Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Mayıs '07

 
Kategori
Kent Yaşamı
 

Şehirgezen

Şehirgezen
 

Yavaş yavaş yürüyorum. Dik yokuşun sonundaki merdivenleri de çıkınca, şehre tepeden bakan Kale'ye ulaşmış olacağım. Erken çıktım bugün. Vakit öğlene yaklaştı ama günlerden Pazar olunca herkesin toplanması daha yarım saati bulur. Yoruldum, susadım, güneş de iyiden iyiye yakıyor artık! Neyse ki yokuş bitti, merdivenlerin de yarısına geldim. Sahi, sürekli yokuş yukarı yürümem gerekseydi hangisini seçerdim? Merdiven çıkmak dümdüz yokuş tırmanmaktan daha kolay sanki. Aslında bu, merdivene göre de değişir. Bazısı geniş olur, bir üst basamağa iki adımda çıkarsın, bazısı da dar olur, ayağının ucuyla basarsın; hem bu dar olanlar daha mı yüksek olur ne! Şu son basamaklarını çıktığım merdiven de öyle, sonuna yaklaştıkça yokuşu arar oldum!

Kalenin en üstüne ulaşıp ön cephenin alçak olan duvarına oturdum. Bir yandan soluklanıp bir yandan da alçalıp yükselen binaların, yolların, insanların, iç içe, yan yana, bazen birbirini tanımayan yabancılar kadar mesafeli duruşlarıyla şehir haline gelişini uzaktan seyrediyorum. Şehrin aslı bu olmalı. Birbirine değecek kadar yakın olmanın verdiği tedirginlikle korunmaya çalışılan mesafeler. Kalenin bu tarafından şehre bakınca; düzensiz, hızlı, yüksek ve çarpık bir manzaranın içinde bütün çelişkiler dilleniyor. Daha dikkatli bakınca, birçok yeni yapılmış yüksek ve biçimsiz binalar görüyorum, şaşırmıyorum. Duvar dibinden yürüyerek kalenin çevresinde dolaşırken bir şehir geçiyor gözümün önünden. Daha yarım daire sonra bu şehrin dili bir anda değişiveriyor. Şehir, burada, aynı boyda başlayıp, göz alabildiğine uzanan çatıların altında kalmış; diğer tarafa en az benim kadar uzaktan bakıyor şimdi. Burada, tedirginliklerin, mesafelerin, endişelerin ortaklığı ile birbirine sığınmış yapılar, kendi içlerindeki tedirginliklerden çok, “öteki” çelişkileri anlatmanın derdinde.

Geleli epey oldu, neredeyse yarım saattir buradayım. Sıkılmaya başladım. Kale’nin tepesinde, tam öğlen vakti gölgelik bir yer de yok ki! Tam yürümeye devam ediyordum ki, tanıdık bir ses duydum:

- Abla, yalnız mı geldin bugün?
- Ooo, Mehmet nasılsın? Erken geldim, bekliyorum. Sen de erkencisin.
- Evet abla. Bak, bu Bahattin. Benim amcamın oğlu. Onu gezdiriyorum, dün geldiler köyden.
- Merhaba Bahattin, hafta sonu için gezmeye mi geldiniz?
- Yok abla, bizim yan eve taşındılar, onlar da burada yaşayacak artık.
- Aynı okula mı gideceksiniz?
- Evet, hem de aynı sınıfa yazdırdılar benle.

Mehmet, 12-13 yaşlarında. Kale’de hafta sonları gelen turistlere rehberlik yapar. Hatta keyfi yerinde olunca, ne anlattığını tam olarak kendisi de anlamadan, ezberden okuduğu İngilizce, Almanca ve Japonca Kale Tarihi ile küçük bir şov bile yapar. Konuşkandır, biraz kızdırıp sıkıştırırsan hazır cevaplığıyla sıyrılmasını da bilir her sorudan. Bahattin de aynı yaşlarda olsa gerek. Koyu renk saçları ve gözleri birbirine ne kadar benzese de, Mehmet’in gözlerindeki kendine güven ve muziplik ile Bahattin’in çekingenliği bu iki çocuğun iç dünyalarındaki farklılığı ilk bakışta ele veriyor. Öyle ki, Mehmet hem kendisi hem de arkadaşıyla ilgili her soruya cevap verirken, gözlerini yerden kaldırmayan Bahattin, aynı çocuk ürkekliğiyle önüne bakmaya devam ediyor.
- Abla, hani bizim fotoğraflar? Çektiydin ya geçen hafta burada beni. Haftaya getirim dediydin?
- Banyosunu yaptım da daha basmadım, bugün çektiklerimle beraber basarım, haftaya söz getiririm…
- Abla, o zaman bir de Bahattin’le ikimizi çeksene…
- Tamam, çekeyim ama öbür tarafa gidelim, hem gelirlerse buradan göremem arkadaşlarımı, gelin hadi…
- Abla bak, gelmiş seninkiler, dikiliyorlar merdivenlerin başında.
- Evet, gelmişler…

Yarım saat önce dinlenmek için oturduğum Kale’nin alçak duvarına oturmuş olan arkadaşlarıma el salladım. Belli ki şimdi gelmişler, ellerindeki küçük su şişelerinden büyük bir hararetle su içiyorlar. Bu sırada arkamdan gelen Mehmet, Bahattin’e biraz da abartarak açıklamalar yapıp, bizi tanıtıyor.

- Bunlar şehir gezenler! Her hafta geliyorlar, fotoğraf çekiyorlar burada… Bizim şehirden değil bunlar, karşıdaki yerlerden geliyorlar. Sergiye koyacaklarmış çektiklerini, benimkini de koyacaklarmış.
- Burası eski yer olduğu için geliyorlardır, köydeki tarihi eserlerin çıktığı tarlaya da okullardan ablalar, ağabeyler geliyordu ya görmeye, onlar da çekiyordu fotoğraf, konuşuyorlardı bizle…
- Sadece ondan değil oğlum, bizim şehir bunlarınkinden daha güzel, hatta bu abla bizim mahalleye de geliyor, annemgiller de tanıyor. Soru falan soruyor, araştırma yapıyormuş okul için…

Duvarın üstünde oturan üç arkadaşımın yanına giderken, bir yandan da arkamda süren konuşmayı dinliyordum. Farkındaydı Mehmet bu şehrin bir yüzü olmadığının. Benden daha çok bakıyordu tepeden bu şehre, belki de biz değil, O’ydu şehir gezen…

- Abla! Ben gördüm de, Bahattin merak ediyor sizin şehri, hani beni bir kere götürmüştünüz ya sizin ders yaptığınız yere… Bahattin’le gelelim de görsün, söylüyorum inanmıyor bizim buralar daha güzel diye…
- Olur Mehmet, Bahattin’i de götürürüz haftaya, O da görür… Annenlere de sorun ama önce. Haftaya olur mu Bahattin?
- ......

Mehmet bir yandan Bahattin’le, bir yandan benimle konuşurken, gelen arkadaşlarıma benden önce selam verip, hal hatır sormayı da unutmadı. Ben fotoğraflarını çekerken, şehrin çelişkilerine, yabancılığına, “şehir gezen”lere alışmış, afilli bir poz veren Mehmet’in yanında Bahattin, bu şehirdeki ilk fotoğrafında, endişesine, kaygısına ortak gördüğü Mehmet’in omzuna kolunu atıp ona sığınmış, belirsiz ve şaşkın bir gülümsemeyle, öteki çelişkileri anlamanın derdindeydi.

 
Toplam blog
: 2
: 393
Kayıt tarihi
: 25.05.07
 
 

Kentler, sokaklar, yollar, trenler, başka şehirler, fotoğraflar ilgim dahilindedir... Sosyoloji'yi s..