Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Mayıs '16

 
Kategori
Öykü
 

Serpintiler...

Serpintiler...
 

Gözlerini kaldırdı önündeki gazeteden. Haberleri okuyan sipikerin sesi uzaklaştı kulaklarından. Kongre hazırlıkları, başkanlık sistemi, İstanbul Borsası, altın kuru sözcükler halinde asılı kaldı havada. Anlamsızlaştı. Gözleri dışarıda uzanıp giden baharın yeşil denizine takıldı. İleride artık iyice yapraklanan ağaçlar arasında şöyle bir görünen demiryolundan sabah treni aktı geçti. Duyulmadı sesi. Zaman gibi... Kahvesini yudumladı; soğumuştu. Bıraktı içmeden.

Kuşlar süzülüp batan güneşin tutuşturduğu ufuk çizgisine uzaklaşıyorlardı. Alçak eğimli tepeler ve düzlükler uzanıyordu göz alabildiğine. Kurak Ağustos'un çatlak sarısı oturmuştu biçilmiş buğday tarlalarına ve kurumuş otlara. İleride tek bir ulu ağaç görülüyordu. İnadına yeşil. İnadına tek başına. Ve inadına özgür... Bak diyordu yaşlı adam.

-Bir gün ne yapılması gerektiğinde sıkıntıya düşersen kalbinin sesini dinle öncelikle. Kalbinin sesini duyamazsan aklını kullanamazsın. Kalbini dinle...

Çocuk başı önde az ötede zincir olmuş, sıra halinde uzamış, hepsi bir şeyler taşıyan karıncalara dikmişti gözlerini. Kedi geldi süründü dizlerine. Miyavladı sıcacık. Kalktılar. Akşam iniyordu.

Tekirle iki yakın dost gibiydiler. Sanki kedi onun dilinden, o kedinin dilinden anlıyordu. Damağındaki tırnak büyüklüğündeki siyah damga onu daha da değerli yapıyordu gözünde. Nereden duymuştu. Belki de büyükler konuşurken. Buna peygamber mühürü denirmiş, uğurlu olurmuş bu kediler. Taşındılar bir gün. Yeni ev kentin bir ucundaydı. Kediyle bu kadar yakınlaşmasını istemeyen büyükleri taşınırken bırakmışlardı ondan habersiz. Bütün neşesi söndü birden. Küstü. Ne yapsalar alamadılar gönlünü.

-Bak bu kadar üzülme. Kediler yıldızları sayarlarmış. Bakarsın yolu bulur, çıkar gelir bir gün.

Yıldızları mı saymıştı? Kedi yolu bulmuştu. Aslında yolu bulan sevgiydi. Bir cılız su akıntısı gibi taş çatlakları arasından yolunu bulmuş, süzülüp gelmişti.

Alabildiğine bir kavaklıktı. Hemen evin karşısında, yolun öte kenarında. Rüzgar ağaçların arasında dolaşıyordu. İri ayalı, ince uzun saplı kavak yaprakları rüzgarla döner gibi kah kül rengi ayalarını, kah parlak yeşil renklerini sergileyerek sesini çoğaltıyorlardı rüzgarın. Ses ne kadar da hafiften bir dalga sesine, denizin sesine benziyordu. Tanıyordu bu sesi. Sapan elinde, alt dallara konup kalkan serçelerden gözünü ayırmadan sessizce takip ediyordu kuşları. Tam başının üzerindeydi kuş. Habersiz. Kalbi hızlandı. Çekti lastikleri, taş bir heyecan kıvılcımı gibi fırladı. Kuş düştü. Bir tüy yumağı gibi düştü ayaklarının dibine. Gagası açıldı kaldı. Söndü gözleri. Sapanı bir tarafa, cebindeki taşları bir tarafa fırlatıp atarak koşarak çıktı kavaklıktan. İçinde bir pişmanlık büyüdü. Arkasında kaldı denizin sesi...

İki kız çocuğu irileşmiş gözleri, biraz merak, biraz hafiften bir korkuyla koşup mutfağın kapısına bir gelip, bir ayrılarak çoğu da hayretle bakıyorlardı. Ayaklarından biri diğerine bağlı iki tavuk her kanat çırpışlarında havaya küçük tüy parçacıkları uçuşturarak acıyla gıdaklıyor, çırpınıp duruyorlardı.

-Kalk artık kes şu tavukları.

-Ben tavuk kesemem.

-Sen cerrah değil misin?

-O başka bir iş...

Kalktı evden çıktı gitti.7

Dört yataklı hasta odasının kapı önünde iki er silahları ile nöbetteydiler. İçeride bir jandarma astsubayı vardı. Gözleri soğuk ve uzak gözleri. Pencereden bir Aralık sabahının soğuk, kapalı ve iç karartan yapışkan görüntüsü doluyordu odanın içine. Bir gece önce "Hayata Dönüş" operasyonu yapılmıştı bazı cezaevlerine. Tanıyordu onu daha önceki cezaevi ziyaretlerinden. ODTÜ mezunu kimya mühendisi genç bir kadındı. Koğuştaki ranzasının başında oğlunun resmi vardı devamlı. Galiba alıp gelebildiği bir tek o resimdi. Şimdi hasta yatağının başındaydı. Açlık grevinde iyice zayıflamış dört tutuklu kadının inadına büyümüş gözlerinde inatçı bir tutku çoğalmış yanıyordu alev alev.

-Nasılsınız doktor bey?

-Görüyorsun işte. Dışarıda gri bir gök yüzü var. Sıkıntı yağmur olmuş çişeliyor. Islatıyor bazılarını.

 Astsubayın gözleri daha da soğudu.

-Komutan, hiç olmazsa açsanız şu kelepçeleri, hiç uygun değil hastane ortamında.

 Gözleri kadar soğuktu cevabı da.

-Emir öyle...

İşciler Seka Kağıt Fabrikası'nın gece vardiyasında çalışıyorlardı. Hastanenin hemen yanında uzanan boru fabrikasıın ritmik gürültüsü yayılıyordu gecenin sessizliğine, doluyordu hastaneye. Büyük kağıt rulo makaraları banttan kurtulup tüm ağırlıkları ile yapıştırmışlardı onu duvara. Gecenin geç bir saatiydi. Karnının içi patlamıştı nerdeyse, kan içinde yüzüyordu. Uzun sürdü ameliyat. Sıkıntıyı yüklenip çıktı. Sabah olacaktı nerdeyse. Ameliyathanenin kapısında genç bir kadının acıdan ve endişeden büyümüş soran gözlerinden kaçırdı gözlerini.

-Sevgi, kızım öp doktor amcanın elini

-Sevgi mi...

-Kurtulacak mı doktor bey.

Arkasında uzayan sorulara cevap veremedi. Soru içini bir kurt gibi kemiriyordu. İyi olacak mı, iyi olacak mı, iyi...

Duşa girdi. İç çamaşırlarına kadar geçmişti kan.

Aktı geçti zaman. Geçiyordu. Kim söylemişti o lafı? Bir gün sıkıntıda kalırsan kalbinin sesini dinle diye. Haberler devam ediyordu televizyonda. Dün akşam çıkan çatışmalarda...Kalktı hırsla kapattı televizyonu. Kalbinin sesine sağır olanlar akıllarını kullanamıyorlardı.

Kalbinin sesinden rahatsız oluyordu, aklı karışıyordu giderek...

 

Akın Yazıcı

11 Mayıs 2016/İzmit

 

 
Toplam blog
: 190
: 391
Kayıt tarihi
: 07.05.14
 
 

1965 Ankara Üniversitesi Tıp fakültesinden asker hekim olarak mezun oldum. Gülhane Askeri Tıp Aka..