Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Ocak '10

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Şiddet kültürü ve kaotik çözüm önerilerinin analizi-1-Spor

Şiddet kültürü ve kaotik çözüm önerilerinin analizi-1-Spor
 

Descartes, insan bilgisini tasvir etmek için ağaç benzetmesini kullanırmış. Öyle ki bu ağacın kökünü metafizik, gövdesini fizik ve dallarını ise bütün diğer bilimler oluştururmuş.

Metafizik Yunanca kökenli bir kelimedir ve “doğaötesi” ya da “fizikötesi” anlamlarına gelir. Tarih boyunca insanoğlu görünenle görünmeyeni birbiriyle güreştirme yarışı içinde bulunmuştur. Her ne kadar insanlık günümüzde Descartes’in ağacının dallarını, gövdesini ve kökünü birbirine dolayıp kördüğüm yapmış olsa da ağaç olduğu yerde duruyor. Ve o ağacın parçaları hala hayatımızı şekillendiriyor. Hayatımızı oturtacağımız temeli seçmek belki de vermemiz gereken en önemli kararlardan biridir. Yani önemli olan ağacın köküne neyi yerleştireceğimizdir.

İnsan ve şiddet ayrılmaz ikilidir. Belki de fıtratının bir parçasıdır. Mücadele; insanlık tarihi boyunca tarihi belirleyen ana faktör olmuştur. Öyle ki insanın içindeki bu mücadele ruhu, uygun ortamlarda deşarj edilmediğinde toplumsal patlamalara neden olabilmektedir. Deşarj alanları kültürden kültüre farklılık göstermekle birlikte, her zaman başarılı olunmuş değildir.

Geçtiğimiz yıllarda “kocasından dayak yiyen kadınlar” konulu bir panele katılmıştım. Avukatlardan müteşekkil bir grup koca dayağına karşı çözüm önerilerinde bulunuyordu. İlk ve kısa vadeli öneri şöyleydi: “Bize haber verin, kocanıza eve yaklaşma yasağı getirelim”. Kolay bir çözüm değil mi? Koca yok, dayak yok! Karı-kocanın barıştırılmasına da karşıydılar. Hatta “ bize gelin, boşayalım” bile dediler. Yok öyle hemen karşı çıkmayacağım onlara.. Ben de tedbir konusunda onlara yakın düşünüyorum, bir farkla.. Ayırmak çözüm olmayabilir. Bence karısını döven adamı aynı şekilde bir temiz dövmeli ki dayağın nasıl bir şey olduğunu anlasın. Gerçi o biliyordur muhtemelen. Biliyordur ki kendi ezilmişliğinin acısını gücünü yetirebildiği karısından çıkarıyordur. Şaka bir yana şiddet eyleminde bulunan insanı cezalandırmak gereklidir.

Horace demiş ki: “İyi insanlar erdemi sevdikleri için kötü şeyler yapmaktan nefret ederler. Kötü insanlar cezalandırılmaktan korktukları için kötü şeyler yapmaktan nefret ederler”. Mayası kötülükle yoğrulmuş insana önce kötülüğün cezasının olduğunu öğretmek gerekir. Ceza çekerken de ıslahı yoluna gidilmelidir. Cezaevleri bunun için vardır. Buradaki ince çizgi; ıslah olmuş kişileri cezalandırılmaya devam edilmemesidir. Erdemi öğretmek temel amaç olmalı ama; erdemi öğrenene kadar da o insanı kötülük yapmaktan alıkoyacak bir yaptırımın bulunması şarttır. Kavga eden çiftlerin hemen boşanması seçeneği bana pek sıcak gelmiyor nedense.. Ülkemizin sosyo-kültürel yapısı henüz kadınların kendi ayakları üzerinde durabilmesi için yeterli değil. Kanunlar da bunu tam olarak sağlayamıyor. O yüzden boşanmış kadınlar yalnızlığa ve çaresizliğe itiliyor. Sanırım öncelikle yapılması gereken, boşanmış olup da ekonomik olarak kendine yetemeyen kadınların geleceğinin devlet koruması altına alınması olmalıdır.

Devlet sosyal görevlerini tam anlamıyla yapabilse kadın için boşanma bir seçenek olabilir. Ama toplumuzda boşanıp da sürünen kadın örneklerini görünce bu seçeneğin şu an çok da mantıklı olduğunu düşünmüyorum. Ekonomik ve sosyal bağımsızlılığını elde etmiş az sayıda kadının dolduruşuna gelip boşanma seçeneğini kullanan kadınlar genellikle yalnız bırakılmakta ve daha büyük sorunlarla karşılaşmaktadırlar. Şu halde benim gözümdeki tek seçenek; eşinden dayak yiyen kadınların eşlerinin ıslah edilmesi ve ailenin sağlıklı bir şekilde devamının sağlanmasıdır. Yok eş ıslah olmamakta direniyorsa kadının devletin tam olarak koruması altına alınması gerekir. Avukatların uzun vadeli çözüm önerisi ise basketbol sahalarının artırılması idi. Tabi burada basketbol bir sembol. Demek istedikleri, gençlerin spora yöneltilmesi ve ileride eşini döven bir adam olmamalarının sağlanması.. Mantıklı geliyor. Spor yapar, deşarj olur, stresini atar, şiddetten uzaklaşır. Teorik olarak akla yatkın. Pratikte de öyle mi acaba?..

Sporun kavgayı azaltabileceği konusunda iddia sahipleri ile hemfikirim. Ama yeterli olduğu konusunda şüpheliyim. Futbol maçlarında bir stadyum dolusu insanın birbirlerinden başlayıp, hakeme, futbolcuya ve bilumum akrabalarına küfretmeleri, sonra da birbirlerine girmeleri beni bu konuda şüpheciliğe itmekte. Hiç unutmam, yıllar önce üniversite öğrencisiyken tuttuğum takımın(Trabzonspor) maçına gitmiştim. Yeniliyorduk. Bizim seyirci ile karşı takımın seyircisi birbirlerine karşı bağırıp çağırıyor, ağza alınmayacak küfürler ediyorlardı. Aslında birbirlerini duymuyorlardı. Çünkü bireysel küfürleri topluluğun uğultusu içinde kayboluyordu. Birbirlerini anlamadıkları halde yine de bağırıp çağırıyor, kimi karşıya ayakkabısını atıyor, kimisi de şemsiyesini.. Üstelik yenilen de aynısını yapıyor, yenen de.. Bir şey anlamamıştım; zaten sonra da pek maça gitmedim. Seyircilerin durumu bu.. Diyeceksiniz ki onlar seyirci, sporcu değil. Sporcuları da gördük. Onlar da birbirine giriyor, hatta hakemleri dövüyor. O halde bir eksiklik var ve bu eksiklik spor yapıp yapmamakla ilgili değil. Hatırlar mısınız bilmem, eski Beşiktaş futbol takımı “kolejliler” diye bilinirdi. Çoğu okumuş çocuklardı. Efendi efendi futbolunu oynar, sağa sola sataşmazlardı. Bir dönemin Galatasaraylıları da öyle idi. Onların pek okuduğu söylenemezdi ama dini hassasiyeti olanlar fazlaca idi. Bu iki takımın futbolcularının incelenmesi bize bu konuda birtakım veriler sunacaktır. İnsanın dini, ahlaki ve kültürel gelişimi onun şiddete eğilimini azaltır.

Burada M.Kemal Atatürk’ün bir sözünü anmadan geçemeyeceğim. Ne diyor Atam:” Ben sporcunun zeki, çevik, aynı zamanda ahlaklısını severim”. Dikkatinizi çekerim; sporcu ahlaklı olur demiyor, ahlaklı olanını severim diyor. Ahlaklı olmazsa sen ona ne dersen de, o bildiğini okur. Ortaokul yıllarımızda okulun spora en yatkın tipleri aynı zamanda en serseri tipleri idi. Çocuklar birbirine üstünlük kurmak için sporu kullanırdı. Kavga gürültü ne varsa içinde onlar vardı. Sporun şiddeti engelleme fonksiyonu bence disiplinle bağlantılı. Katı kurallar konur ve uygulamada taviz verilmezse insanlar kurallara alışma konusunda bazı şartlanmışlıklara girebilir. Kuralların daha gevşek uygulandığı amatör küme maçlarında daha fazla şiddet eylemine rastlanması disiplin-şiddet ilişkisini doğrulamaktadır. Bir de “mahalle baskısı” faktörü var tabi. Seyirci sayısı arttıkça saha içi şiddet azalmaktadır. Seyredenlerin beklentileri sporcuyu kontrollü olmaya itmektedir. Prof. Dr. İbrahim Balcıoğlu; “Sporun Sosyolojisi ve Psikolojisi” adlı kitabında şöyle demektedir: “Sokak çocukları, boş ve işsiz gençler, yüzme, tenis, atletizm, Uzakdoğu sporları gibi alanlara yönlendirilmelidir”. Bu cümlenin büyük bölümüne katılıyorum. Ancak “Uzakdoğu sporları” kısmı nedense bana ters geliyor. Zaten çatışmanın ortasında olan çocuk, bir de Uzakdoğu sporları yaparsa profesyonel bir savaşçı haline getirilir. Hiç unutmam..

Üniversite yıllarında bir gün, yolda yürürken; sinemada oynayan karate filminden çıkan yaklaşık bir metre boylarında bir çocuk garip hareketler yaparak –muhtemelen Bruce Lee taklidi yapıyordu- adeta bana meydan okumuştu. Katıla katıla gülmüş, üstüne basmaktan son anda kurtulmuştum. Bir film bile çocukları gerçek hayattan bu kadar koparırken siz ona adam dövmeyi öğretirseniz memleketin başına iş alırsınız. Uzakdoğu sporları yüksek terbiye ister, şakaya gelmez. Velhasıl spor, şiddetin azaltılması cephesinde önemli bir oyuncu olsa da bence ana gövde değildir. Hatta kök hiç değildir. Ama ağacın bir parçasıdır ve etkisi inkâr edilemez. Bana kalırsa ağacın köküne inançlarımızı monte etmeliyiz. Geçenlerde evde çocuklar bir dizi seyrediyordu; hani şu gençlik problemlerinin nasıl çözüleceğini öğreten(!) cinsten.. Sahnenin birisine gençlerden biri “hayat denen şey mutlak sona doğru yaptığımız yolculuktur” demez mi? Kanımın donduğunu hissettim. Çocuklarımı bu tür dizilerden nasıl koruyacağımı kara kara düşünürken sonraki günlerde içimi rahatlatan bir olay oldu. Yine benzeri bir dizide aynı türden gencin birinin “onun bir gülümsemesine dünyayı feda ederim” sözüne, diziyi seyreden oğlum; “dünya senin mi ki feda edeceksin” demez mi? İşte o zaman “Ben bu işten yırttım” diyerek oturduğum sandalyeye yayıldım ve keyfime baktım. Aslında çocuklarımızı spordan çok kültürel faaliyetlere yöneltmeliyiz. Çocukların kafasında spor ilk seçenek olmamalı. Onlara okumayı, yazmayı, resim yapmayı, bir müzik aleti çalmayı öğretmeliyiz. Kısaca bir eser ortaya koymanın güzelliklerini tattırmalıyız.

Her şeyden önemlisi onlara okuma-yazma öğretmektir. Okuma-yazmayı dar anlamıyla almamalıyız. Bırakalım gençler kavga edecekse kağıt üzerinde etsinler. Hiç olmazsa kendilerini geliştirirler. Yazma ve konuşma özgürlüğü bu toplumun gelişimi için elzemdir. Düşüncelerini özgürce ifade demeyen toplumlar çatışma ortamına daha hızlı girerler. Haksızlığa uğramış insanlar fikirsel mücadeleyi yapamazlarsa kişisel mücadele içine girer ve şiddet eğilimi gösterirler. Kanun koyucuların bu konuda bir an önce tedbir almaları ülkemizin geleceğine yapılacak en büyük yatırımdır.

05.01.2010 saat 23.38
 
Toplam blog
: 32
: 859
Kayıt tarihi
: 04.12.08
 
 

Hayatı yaşanabilir kılan bilgidir... Vakit buldukça yazmaya çalışıyorum. Yazılamayan, kaydedileme..