yağmur camlara vururken o gece bir sese, şarkıya ihtiyacımın doğurduğu bir istekle Sabri’ye doğru eğilerek “Sen şimdi çok da güzel şarkı da söylersin” deyiverdim. Bu özelliğinin bilinmesinin verdiği şaşkınlıkla kilitlenen Sabri bana nereden biliyorsun gibi bakarken, ben oltaya takılan avını çekmekle meşgul amatör balıkçı gibi keyifliydim.

Sabri, naza niyaza getirmeden –en güzel özelliklerinden birisi- devamında çok ta şaşıracağım güzellikte sesiyle şarkıya girmişti bile.

“Avuçlarımda hâlâ sıcaklığın var, inan
"Unuttum" dese dilim, yalan, billâhi yalan
Hasretindir içimde hep alev alev yanan
"Unuttum" dese dilim, yalan, billâhi yalan”

Sözcükler ritme ve şarkının nağmelerine dönüştüğünde masayı bir baştan diğer başa sarmakla kalmamış, diğer masaları da içine alan bir hortuma dönüşmüştü sanki. Nedeni ne olursa olsun bir araya gelmiş toplulukların tutkalıydı bu ezgiler. Türk sanat müziği, coğrafyamızın biraz da üvey evlat muamelesi gören değeri olarak bizler içine almakta gecikmedi.

“Dönülmez akşamın ufkundayız vakit çok geç
Bu son fasıldır ey ömrüm nasıl geçersen geç
Cihana bir daha gelmek hayal edilse bile
Avunmak istemeyiz böyle bir teselliyle “

İstekler biribirini kovalarken Sabri, mütevaziliğinin, arkadaşlığın değerini iyi bilen bir insan, baba ve dost olarak girdiği grubumuzdaki yıldız eksiğini hissetmiş gibi parlamış, hepimizin iliklerine kadar ezgiler olarak işleyivermişti. Bu işin şarkılarda kalmayacağı, devreye çalışanlardan birinin masamıza gelerek Zeki isimli ocakçının Urfa sıra geceleri türküleri bilgisini vermesiyle belli olduğunda Sabri çoktan bir urfa türküsünün ilk dizelerine geçmişti bile.

“Ağlama yar ağlama
Mavi yazma bağlama
Giderem tez gelirem
Ele gönül bağlama”

Orada bulunan herkes, masada sıralanmış güzel yemek, mezeler, bira ve rakı eşliğinde fırtınanın tavanda çıkardığı seslere aldırmadan bu güzel fasıl grubunun üyesi olmuştu bile. Her şarkı bir sonrasına devrilirken şişeler ve gönüllerdeki birikmiş sıkıntılar dökülmeye ve bizden uzaklaşmaya başlamıştı. O anlarda herkes büyünün ne olduğunu içtenlikle hissetmiş olmalı. Gazeller, türküler şarkılar küçücük ocakbaşını fırtınadan çok daha şiddetli biçimde sallıyor, atmosferi duyguların hortumuna çevirip herkesi diledikleri, gönüllerinden geçtiği kadar yüksekliğe çıkarıyordu.

Fırtınanın etkisiyle sönen ampüllerin yerini alan mumlar müziğimizin en önemli ağıtlarından birininde dudaklardan dökülmesine aracı oldu. Lambada titreyen alevin üşüdüğünü hissedecek kadar içtenlikli aşkların temsilcileri, yaşadıkları coğrafyaya nice güzel, sonsuz aşk hikayelerini sunmuşlardı.

“Yar Deyince Kalem Elden Düşüyor,
Gözlerim Görmüyor Aklim Şaşıyor Şaşıyor.
Lambada Titreyen Alev Üşüyor Üşüyor,
Aşk Kâğıda Yazılmıyor Mihriban Sevdiğim Mihriban.”

Gece ilerleyip şişeler boşaldıkça, mum ışıkları yorgun düşen nefeslerle birlikte titremeye yüz tutmuştu. Taci’nin tarafından damlama, ıslaklık gibi sesler duyulmaya başladı. Gerçekten de tavandan yağmur suyu damlamaya başlamıştı. Masalardaki yemekler dolup boşalan bardaklara sadece eşlik etmek için oradaydılar artık. Masaya düşen damlalar öncelikle bir pet şişeye akması için çabalandı. Damlalar boşalan pet şişeyi yağmur suyuyla doldurmaya başladığında Sabri, iki yanında oturan iki güzel kız Ezgi ve Müberra tarafından sıkıştırılmaya başlanmıştı.

“İşte bir sabah uyandığımda
Çav Bella Çav Bella
Çav Bella Çav, çav, çav
Elleri bağlanmış bulduğum yurdumun”
Her yanı işgal altında
Sen ey partizan beni de götür
Çav bella çav
Beni de götür dağlarınıza”

Düşüncelerimin yıllara göre değişen akışında bu topraklardan fışkıran her şeyi çok ama çok sevdim, başımın üzerinde yer verdim. Zevkle dinlemediklerimi bile kutsadım, zarar görmemesi, yaşaması için dua ettim. Her şey ihtiyaç olmaktan çıktığında zaten yaşamımızdan da çıkacaktır diye düşündüm. Şarkılardan, ezgilerden düşünce, duruş üretilemeyeceğine, onların sadece sevilmesi gerektiğine inandım. Şairin “şarkıların bütün dillerdeki meramı bir” sözleri beni yerel değerlerimden aldı, evrensel yolculuklara doğru kanatları üzerinde gezdirdi, sonuç olarak hayat felsefemi belirleyen en önemli ilke oldu.

Sokaklarda, mitinglerde, sorguda ve hapiste “mehter marşı”nı da, “Çırpınırdı Karadeniz”’i de, bir mayıs marşını da, Ruhi Su’nun ezgilerini, “Çanakkale Destanı”nı, , “Enternasyonali”, “Çav Bela”’yı kısacası tümünü içtenlikle sevdim. Sıkıştığım, iç kalelerimin yıkıldığı, direncimin tükendiği anlarda bir şiir dizesi, onların şarkılara, türkülere, marşlara dönüşmüş halleri beni yeniden hayata ve yaşama döndürmekte aracı oldu.

İşte fırtınanın her şeyi kendi düzenine sokmak için allak bullak ettiği o gece, masada her şey bir düzen, sevgi ve kabul içinde yaşanıyordu. Haluk Hoca, tık demeden bütün geceyi sandalyesinde zaman zaman uyuklama pahasına geçirerek herkese ne kadar saygılı olduğunu gösterdi. Taci, yaşamışlığının bütün hünerlerini siparişlerde, damlayan yağmur suları ile mücadelede ve masaya getirdiği olgunluğa yansıttı.

Ezgi, yaratıcılık özelliklerinin gözlerine verdiği ışıltıyı herkese cömertçe sunarak masanın heyecanına keyfine kendini kattı. Arzu, bir Trakyalı için sürpriz olmayacak şekilde keyif ve uyumun dalgalarında gezindi. Şule, gecenin her anında tecrübeleri ve sohbetleri ile kendi ağır yaşam koşulları ve mesleğinin zorluklarını aşmada gösterdiği hüneri masaya da taşıdı. 1999 depreminde yardımında koştuğu Sapanca’nın bu özel gecesinde karmaşık duygularını bizimle paylaştı, ne kadar güzel bir dost, arkadaş kazandığımızı hep hissettirdi bize.

Haluk Hoca, aramızda en “genç ruhta” gezinerek hoşgörü ve kabul simgesine dönüştü. Fethi, hiç tanımadığı ve ilk kez katıldığı ortamda sessiz hoşgörü örneğinin temsilcisi oldu. Elvan, tanıdığım en özel insanlardan biri olarak şu an bahsederken bile içimde kıpır kıpır akan esnekliğin, güzelliğin ve içtenliğin simgesi oldu. Ne güzel bir insansın sen sevgili Elvan, umarım topluluk içinde uzun yıllar, gülüşün ve hoşgörün bizimle birlikte yaşar.

Gürsel için bilmem bir şey söylemeye gerek var mı? Onu tanıyan herkes onun oluşturduğu güven atmosferinde nasıl keyifle yaşandığını bilir. Sabırlı, disiplinli bir yol arkadaşı. KamCa Topluluğunun benimle birlikte diğer kurucusu, bir gün bile aykırı düşmeden geçirdiğimiz bir buçuk yılın sonunda artık KamCa Topluluğunun tek sorumlusu, ona bu toplulukta danışman olmaktan, birlikte çalışmaktan doğan keyfimi belirtiyorum o kadar. KamCa bu yıl onunla “Açık Yaşam Deneyimlerinde” önemli yollar kat edeceğine inanıyorum.

Müberra, geldiği günden bu yana özel insan, grubun dinamiğine çok şeyler katıyor ve katmaya devam edeceğine inanıyorum.

Gece ilerledikçe yorgun düşen bedenlerimiz çalışanların da katkısıyla defalarca yeniden dirildi, ayağa kalktı, söyledi. Bir şeyi bir türlü çözemedik. Ocakçı Zeki’nin söylemediği “Fukara” türküsünün ne olduğu. Bizi her fırsatta oyaladı, koca bir tepsi künefeyi ocağın başında kızarmaşı için çevirirken bile bize bakıp hınzırca gülümsüyordu. “Ezgi'nin, bir tatlıda peynirin ne işi var?” sorusu da en az varoluş sorusu kadar sonsuza dek cevapsız kalacağa benziyor.

Misafirperver sahipler tarafından Çok makul denebilecek gelen hesap, herkesin keyfini artırdı. Sabri, gösterdiği performansın karşılığı olarak tekrar davet edildi, tabi grupta. Bir sonraki seferde önceden hazırlık ta yapılacağı sözü verildi. “Grubun eğlencesinden çok etkilendik, çok keyifli ve güzeldi” diyerek hepimizin onurunu okşadılar.

Yağmur artık hafiflemişti. İçilen kahveler ardından kendimizi dışarıya bıraktık, tertemiz bir orman havası kendimize gelmemizi sağladı. Ne güzel bir gece, sağa sola savrulmuş her şeye rağmen ne güzel bir doğa, iyi ki buradayız, iyi ki dostlarla.

O gece sorunsuz şekilde sosyal tesislere döndük. Tek sorunumuz Gürsel’in sabah yedide herkes yoga için kalkacak sözleri oldu. Saat üç, kalkış saati yedi. Bu bir kabus muydu acaba diye düşündüm. Neyse pazarlıkla saati dokuza kadar uzattık. Gece boyunca kesintisiz bir uyku uyudum. Sabri erkenden kalkarak sabah yapılacak şeyin adını düşünmeye başlamış ama bir türlü aklına gelmemiş.

Kahvaltı sonrası dere kıyısında yapılan yoga çalışmasına katıldım. Bedenimi spordan uzak tutmakla, ne hissettiğime, ne kaybettiğime konsantre oldum. Yumuşatıcı beden hareketlerinin sadece yirmi dakika sürdüğünü belirten Gürsel’in güzel sözlerinin kandırmacasına gelmeyeceğim. Kaslarımı bugünkü alıştıkları formlarından daha yeni formlara dönüştürmeyeceğim.

Spor bedenimin mutlaka ve elzem ihtiyacı olduğuna inanmadım, bedenimi de inandırmadım. Yüksek oranda beyinsel ve zihinsel uygulamalarla çalışan herkes gibi bedenimde oluşan bütün kalorileri yakıyorum. Düzenli ve sadece bedenimin ihtiyaçları kadar yiyorum. Bütün gıdaları dengeli tüketiyorum, yiyecek ayırmıyorum. Kısacası spor endüstrisinin tutsaklarından biri olmayacağım. Bu benim kişisel alanım, herkesin başka düşünmesine ise aldırmıyorum.

Yoganın sonunda Müberra’nın uygulattığı ağaçların enerjisi ile bütünleşme çalışmasına da bütün kalbimle katıldım, haz duydum. Oldum olası doğanın parça parça elemanlarını en az doğa kadar sevdim. Ağaçlar çocukluğumdan beri doğada en karakterli, kendime en yakın bulduğum varlıklar. Favori ağacımda iğde ve akasya.

Bütün arkadaşlar dere kıyısında gerçekleşen bu uyum çalışması ile ciğerlerine kat kat temiz hava doldurdular. Ciğerlerimin şaşkınlığa uğramasına şaşmamalı.

Yoga sonrasında salona çıkarak Haluk Hoca tarafından Türkmenistan’da 2001 de çalışmaları başlayan kazının belgeselini seyrettik. Almanca olan film Şule ve Haluk Hoca tarafından anında bize çevrildi. Şule’ye değerli katkıları, Haluk Hocaya yorumları için minnettarız. Çok etkilendim. Bu konuyla ilgili olarak önümüzdeki toplantıda da ele alındıktan sonra genişçe yazmayı düşüncelerimi belirtmeyi planlıyorum.

Gösterim sonrası dönüş zamanı yaklaşmıştı. Başından beri Kiremitte alabalık yiyerek dönmeyi planladığımız için Sapanca’nın biraz üzerinde yer alan tepelere doğru tırmanarak uzun sayılabilecek bir yolculuktan sonra İstanbuldere denilen restauranta ulaştık. Doğal dağ manzarası ve ahşap bir yapı, doğal mini çağlayanlar arasındaki bu mekan çeşitleri, ekstraları ve makul fiatı ile herkes tarafından beğenildi.

Orada ve çıkışta bol bol fotoğraf çektirdik. Ayrılırken oluşan hüzünlü tablolara ise aldırmadık. Elvan ve Fethi sosyal tesislerde ayrılmışlardı. Şule, Taci ve Ezgi Ankara’ya, Arzu ve Müberra bir arabada bizde Gürsel’in arabasında Haluk Hoca, Sabri ve ben bu keyifli hafta sonunun yorgunluğu ile İstanbul’a, özlediğim güzelliğe doğru yola çıktık.

Bu keyifli hafta sonu için emeği geçen herkese teşekkürlerimle.


30-11-2008
İstanbul

Gezi fotoğrafları ve video:

http://picasaweb.google.com.tr/s.Empati/Sapanca_kamCa_KasM2008#

Mekan Bilgileri
http://www.istanbuldere.net/

Tiryaki Kuzu ve Kebap
0264 592 03 73 Kırkpınar sapanca

Gölevi
Kırkpınar Beldesi Sapanca
Tel : 0 264 592 15 49
 
Toplam blog
: 202
: 994
Kayıt tarihi
: 29.06.07
 
 

Sosyal medya danışmanı, grafik tasarımcı.  ..