Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 

16 Temmuz '11

 
Kategori
Deneme
 

Şehit babası

Şehit babası
 

Yanağını ıslatmadan ağlayabiliyordu o. Gözyaşı ille de dışarı mı dökülmeliydi? O daha tehlikelisini başarabiliyordu. Gözyaşlarını yüreğine akıtıyordu. Bu daha da acıdır çoğu zaman. Ve bunu başarmak daha zordur, gözyaşlarını yanaklarına akıtabilene göre. Erkek olmanın verdiği sağlamlık değildi, ağlamamasına neden olan. Şehit babası olmanın verdiği gurur da değildi elbette. Çaresizlik, umutsuzluk, gideni geri döndürmek için çaba sarf etse de başaramayacağı duygusu… Canı veren canı aldı demek kadar basit, şehitler ölmez demek kadar ağır… Beş ay önce ‘en büyük asker, bizim asker’ nidalarıyla gönderdiği oğlunun öldüğü haberini alması kadar karmaşık. Canından can verdiği, hastalanmasın diye başında nöbet beklediği oğlunun cenazesinin bir gün sonra kapısına geleceğini bilmesi kadar da dayanılmaz…

İnsanın hayatı bir günde değişiyordu. İnsan bir günde mutlu olabiliyor ve bir günde diri diri gömülebiliyordu kara toprağa. Onun da ölüm zamanı gelmişti. Gerçek bir ölüm olmasa da, oğluyla o da gömülecekti bir gün sonra.

Hain bir saldırıda, kör bir kurşunla can vermişti oğlu, bu kelimeler ile yüreği dağlanmıştı. Diyarbakır Bölge Komutanlığı sevinçli bir haberi duyurur gibi, geç kalmamıştı bu haberi vermek için. Yarın oğlu geliyordu. Kırmızı Türk bayrağına sarılmış olacaktı. Basit bir ölüm olarak değil de şehit olarak anılmasının o an için ve gelecek yıllardaki ruhi durumu için bir faydası olacak mıydı? Bir an bunu düşündü. Şehit kelimesi oğlunu yaşatmış mı oluyordu? Şehit olunca gene yaşam eskisi gibi devam mı ediyordu? Neydi şehit kelimesini şaşalı yapan? Evladını kaybetmiş bir baba için ne olabilirdi ki o kelimenin anlamı? Kelimelerin ardına saklanmış bir yalandı her şey. Kelimelerin hafifliği ya da ağırlığı değildi insanı yıpratan. Şehit kelimesinin ardına sığınınca acıyı hafifletmiyordu, yaşanılanlar. Uzaktan gelen tuhaf hışırtılar ve sesler ile ölümü öğrenip de elin kolun bağlı beklemek kadar hiçbir şey ağır gelmez insana. Gidemiyorsun, nasıl öldü diye detay soramıyorsun, oğlum diye feryat etsen de sesini duyan olmuyor… Ağlayamıyordu nitekim Nuri efendi.

Bir apartmanın kapıcı dairesinde oturuyordu oğluyla. Kıt kanaat aldığı emekli maaşı ve apartmanın verdikleriyle oğlunu büyütüyordu oğlunu. Sünneti, eğitimi derken evlenmeden önceki son aşamaya gelmişti. Gelmişti gelmişti ya, bir de kendisine sormalıydı geçen seneleri. Eşi vefat ettiği günden beri oğluna hem analık hem babalık yapmış, yüreği ağızda gezmişti hep, oğluna bir şey olacak korkusuyla. Dürüsttü, sevgi doluydu, apartmanda kapıcı değil de sanki herkesin yardımına koşan iyilik meleğiydi o. Çocukların Nuri amcası, gençlerin Nuri abisi, yaşlıların da çileli oğluydu. Kimse kapıcı olarak görmezdi onu. Herkesin evine rahatça alabildiği ender kişiler arasındaydı. Ve oğlunu da kendi gibi yetiştirmiş herkesin parmakla gösterdiği evladıyla övünür olmuştu son zamanlarda. Oğlunun gizliden gizliye sevdiği sevgilisini ortaya çıkarmış, ‘gizlice ve utanarak değil, gönlünce sevgini yaşa ve her şeyi uğruna yap, seviyorsan’ demiş ve nişanlamıştı oğlunu bir de. Böylesi sevgi yumağı bir adam şimdi karanlık dünyasına gömülmeye hazırlanıyordu. Oğlunu askere gönderdikten sonra, bir şey yiyemez olmuştu. Ne yese oğlu aklına geliyordu. Süha’nın nişanlısıyla avunmaya çalışıyordu. Bir an önce oğlunun askerden gelmesini istiyordu torun sevmek için.

Oğlunun odasına yaklaştı, kapısını açtı, daha iki gün önce temizlemişti odayı. Oğlu gitti gideli bir yatağına dokunmamıştı Nuri efendi. Süha’nın yatağına oturdu ve etrafındaki fotoğraflara bakmaya başladı. Yatağın baş ucunda Süha’nın ilk yaş günü fotoğrafı vardı. Kalem, kitap, makas koymuştu bir komşusu, Süha’nın önüne ilk yaş gününde. Kalemi seçerse yazar olacaktı, kitabı seçerse okuyacaktı, makası seçerse doktor olacaktı inanışlarına göre. Süha neyin ne olduğunu bilmeden kitabı kucağına çekmeye çalışmıştı ve bu anda fotoğraflanmıştı babası tarafından. Onun hemen yanında, ilk okula başladığı zamanki korku ve sevinç dolu bakışların gözlemlenebildiği fotoğraf vardı. Yatağın yanındaki komidinde, eşinin oğluna sarılırkenki fotoğrafı dururdu daima, o da eşinin omzuna elini koymuştu. Boş bakışlarla fotoğraflara bakarken karısının yaşamadığı için şükrediyordu. Yaşasaydı bu acıya zaten dayanamazdı. Yıllar önce kanserden vefat etmişti Safiye Hanım.

Yatağının sol tarafındaki duvarda tamamen nişanlısıyla çekilmiş fotoğrafları dururdu. Onlarla uyur onlarla uyanırdı. Nişanlısı ne zaman eve gelse ve odasına baksa, bir kere daha aşık olurdu Süha’ya. Her gün bir yeni fotoğraf eklenmiş olurdu çünkü duvara. Bir gün babası, ikisine de, ‘duvar bırakmadınız odada, ben sizi görmek zorunda mıyım evlatlarım?’ dedikten sonra ikisine de sarılmıştı. Müstakbel gelini Hülya’yı da en az oğlu kadar seviyordu. Terbiyeli, ağır başlı, oğlu gibi o da doğa meraklısıydı. Her Pazar ya ‘baba bizi pikniğe götür’ derlerdi ya da ‘baba balık tutmayacak mıyız’ diye sitem ederlerdi. Eli mahkum Nuri efendi de sıvardı paçaları. Hülya da çok seviyordu Nuri babasını. Şimdiden başlamıştı Nuri babacım demeye.

Yaşadıkları ve sözleri aklına geliyor ve acısı katlanarak devam ediyordu. Artık sitemlerini dinleyemeyecekti ikisinin de, artık ne piknik ziyafeti ne de balık tutmak eskisi kadar zevkli olmayacaktı. Bu yüzden hayatında da olmayacaktı bu tip şeyler. Söylenecek söz bitmişti, bir deprem olmuş ve ailesinin son nektarını da savurmuştu bilinmezliklere. Tek kalmıştı hayatta. Yarın oğlunu teslim alıp da toprağa verince yaşamaya devam etmek için bir amacı da kalmayacaktı. Belki Hülya’yı bile görmek istemeyecekti artık, Süha’yı hatırlatacağı için. Henüz 25 yaşındaydı oğlu. Daha çok gençti. Bunları yaşamak için büyütmemişti oğlunu. Bunları yaşamak için emek vermemişti. Kader denilen hain çizgi oğlu için kara toprağı göstermemeliydi, mutlu olacağı yaşta. Ama oluyordu, kader ayırıyordu babasından kuzusunu. Süha babasının kollarından alınıp annesinin kollarına bırakılıyordu…

Kalbi sıkışır gibi olunca, yeniden oğlunun yatağına gitti ve uzandı yatağa. Kalbi ağrıyordu. Kalbi yerinden çıkacakmış gibi çırpınıyordu. Ve bundan sonra hiçbir şeyin kalp çarpıntısını hafifletmeyeceğini biliyordu. Kalbi hep ağrıyacaktı ta ki ölüm onu kucaklayana kadar.

Oğlunun doğduğu anı getirdi aklına. Çok çirkin bir bebek ağlıyordu karşısında ve kendi kendine gülüyordu, bebeğin çirkinliğine. Karısının odasına girdiği zaman espri yapmıştı hatta ‘sen bu küçük şeyin benim olduğuna emin misin hanım’ diyerek. Karısı küsmüştü bir an için. Derken o küçük şey odaya getirildi. Safiye Hanım’ın kucağına verildi. Safiye Hanım Süha’ya sarılarak ‘git kendine güzel bir bebek bul, bu bebek benim’ demişti sitemkâr bir şekilde, dudaklarını büzerek. Sanki ellerindeki oyuncak bir bebekti de birbirlerine atıp duruyorlardı. Nuri Efendi karısına yaklaşıp öpmüştü, sonra çirkin dediği bebeğe yaklaşıp dokunmaktan korkarak koklamıştı onu. Şimdi oğlunun yatağında yıllar önce dediği kelimelere kızmıştı. ‘Hanım, o benim oğlum, o benim oğlum’ diyordu durmadan. Beş altı saat içinde yaşlanmıştı sanki. Gözleri çökmüş, saçları dağılmış, yanına yaklaşılmayacak biri oluvermişti adeta.

Süha bebeklik dönemini atlattıktan sonra çok güzel bir çocuk olmaya başlamıştı. Genç bir delikanlı olduğunda ise her şeyi ile dört dörtlük biri olup çıkmıştı. Ve ara ara doğduğu zamanı anımsayan Nuri Efendi, gıptayla bakardı hep oğluna.

Saatler geçmiyordu. Hem zamanın geçmesini istiyor hem de dayanılmaz acılarla yüzleşmemek adına yarın olsun istemiyordu, yaşlı adam. Gün doğduğunda onu nelerin beklediğini kestiremiyordu. Şimdi ağlayamayan gözleri, oğlunu görünce hala devam edecek miydi inatla akmamaya, bilmiyordu. Yüreği buzlanmıştı. Vücudu da kıtır kıtır kesseler acımayacak şekilde yıpranmıştı. Hem de birkaç içinde bu hale gelmişti. Kalbi daha şiddetli tekliyordu artık. Ağrı dayanılmaz oluyordu. Hisleri yok oluyordu. Elini kalbini götürdü, yüzü acıdan buruşmuştu. Hüznü ve kalp ağrısı yaşamı daha da zorlaştırıyordu. Oğlunun bayrağa sarılı naaşını göreceği anı düşünmeye çalışıyor ve kalbini daha sıkı tutuyordu. Sanki kalbi yerinden fırlayacakmış gibiydi.

Birden bire oluşan kalp ağrısıyla baş etmek zordu. Kime ne diyecekti? Ve kime nasıl ulaşacaktı? Salondaki masaya yaklaşmaya çalıştı, bir bardak su içecekti. Bacakları tutmuyordu, ya da hissetmiyordu. Yürüyemedi, yere düştü. Sürünerek masaya yaklaştı bir eli daima kalbinin üzerindeydi. Masaya yaklaştı ve sandalyeye tutunmaya çalıştı, kalkamadı. Sürahiyi yaklaştırmak için masa örtüsünü hafifçe çekti. Sancı bastırıyordu, sancı arada bir inletiyordu yaşlı adamı. Bir süre sonra masa örtüsü üzerindeydi, ve sürahi dökülmüş olarak yanında duruyordu. Yarı açık gözleri sürahiye baktı ve son giren sancıyla gözleri açık olarak can verdi…

16.07.11 17:31 k.k 

 
Toplam blog
: 74
: 546
Kayıt tarihi
: 21.04.07
 
 

1980 doğumluyum. Kamu Yön. Bölümünde okumaktayım.. Kelimelerle oynamak en büyük zevkimdir. Kelimele..

 
 
 
 
 

 
Sadece bu yazarın bloglarında ara