Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Ekim '09

 
Kategori
Aşk - Evlilik
 

Sesler ve aşklar

Sesler ve aşklar
 

Ne zamandır bateri çalanları izliyorum bilmiyorum. Bir konsere gidiyorum, televizyon izliyorum, ya da internete girip bateri çalan adamları görmeye çalışıyorum. Şarkıcının ne söylediği ve diğer sesler umurumda değil, ben baterinin davuluna, trampetine ve zillerine değen bagetin çıkardığı sesleri duymaya çalışıyorum. Seslerin farkını ayırt edip uyumluluğunu yakalamaya çalışıyorum. Yakalamaya çalıştıkça kaçan bir sevgili gibi müzik kaçıyor ben kovalıyorum.

Eğer bir derdiniz varsa Ali’yi bulun. Ya da telefon açın. Sizi çok sevecen bir sesle karşılamayacaktır ama hiç ummadığınız kadar güvenli bir sesle kucaklar sizi emin olun. Serinkanlılığın gücü Ali’den size geçer, dinginleşirsiniz birden. Ali dostlarının kimsesidir. En ihtiyacınız olduğunda yanınızdadır.
Bateri çalmak istediğimden söz ettiğimde, bir baterim olması hayali benim için kaf dağının ardındaki Anka kuşuydu. Ali getirdi Anka kuşunu depoda ki küçük odaya yerleştirdi. Şimdi bateriyi çalmak Anka kuşu… Neyse ilk yol gösterici tüyü yakma zamanı.

Ne biliyorum bir bakalım. Lisedeyken boru-trampet takımındaydım. Neydi ritim: Balkona bak, balkona bak, balkonda ki kızlara bak. Çok kötü ya… Bir daha dene. Balkona bak, balkona bak, balkonda ki kızlara bak… Tamam ritim aralıklarını azda olsa yakalayabiliyorum...

Okula yeni bir çocuk gelmiş. Babası kasabanın yeni mal müdürüymüş. Ne acayip gözleri var bu çocuğun; kocaman, kapkara, upuzun kirpikleri bakışlarını belirginleştiriyor. O bana bakıyor ben kızarıyorum. Kızardıkça kırmızı çiçekler açıyorum. Başını çeviriyor başka yöne benim çiçeklerim soluyor. O yürüyor arkadaşlarıyla önde, ben ritim tutuyorum arkada ‘balkona bak, balkona bak, balkonda ki kızlara bak…’iki baget aynı anda trampete düşüyor…

Bir sabah erkenden buluşuyoruz uzun kirpikliyle. Baba Sultan parkında el ele saatlerce oturuyoruz, zaman diye bir şey varmış, bilmiyoruz.. Ama evdeki iki koruyucu ağabey(neden koruyorlarsa beni) zamanın varlığını çok iyi biliyorlar ve tüm gün ortadan kaybolmama anlam veremeyip, beni aramaya başlıyorlar. Ben eve dönüyorum onlar uzun kirpikliyi buluyorlar.’’ Evde huzurumuz kalmadı, uzaklaş buralardan’’diyorlar, uzaklaşıyor uzun kirpikli…

Zaman diye bir şey varmış
Benim kirpiklerim ıslak
Ne kadar zaman bilmiyorum…

Ritimde ki aralıkları şimdi daha iyi yakalıyorum. Balkona bak, balkona bak, balkonda ki kızlara bak. Bu iş böyle olmayacak, en iyisi müzik öğretmeni bulmalıyım kendime ve bir an önce çalışmaya başlamalıyım; Üzerime gelen işlerin arasında nefes alacak bir bahçe yaratmalıyım kendime.

Bagetlerimi alıp sessizce eve geliyorum. Üzerinde dumanı tüten sıcacık bir Türk kahvesi ne güzel olur şimdi… Koltuğa oturduğumda sehpanın üzerinde Cengiz AYTMATOV’un(İlk Öğretmen) kitabı duruyordu. Birden öğretmen Duyşen’in nehir boyuna diktiği kavakların hışırtısını duyuyorum. Usul usul sallanıyorlar, yaşam ve mücadele, hüzün ve direnme yan yana..

Ben; kavak ağacımla yan yana yürürken de, aynı sesi duyardım zaman zaman. Ellerimiz birbirine değmese de duyardım o hışırtıyı. Aramızda o efsunlu rüzgar esmeye başladığındaysa yapraklarımız aynı sesi çıkarmaya başlamıştı çoktan. Biz kavak ağacımla aynı nehir boyuna kök salmıştık. Başımızda kavak yelleri eser, aynı şarkıyı söylerdik. Rüzgar sert estiğinde ise gövdelerimiz birbirine tutunur kırılmazdık. Aynı nehrin sularıyla beslenir, çeşit çeşit yaprak açar, yeşillenirdik.

Aklımızın kıyısından bile geçmezdi ağaçların gurbete çıkacağı. Gurbete çıkıpta kaybolacağı… Ama bir sabah uyandık ki, iş makineleri başlamış çalışmaya. Topraklarımı kazıp duruyorlar. Sözde köklerimi incitmiyorlar ama çatırdaya çatırdaya söküyorlar. Söküp götürüyorlar beni. Eski bir kamyonun kasasında, yapraklarım toz içinde..
Öğrendim ağaçlarda gurbete çıkarmış…

Çok haber gönderdim rüzgarlarla’’sende gel kavak ağacım ‘’diye’’gelemem kök salıyorum’ dedi. Oda öğrendi ağaçlar gurbete çıkınca kalanlar kök salarmış. Rüzgarlar çok sert esiyor gurbette, yalnız olunca. Dallarım kuruyor, yapraklarım üşüyor. Öğrendik ağaçlar da gurbette kaybolurmuş…
Bir Tori Amos şarkısı çalıyor odamda, sehpanın üstünde öğretmen Duyşen’in kavak ağaçlarının hışırtısı.

Kaybolmanın zamanı varmış
Benim yapraklarım tozlu
Ne zaman bulunurum
Bilmiyorum…

İkinci tüyü yakma zamanı. Bir bateri öğretmeni buldum kendime. İlk iki ders çok keyifli geçti. Kros pedalına net dokunamıyorum ama çalıştıkça olacak eminim. Vuruşları öğrendim. Tam vuruş, yarım vuruş ve çeyrek vuruş.Zil ve kros aynı anda, zil, trampet zil, zil.. Sesleri yakalamak çok keyifli, çalıştıkça çalışmak istiyorum. Henüz Çayna’ya dokunamıyorum.

Hafta sonu Yalova’ya ağaç müzesine gittim. Dönüşte tam Bursa’ya girişte bir çatırtı sesi. Görseniz. Y er gök çatırdıyor sanki. Sanki sesler Bursa yolunu kaplamışta bütün girişleri tutmuş gibi. Öylece dona kaldım, çam ağaçlarının ağlama sesinden… 20-30metre bir çam ağacının yandığını düşünün. Yüz ağacın yandığını düşünün. Aman Allahım o ne gürültülü ağlamadır öyle, duyan herkesin yüreğine işliyor da, yanan iğne yaprakların çıtırtıları, kozalakların patlamaları insan beyninde korkunç gürültülere neden oluyor. Alevler gökyüzünde. Gökyüzü kapkara duman içinde…

Kim yakmıştı bu ateşi bilmiyorum. Kırık bir kalp parçasına beklenmedik bir ışık huzmesi mi vurmuştu ısrarla, yoksa bir kendini bilmez ‘bir şey olmaz deyip güzel bir söz mü fırlatmıştı umarsızca, yoksa çocukların neşeli kahkahalarımı tutuşturmuştu bilmiyorum. Karşı tepelerde ki zeytin ağacı dostları, arkadaşları çıt çıkarmadan sessizce izliyordu yangını. Yangın sonrasında ne hale geleceklerinin korkusu, gümüşi ölgün gözlerine, yüzlerinde ki derin çizgilere ve kabuk kabuk gövdelerine sinmişti. Onlar yanıyordu, diğerleri izliyordu. Onlar alevlerinin sıcaklığında, renklerin parlaklığında şekilden şekile geçiyorlar, şekiller birbirine karışıyor, karışan şekiller sese dönüşüyor, sesler süse dönüşüyor, en sonunda da süs, sus’a dönüşüyordu.

Yangını durdurmanın mümkün olmadığını herkes biliyordu. Onlar biliyorlardı ki her yangının bir başlama aşaması, birde kendini tamamlayıp bitiş aşaması olacaktı. Zaman diye bir şey yoktu. Sadece olan oluyordu o kadar. Bitiş aşamasına kavuşan küle dönüşmüştü ve mutluydu. Yanma evrimini tamamlayamayan ise ne alevlere tutunabiliyor, ne içindeki koru aleve dönüştürebiliyor, ne de küle dönüşüyordu. Öyle kara kara tütüyordu. Öyle kara kara…

Zaman diye bir şey yokmuş.
Sadece olan oluyormuş
Küle dönen mutlu
Dönemeyen tütüyormuş
Benim bakışlarım kara
Öyle kara kara
Olmayan zamana kadar
Biliyorum..

Süs, Sus’a dönüştü. Sus’un içinde baterinin davuluna, trampetine ve ziline ritimsiz istediğim gibi, elim nereye giderse vurabilirim artık, nasıl olsa anka kuşu diye bir şey yok…
Leyla
 
Toplam blog
: 105
: 670
Kayıt tarihi
: 18.10.07
 
 

Karlı bir kış günü, yaşam denilen bu yola düşmüşüm. Yürümüş yürümüş de bir arpa boyu yol alamamış..