Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Kasım '10

 
Kategori
Anılar
 

Savaş ve Barış ( 2 )

Savaş ve Barış ( 2 )
 

Yüreğin gülümsemesini her yürekli duyar!


Tam olarak neler yapabileceğimi bilemeden, orta birinci sınıfın (6-A’nın) kapısını açtım ve içeri girdim. İkisi kız dördü erkek, tam altı tane öğrenci vardı sınıfta. Ya da benim sınıf gibi hayal ettiğim yerde. Şaşırdım! Herkes ayaktaydı ve benim (öğretmen olmam gereken, “benim”) onları sıralarına oturtabilmem, bir on dakikama mal oldu. Öğrencilerimle ilgili(onların, öğrenci olması gerekiyordu) ikinci şaşkınlığım; boyları ve hemen ardından yaşları konusunda oldu… Orta birdiler ama on dört, on beş yaşlarında görünüyorlardı. Belki, içinde yaşı on altı olan bile vardı. Yaşlarına göre iki erkek öğrencinin boylarının oldukça kısa (ilkokul dördüncü sınıf öğrencisi gibi) diğer iki erkekle kızların boylarının uzun, bedenlerinin iri olması ise oldukça ilginçti.

Bir süre sonra onları sıralarına oturttum. Tahtaya adımı ve adımın altına “Ben Türkçe Öğretmeni’yim” cümlesini yazdım. Yazdığım o an’da, tahta beni çok sevdi, ben tahtayı çok sevdim. Bir müddet bakıştık, kara tahtamla. Öğrencilerimin hiçbiri bana ve tahtaya bakmıyordu. Oturdukları yerden, kendi aralarında kendi dillerince konuşmaya başladılar. Onları sıralara oturttum oturtmasına da, nasıl anlaşacaktım öğrencilerimle Ya Rabbim? İçeri girdiğim andan, altı tane genci benim gözlerimin içine baktıracağım ana kadar, neredeyse, ilk dersin sonu geldi. Sınıf sınıftan çok, bir kafeteryada pervasızca oturan genç grubunun masasını andırıyordu. Biraz daha bakındım çevreye. Tahta beni yanına çağırdı ve bana bir ip ucu verdi, o anda:

Tahtaya “Tek tek buraya gelin ve isimlerinizi tahtaya yazın” yazdım… Dakikalarca yine umursamadılar, sınıfın içindekiler beni. Dersin sonuna doğru, nihayet, Barış kalktı ve ismini yazdı. Daha sonra diğerleri de, bana lütfederek, tek tek isimlerini tahtaya yazdılar: Barış, Nesime, Burhan, Mehmet, Emeti, Savaş. Savaş ve Barış’ın kardeş olabilecekleri düşüncesi geçti içimden… Pek de benzemiyorlardı ama…

İlk günün tek kârı, öğrencilerime ismimi “yazmak” ve öğrencilerimin isimlerini “okumak” oldu. Onlar benim ismimi ve de cismimi öğrenebilmişler miydi? İşte ben, henüz onu öğrenemedim…

İkinci hafta, ilk iletişim ağını kurmuştum. Daha doğrusu sınıfla iletişim ağı kurabilmek için kimlerden destek alacağımı bulmuştum. Sınıfa bir iletim olacaksa, Burhan ya da Barış’a dönük olan yüzümle tane tane söyleyecektim sözcüklerimi… Onlar da arkadaşlarına aktaracaklardı. Burhan’da işitme cihazı ve zekice bakan gözler, Barış’ta ise insanı yürekten duyma arzusu ve sevecen gözler vardı. Burhan, o küçücük boyuna rağmen sınıfın beyni, Barış ise sınıfın en uzun olan boyuna aldırmadan herkesi sevgiyle kucaklayan barış elçisiydi sanki. Üstelik, sınıf Başkanının Barış olduğunu da öğrenmiştim, öğretmen arkadaşlarımdan.”Eğer isterlerse”- ki istemezlerse hiçbirine bir şey yaptıramazdınız; bunu ilerleyen zamanlarda öğrenecektim- Burhan ve Barış yüzüme bakıyorlar; daha ben ”leb” demeden “leblebiyi” -dudak okumaktan çok çok öte- keskin bir sezişle kavrıyorlardı. Bu ikinci görüşmede bir zeki ve duyarlı öğrenci daha keşfettim: Nesibe…

Beni anlamama numarasına yatmasına rağmen, birçok şeyi “daha ben anlatmaya uğraşırken” havada kaptığını fark etmekte gecikmedim Nesibe’nin. Mehmet ve Emeti grup içinde dahi sakinlerdi. Kuru gürültüleri yoktu. Daha da ilerisi, “anlama istek ve enerjileri” (belki de anlama ve öğrenme yetileri) yoktu. Geriye bir tek Savaş kalıyordu. Savaş?... O zeka pırıltısının yanında, derin bir öfkeyi de gözlerine aynı anda sıkıştırabilmiş, Savaş!!! Onun bir süre daha kendi halinde sınıfta salınmasına katlanmalıydım. Ama yalnızca bir süre…

Sınıfla ben arasında, ikinci iletişim ağımızı sağlayan müşfik ve akıllı yardımcı “ kara tahta” idi. Yalnız, tahtanın bana yardım edebilmesi için ufak fakat çok önemli bir ayrıntı vardı: ”Öğrencilerim, ah keşke tahtaya baksalardı…”

Orta Okulların ilk haftasının ilk konusu- her zaman- İstiklâl Marşı’dır. Yeni öğrencilerim, işin ciddiyetini kavrasınlar diye mi, özel eğitimli olmadığımdan biraz da ne yapacağımı bilmeme kaygımdan mıdır, nedir; İstiklal Marşı konusunu anlatmaya uğraşmakla dersime başladım.

Hemen o hafta, öncelikle birer defter aldırdım öğrencilerime. İlk ödevim de şuydu:
“İstiklal Marşı’nın on kıtasını da (hepsini) deftere yaz!.”

Ertesi hafta ödevi Barış, Burhan ve Mehmet tam olarak yaptı. Emeti ise dört kıtasını yazıp getirdi. Ödevini tam yapanlara, ödevlerinin altına “Teşekkür ederim!” diye yazdım ve teşekkürümün hemen yanına “gülen adam” kafası çizdim. Ödevi yapanlar, önce biraz şaşırdı, çok geçmeden çok mutlu oldular. Bir haftadır, güya beni anlayamayan ve ödevlerini yapmayan grup, “çok açık ve anlaşılır bir dille”, işaret ve beden diliyle, “Bize de gülen adam, çizsene!” dediler.

Ben bu durum karşısında; bir taraftan öğretmen olarak “ödül-ceza” mekanizmamı kurduğuma sevinirken, diğer taraftan 14-15 yaşındaki gençlerin “ne kadar çocukça ve küçük şeylerden mutlu olduklarını” görünce hayrete düştüm. Gençler “ilgiye”, “adamdan sayılmaya” “eğitilmeye”, ”üzerlerine eğilmeye” ve “iletişime” o kadar açlardı ki… Ağlasam mı gülsem mi, bilemedim o dakikada.

Bir anlık içimdeki gel-gitlerden sonra, kararlı bir şekilde tahtaya şunları yazdım:
“Hayır! Siz öğretmenin istediği ödevi (İstiklal Marşı’nı) yazmadınız! Gülen adam çizemem!” Cümlemin yanına da ağlayan adamın kafasını çizmeyi unutmadım.

Nesime ile Savaş, bana oldukça sinirlendiler. Ayağa kalkıp pencereden dışarı seyretmeye ve kendi aralarında konuşmaya başladılar; ben hiç yokmuşum ve bulunduğumuz yer bir sınıf değilmiş gibi. İki öğrencim de, bana resmen küstü ve gün boyunca benimle hiç konuşmadı.

Tam iki hafta-programımdan taviz vermeyerek- İstiklal Marşı işledik. Ya da ben, öyle yaptığımızı zannettim. İstiklal Marşı’ndan giderek uzaklaştık. Günler geçtikçe, her derste tek üstünde durabildiğimiz konu “insan-bayrak” ilgisi oldu. Millet ve Vatan sözcüklerini de sık kullandım ama yüreklerinde bu sözcüklere yer açabildim mi? Anlayamadım…

Bunca çabadan sonra “Bayrak”ın sembolik ifadesini manevî yönden değil de yalnızca maddî yönden (somut), “küçük yüreklere” bir parça çağrıştırabildiğimi fark edince çok üzüldüm.

Üçüncü dördüncü haftalarda bir şeyi daha keşfettim: Ben, ciddi ciddi ders anlatmaya kalktığımda, “anlamıyoruz”, “istemiyoruz”, “bilmiyoruz” anlamında jest ve mimiklerle önüme “engel” koyan bu gençler- (sertçe tepki gösteren bu altı afacan, demeliyim) dersi bana bıraktırmayı başardıktan sonra, benimle sohbet ediyorlardı. Hem de ne sohbet? Kızlar, evlilikten, gelinlikten konuşurken; erkekler arabadan, futboldan bahsediyorlardı. Bana hangi takımı tuttuğumu, evli ya da bekar olup olmadığımı bile sordular…

İstiklal Marşı konusunu; Türkiye haritası, Bayrak, Atatürk resmini ve bizi (sınıftaki bir avuç insanı), kalbimizi onlara göstererek, burukça bir tarafa bıraktıktan sonra, normal orta okullardaki Türkçe kitabıyla aynı olan ders kitabımızı metin ve konu sırasıyla işleyemeyeceğimi anladım. Bir şeyi daha anladım: Kullandığım yöntemi de değiştirmeliydim.

Kararım şuydu: Kitaptaki her metinden-hem onların anlayabileceği hem de “bir ana fikir, bir konu” içeren TEK BİR paragrafı ben tahtaya yazarken öğrencilerim de defterlerine yazacaktı. Her ders için (daha doğrusu her on beş gün için) önceden seçtiğim bir paragrafla ilgili beş soru belirledim. Soruları ve cevapları basit cümleler halinde tasarlayacaktım. Önce, öğrencilerime soruları verecek, cevapları bulmaları için süre verecektim onlara. Cevapları alamazsam, doğru cevabı tahtaya yazacaktım.

Altı yedi ay boyunca (bir ayı kaybetmiştim zaten) ayda iki metin olarak birer paragraflık metinlerimi (tema/konu) seçtim. Metni tahtaya yazdım. Öğrencilerim de yazdılar. Birinci soruyu tahtaya yazdım; birinciyi deftere yazdılar…Cevaplamak için (önce; sesleri çıksın çıkmasın konuşarak cevap; sonra tahtaya/deftere yazarak cevap) Sonra ikinci, sonra üçüncü soru…sonra…İki metinden sonra, öğrencilerim neler yapmaları gerektiğini anladılar. Hatta, verdikleri cevaplar giderek isabetli olmaya başladı. Barış, Burhan ve Nesime’de büyük bir gayret ve kavrayış vardı. Emeti ve Mehmet çaba içindeydi ama yazarken ve konuşurken güçlük çekiyorlardı. Onlara tam ulaşamamıştım. Savaş? Savaş hala yazmıyordu. Ama gözlerinden anlıyordum; çoğundan çok çok önce soruların cevabını biliyordu.

Birkaç metni ödev olarak verdim. Ödevlerini yapanlara "gülen adam" çizmeyi de hiç ihmal etmedim. Defterler de bir Türkçe defterine dönüşmeye başladı, zamanla. Hatta, bir zaman sonra çocuklar gülen adamlarının sayısıyla arkadaşlarına hava atmaya bile başladı. Birkaç defasında, sırf havası sarsılmasın diye, yarım da olsa Savaş da ödev yaptı. "Ödevin yarım" demeden ona da gülen adam ödülümü verdim. Bir müddet sonra gençler gülen adam alma yarışına başladı.

Metinlerdeki sözcüklerin anlamını öğretebilmek için kartonlara çizgi resimle oluşturduğum sanat eserlerim bile oldu zamanla. Benim bu güzel(!) eserlerimden etkilenen öğrenciler de resim yapmaya başladı. Yeni bir oyun bulmuştuk kendimize;”Resim oyunu”. Gel zaman git zaman; ben öğrencilerim bazı sözcükleri biliyor mu, diye merak edince onlara da resim yaptırmaya başladım. Doğru resmi çizip de; keselerine bir gülen adam daha atabilenler çok mutlu oldular.
Bu çizgi resim; en çok da “fiilleri”(yani hareketleri) öğretirken/öğrenirken bize çok yardımcı oldu. (yüzmek=yüzen adam, gülmek=gülen adam, koşmak=koşan adam) Hatta, iki ayrı paragrafta, “ne anladıysanız, resmini yapın!” oyunu bile oynadık. Öğrencilerimin çok hoşuna gitti, bu oyunlar. Sınıfın genel havasından giderek hoşnut olmaya başladım.

Benim kendi kendime bulduğum yöntem ve hazırlıklar; ilk kademede öğretmenlik yapan iki bayan arkadaşımın dikkatini çekti; bana “özel eğitim alıp almadığımı” sordular…”Hayır” cevabını alınca çok şaşırdılar. Şaşıran biri daha vardı: Gürültü yaptığımızı düşünüp de aylar sonra sınıfıma gelen okul müdürü: Evet! Gürültü yapıyorduk. Çünkü çizgi resimle öğrendiğimiz fiilleri canlı olarak yaşıyorduk:
“atlamak”-Haydi, atlayalım çocuklar!
“koşmak-Haydi, koşalım çocuklar!
“yürümek”-Haydi yürüyelim çocuklar!
“sırayı çekmek”-Haydi, sırayı çek, Barış!
“silmek”-Tahtayı sil, Nesibe!

Öğrencilerimle birbirimizin gözünün içine bakarak, derste atlaya zıplaya fiilleri işliyorduk. Sanki, bu oyunumuza bu sefer Savaş da katılmıştı. İşte, Müdür bu gürültüye geldi. Gelişinden belliydi; ders öğretmenine gürültüden dolayı kızmaya gelmişti. İçeri girdi; bizi gördü. Bir süre sessizce baktı ve bir şey demeden gitti. Yüzünde yine bir kızma ifadesi vardı ama bu kızmanın anlamı, ilk kızmanın anlamından çok çok başkaydı. Savaş, işaret diliyle bana “Müdür, kızdı!” dedi.

Nesime tahtaya yazdı:”kızmak”-Haydi kızmak!

Her metinden ve durumdan o kadar az ve öz sonuç çıkartıyorduk ki. Ama olsun, o sonuç bize yetiyordu:
Her gün güneş doğunca kalkarız.
Okula defter getirilir.
Arkadaşa kızmamalıyız.
Bayrağı severiz.

Çok zor ilerliyordum öğrencilerimle;ama ilerliyordum. Fakat, Savaş bana hep mesafeliydi. O da bana içten içe kızıyordu, belki de. Neden olmasın? Başlarda, beni dinlememeleri ve verdiğim ödevleri yapmamaları için arkadaşları üzerinde etkili olan Savaş, giderek yalnız kalıyordu çünkü. Liderliği elinden gitmek üzereydi çünkü. Böylesi bir mesafenin, hırçınlığın, kızgınlığın başka bir sebebi olamazdı.

Kızgınlık…”kızmamalıyız”…Hiç kimseye kızmamalıydım. Ne öğrencime ne bir başkasına. Bana neden kızdığını bilmediğim müdüre bile… "Her şey ancak, "gülücükle" duyulur..." deyiverdi, yüreğim.


Yegâh Elif Mirzâde

 
Toplam blog
: 191
: 769
Kayıt tarihi
: 21.07.09
 
 

“Yazı yazmak” bir Yürek Yolculuğudur. Okumak ve yazmak bana Edebiyat alanının kapılarını açtı… Ed..