Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Mart '09

 
Kategori
Anılar
 

Sevgiyle dindirmek acıları !

Sevgiyle dindirmek acıları !
 

 

Mart da bir türlü gelmedi diye hayıflandığım soğuk bir şubat günüydü. Yağmur da iki gündür aralıksız yağıyordu. Şimdilerde Metrobüs Söğütlüçeşme durağının bulunduğu yere inen bir merdiven vardı. Yukarıdaki üst geçidin sonunda. Nedense Kadıköy’e yürüyerek indiğimde hep o merdivenleri kullanırdım. Bazen pazardan dönenler bazen de aşıklar nefeslenirdi o geçitte. Benim için ise bir zamanların vazgeçilmezi, insan manzaralarını izlemeye doyamadığım Bit Pazarı'na koşuşlarımdan kalan bir alışkanlıktı. Bir saattir yürüyordum ve üst geçide gelmiştim. Artık suyu iyice emmiş şapkamın kenarlarından da sular damlıyordu. "Söğütlüçeşme Tren İstasyonu'nda biraz mola verip sıcak bir çay içsem iyi olur." diye düşündüğüm anlarda yere çömelmiş vaziyette gördüm onu. İyice yavaşlayan adımlarım merdivenlerin hemen yanı başına çökmüş ona yaklaşınca tamamen durdu. Baktım bir süre. Anlamaya çalıştım ona olanları. Yağmur damlalarıyla flört eden gözlük camlarıma rağmen onu görebiliyordum. Saçları sırılsıklamdı. Yumruk yaptığı sağ eli ağzıyla burnunu kapamıştı! Çok üşüyor olmalıydı. Eline sıcak nefesini hohluyordu belki de. Yanına gittim, elimi omzuna koydum. Başını kaldırdı. Siyah ve kırmızının rekabetine teslim olmuş kapkara gözlerini bana çevirdi. Elini aşağıya indirdi yavaşça, yakalanmışçasına. Islanmış incecik ceketinin yırtık cebine soktu usulca.

Kırık Türkçesiyle, “Abi, bir milyonun var mı?” derken, titreyen dudakları sesini çatlatıyordu. Gözlerindeki rica mıydı çaresizlik mi anlamamı istiyordu. Bir milyona ne alabilirdi ki? Belki bir simit, içine de krem peynir!

“Karnın aç mı? Benimki aç. Hadi gel beraber bir şeyler yiyelim. Sahi, adın ne senin?”

“Mustafa, abi.”

Kolundan tutup ayağa kaldırdım. Ayakta durmakta zorlanıyordu. Sol koluna girdim ve dik merdivenleri yavaş yavaş inmeye başladık. Ara sıra başını çevirip bana bakıyordu. Karnını doyurduktan sonra da ileride ki alt geçitten üzerine kalın bir giysi almaya karar verdim. İnsanların garip bakışları altında istasyona girdik ve büfelerden birine yanaştık.

“Usta, bize karışık iki tost yapsana. Büyük bardakta da çay. Demli olsun.”

“Bırak şu tinerciyi abi yaa!! Şimdi de sana mı yapıştı?” dedi büfeci!

Tinerci!! Tinerci mi?

Kulaklarımdaki çınlamanın durmasını bekledim Mustafa’ya bakmak için. Duracağı yoktu. Döndüm yine de Mustafa’ya. Başı önüne düşmüştü. Bana o yapışmamıştı ki!

“Usta, gevrek gevrek olsun. Ha bir de çift kaşar koy.” dedim, kafasını tövbe tövbe dercesine sallayan büfeciye.

“Gel Mustafa, biz de şuraya oturalım.”

Bir türlü başını kaldıramıyordu. Utanıyordu genç adam. Belli ki yumruk yaptığı avucunda tiner emdirdiği bir bez ya da üstüpü vardı. Yanında ben olduğum için de koklamaya cesaret edemiyordu.

“Aslan gibi delikanlısın. Neden böyle bir şey yapıyorsun Mustafa, neden uyuşturuyorsun kendini?”

“Dünyayı ancak bu şekilde güzel görüyorum abi. Bazen hiç ses duymuyorum. Kafam da bir oraya bir buraya gidip geliyor. Atıvereyim diyorum kendimi o geçitten aşağı. Sonra anacığımı görüyorum, "yapma oğlum." diyor sanki. Hem anamı, hem de babamı kaybettim birbiri ardına. Sormadılar ki bana giderken, beni yapayalnız bırakırken. Kalıverdim bir başıma! Ben korkuyorum bu dünyadan abi. Ne evim var ne ailem ne de işim! Ya uyuşup sokaklarda yaşayacağım ya da sizin dünyanızdan çekip gideceğim. Hangisini yapayım abi? Hadi söyle bana.”

Kırmızı galip gelmeye başlamıştı o kara gözlerde. Mustafa ağlıyordu; ama hıçkırmıyordu. Oğlumdan birkaç yaş büyük olmalıydı. Kendisini yaşama bağlayan hiçbir şey kalmadığını düşünüyordu. Bunun nasıl bir duygu olabileceğini hayal ettim bir an. Daha ilk saniyelerde ne korkunç bir şey olduğunu hissettim. Gözlerini benden ayırmıyordu. O gözlerle ittifak içinde olan gözlerim dolmakta gecikmedi.

“Biradeerr. Gel tostlarını al.” diye bağırdı Büfeci. Aslında hiç de keyif almıyordu bize hizmet etmekten.

Yavaşça sağ elini de çıkardı cebinden ve burnunu çeke çeke tostunu yemeye başladı Mustafa. Ara sıra da bana bakıyordu minnet dolu gözlerle. Birkaç haftalık sakallarının arasına saklanmış bir iki damla gözyaşı da tostun üzerine düştü!

“Mustafa, bir işin olsaydı yine tiner çeker miydin?”

“Bana kim iş verir abi?” derken, gözlerindeki inançsızlığı, umutsuzluğu okuyabiliyordum.

Karnımız iyice doydu. Tavşan kanı çayı da içince Mustafa canlandı. Ama üzerindeki ceket sırılsıklamdı. Alt geçitteki giyim dükkanlarından birini gözüme kestirdim.

“Mustafa, gel üzerine kalın bir kaban alalım.” dedim. Gözleri yine doldu genç adamın. O büyük bir heyecanla yeni kabanını denerken, sağ cebinde tinerli bez olan ceketi ortadan kaldırdım. Yapmaya çalıştığımı orta yaşlı dükkan sahibi elbette ki anlamıyordu; ama Allah Mustafa’yla karşılaşmamı istemişti. Çaresiz bir insana yardım ediyor olmak çok mutlu ediyordu beni. Dükkan sahibiyle gizli bir anlaşma yaptık. Mustafa’ya iş sağlayacaktı; ama ilk maaşını ben verecektim ve Mustafa bunu bilmeyecekti. İyi bir çalışan olur ve tinerden uzak durursa, orada çalışmaya devam edecekti. Yatacak yer de vardı. Kefili bendim. Mustafa’nın bana sarılışı, kısık hıçkırıklarla ağlayışı tüm geçidi duygulandırdı. Kimse ne olduğunu anlamıyordu. Sık sık ona uğrayacağıma söz vererek ayrıldım oradan. Uğradım da. Mustafa hızla değişti. Saçını sakalını kesti, yakışıklı bir adam oldu. Beni daha geçidin başında gördüğünde koşmaya başlıyordu. Hemen bir çay alıp geliyordu. Bazen de patronuyla sohbet ederken, onu izliyordum çaktırmadan. Tam bir satıcı olmuştu. Patronu da çok mutluydu. Bir seferinde yan dükkandaki kızla bakışırken yakaladım keratayı. Onlara baktığımı görünce utandı, başı yine önüne düştü. Günler, aylar geçti. Bir hafta uğramasam telefon edip hatırımı soruyordu. 2 sene kadar sonra bir gün; “Abi, ben askere gidiyorum. Biraz para biriktirdim. Askerde ne harcarım ki. Sana vereyim mi?” demez mi! Neden tutacaktım ki gözyaşlarımı. Yaşımdan başımdan mı utanacaktım, yoksa erkek adam ağlar mı safsatalarına mı prim verecektim! Sımsıkı sarıldım genç adama. Ağlaştık yine doyasıya. Bir ay sonra Mustafa’yı uğurladım Harem’den. Cebine asker harçlığını da koydum. Van’da yapıyordu askerliğini. Sık sık mektup yazıyordu bana. Askerde en samimi arkadaşı Sıddık’tan bahsediyordu hep. Kan kardeş de olmuşlardı. Birlikte terhis olup Sıddık’ın Konya’daki köyüne gittiler. Orada biraz kalıp İstanbul’a geri dönecekti Mustafa. Ama dönmedi ! Onun yerine beni düğününe davet etti! Sıddık’ın bacısına vurulmuştu. Mustafa’ya saat, gelin kızımıza da bir bilezik alıp yollara düştüm. Konya Otogarı’na vardığımda beni karşılayan davul-zurna ve insan kalabalığı karşısında şaşkına döndüm! Mustafa’yla kucaklaştık. Ağlaştık da... Mustafa, kayınpederine beni, “babam.” diye tanıştırınca koptum! Uzaklaştı ruhum. Güzel Allah’ım, acıları mutlulukla örtebilmek yalnız senin yüceliğindedir. Gelin kızım öptü elimi. “Mutlu et oğlumu, sakın üzmeyesin onu.” demeyi de unutmadım.

Yıllar geçti. Bir oğulları oldu benim adımı verdikleri. Bu yaz da ikinci torunum geliyor ve onları görmeye gideceğime söz verdim.

http://blog.milliyet.com.tr/Sevgiyle_dindi_acilar_/Blog/?BlogNo=236972

 
Toplam blog
: 462
: 1159
Kayıt tarihi
: 07.03.09
 
 

Ne güzel bloglar yazdık, ne muhteşem dostluklar kurduk; onlar kaldı baki... ..