Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Eylül '10

 
Kategori
Dünya Şehirleri
 

Slovenya'dan Avusturya'ya: Ljubljana-Maribor-Graz

Slovenya'dan Avusturya'ya: Ljubljana-Maribor-Graz
 

Ljubljana çayı Porsuk'u andırıyor


SLOVENYA’DAN GİRDİK ALMANYA’DAN ÇIKTIK

Tatil için hangi tura katılalım diye düşünürken, kendi organizasyonumuzla bir Orta Avrupa turu yapmaya karar verdik. Seyahat acentelerinin pek fazla tercih etmediği, vatandaşlarımız tarafından fazlaca bilinmeyen yöreler keşfedelim istedik…

Ljubljana’dan girdik, üç bin kilometre araba kullandık, 150 kilometreden fazla yürüdük, Frankfurt’tan çıktık… On beş günde sekiz ülke –Slovenya, Avusturya, İtalya, İsviçre, Lichtenstein, Fransa, Lüksemburg, Almanya- aralarında İtalya’daki Türk köyü olarak bilinen Moena’nın da bulunduğu onlarca kent, kasaba ve köy dolaştık. Nehirler, göller gördük; dağlara tepelere tırmandık, uzunluğu kilometrelerle ifade edilen tünellere girdik, uçurumları geçtik, teleferiklere bindik, kaleleri fethettik, yaz sıcağında kara yakalandık… Çok fazla insanın kullanmadığı bir güzergâhla Orta Avrupa’yı santim santim gezdik…

Döneli birkaç gün oldu. Geriye dönüp baktığımda, gezdiğimiz yerlerin hepsi sanki aynı gecede gördüğüm sayısız rüyadan ibaret. Yazıya dökmesem birçok yer ismi, birçok anı hafızamdan silinip gidecek, birçok fotoğraf bir süre sonra mekân ismi olmaksızın kalacak.

Daha önceki gezilerimizde de görmüştük, bir kez daha şahit olduk: Avrupa’nın en küçük yerleşim biriminde bile Türk’e rastlamak mümkün… Ve ülkemiz, dünyanın en medeni, en gelişmiş, en güzel topraklarının tamamından çok daha güzel, çok daha yaşanılır, çok daha insancıl... Yeter ki birbirimizi yemeyelim, yeter ki herkes kendi gibi düşünmeyene, kendisinden farklı yaşam tarzı benimseyene saygı göstersin…

Şimdi ilk girdiğimiz ülkeden başlayalım. Slovenya, adını basketle duyuran, ama ondan çok daha önemlisi, eski Yugoslavya’dan AB’ne üye olan tek ülke. İki milyon nüfusa sahip ülkeyi İsviçre, Avusturya, Almanya gibi gelişmiş Orta-Avrupa ülkelerinden ayırt etmek pek mümkün değil.

Aracımızı Ljublijana havaalanında kiraladıktan sonra, gitmeye önceden karar verdiğimiz Bled Gölüne doğru sürüyoruz. Havaalanı, göl ile kent merkezinin tam ortasında. Göl ayrımına doğru otoyol, tamirden dolayı sağdan tek şeride indiğinden, soldaki araçlar sağa geçmek zorunda. Bu durumu anlamakta gecikiyoruz ve nasılsa önümüz boş diye gazlıyoruz. Fazla geçmeden bir otobüs yolumuzu daraltıyor, geçmek imkânsız, anlıyoruz ki, yaptığımız “kıroluğu” önlemek niyetinde. Diğer araçlar da kornalara basarak protesto edince uyanıyoruz ve istem dışı yaptığımız uyanıklıktan vazgeçip herkes gibi sağ şeritte sıraya geçiyoruz.

Bled Gölü Abant’ın birkaç katı büyüklüğünde. Farkı ortasındaki adacık ve bu ada üzerindeki küçük kale. Motorlu deniz aracı kullanılamıyor. Hava sıcak, insanlar serinlemek için göle giriyor, dileyenler etrafta yürüyüş yapıyor ya da bisikletlerine biniyorlar. Onların kendi güçlerine dayanarak yaptıkları aktiviteyi biz aracımızın motor gücüyle gerçekleştiriyoruz ve birkaç dakikada gölün etrafına dolaşıyoruz. Gölün diğer ucunda tarihi bir kale daha var, hem az sonra kapanacağından hem de Eurolarımızı daha ilk günden saçmak istemediğimizden içeri girmekten vazgeçiyoruz.

Aracımızı uygun bir yere park edip iki saat kadar etrafta yürüyüş yapıp doğa ve gölün tadını çıkardıktan sonra Bohinjsko gölüne doğru yola koyuluyoruz. Yollar şaşılacak derecede düzgün. Etrafta golf sahaları ve yürüyüş parkurları var. Hafif bir yağmur atıştırıyor. Otomobilden çok bisikletliler göze çarpıyor. Orta Avrupa’nın diğer ülkelerinde de otoyollar dışında bisikletlilerin ezici çoğunluğu hep dikkatimizi çekecek, hem de dağ tepe demeden her yerde…

Hava kararmak üzereyken göller bölgesini tamamlayıp Ljubljana kent merkezine giriyoruz. Girişin fazla iç açıcı olduğu söylenemez, yol düzgün olsa da binalar eski sosyalist ülkelerin harap binalarını andırıyor. Belki azıcık daha bakımlı. Kent merkezi ise oldukça güzel. Binalar Avusturya mimarisi. Eski yapılar korunmuş, arada aykırı binalar inşa edilmemiş.

Otelimiz, kentin Beyoğlu’su olan caddelere birkaç adım. Yerleşiyoruz. Odamız gayet iyi. Sıra otomobilimize gelince hemen bitişikteki otoparkı öneriyorlar. Geceliği 17 Euro. Avrupa’da park etmenin büyük sorun olduğunu, insanları adeta otomobil kullanmaktan caydırdığını biliyordum, ama Slovenya’da daha makul bir uygulama bekliyordum. Gecelik 33 Lira ücret can acıtıcı…

Hava kararınca caddeye doğru yürüyoruz. Panayır varmış gibi çok kalabalık bir yer burası. Açık olan sadece barlar, kafe ve restoranlar değil, sokaklara tezgâhlarını açmış, seyyar araçlarda hizmet veren yiyecek içecek satıcıları da kaplamış her tarafı. Sokak satıcısından bir şişe su istiyorum, fiyat 2 Euro. Roma, Paris gibi turistik merkezlerde insan bu fiyata bir süre sonra alışıyor ama Ljubljana’da böyle bir fiyat şaşırtıcı.

Birkaç adım ileride bir döner satıcısı var. Tezgâhtakiler Türk’e benzemediği halde alacağım tepkiyi merak ettiğim için siparişi Türkçe veriyorum:

“Dönerli sandviç!”

“Tabii abi, ” diyor.

Düzceliymiş. Yugoslavya dağılmadan önce yerleşmiş kente. Yanında çalışanların biri Türk, ikisi Sloven. Kentin en işlek yerlerinden birinde restoranı varmış, hafta sonraları orada açtığı tezgâhta satış yanı sıra tanıtım yapıyormuş. Tanıtım dediği hemen yanı başındaki alana serdiği kilimlerde göbek dansı yapan yerel kızlar. Biraz acemi olsalar da, sokakta dolaşanların ilgisini çekmeyi beceriyorlar.

Türk halıcısı, kebapçısı neyse de, duvarlarda Türkçe yazılara rastlayacağımız aklıma gelmezdi. “Ne, ne, ne lazım?” yazısı dikkatimi çekiyor, anlam veremiyorum. İnsan daha anlamlısını bekliyor. Ne bileyim, “Bunu yazan Tosun…” gibi şiirsel ve edebi olanını…

Panayırın kurulduğu alan kentin en işlek bölümü. Ortasından Porsuk büyüklüğünde bir çay geçiyor ve her iki yakası Eskişehir gibi yükseltilmiş. İnsanlar o alanlardaki basamaklarda oturarak iki ayrı noktadan çalınan canlı müziği dinleyerek, yemeklerini yiyerek ve sohbet ederek eğleniyor.

Gece otele yorgun argın dönüyoruz. Yürümekten tabanlarımız şişmiş. Ayakkabılarımızı çıkardığımız anda odaya teke kokusunu andıran kesif bir koku yayılıyor. Daha ilk geceden, ayakkabılarımızı balkon olan otellerde balkonda, olmadı pencerenin önünde, o da olmazsa dolapta saklamaya karar veriyoruz.

Önemli bir sıkıntı da banyodan sonra ortaya çıkıyor. Hiçbir oteldeki havlu, benim medium(!) bedenimi sarmaya yetmiyor, hepsi X-small ölçülerinde.

Ertesi sabah cumartesi. Önceki gece bulunduğumuz alana indiğimizde inler cinler tek kale top oynuyor, iki kale için yeterli cin toplanamamış. Bir kent bu kadar sessiz nasıl olur, şaşar insan.

Teleferikle, kente tepeden bakan kaleye çıkıyoruz. Dağ eteklerine kurulmuş Orta Avrupa kentlerinde mutlaka tepelerden bir ya da birkaçına teleferik var.

Tepeden bakılınca kentin pek de büyük olmadığını anlıyoruz. Zaten 250 bin nüfuslu. Orta ölçekli bir Anadolu kenti kadar. Sadece gezme amaçlı gidildiğinde kente bir gün fazlasıyla yeterli.

Öğlene doğru ülkenin ikinci büyük kenti Maribor’a doğru sürüyoruz. Maribor kuzeyde, Avusturya sınırına yakın. Futbol takımından dolayı ismi tanıdık. Futbolun bir ülke tanıtımı için ne kadar önemli olduğuna bir kez daha tanık oluyoruz. Beşiktaş’la karşılaşmamış olsa belki de Maribor’u hiç duymamış olacak, hiç uğramadan geçip gideceğiz.

Kente girince keşke kenti hiç duymamış olsak diyoruz. Burası da bir nehir etrafında kurulmuş, ama her tarafta alt yapı inşaatı var. Bir taraftan bir tarafa yürümek için 1970’li yılların İstanbul’undaki gibi çukurları veya toprak tepeleri aşmak zorundayız.

Ljubljana’daki ölüm sessizliği burada da hâkim. Sokaklar bomboş, Mc Donald’s dışında açık tek dükkân yok. Burası da yemek için değil, sanki sadece tuvalet ihtiyacı gidermek için açık bırakılmış. Aksi hâlde, Almanya ve Avusturya dahil hemen tüm Orta-Avrupa kentlerinde gördüğümüz manzarayla karşılaşacağız. Tuvalete kadar gitmeye vakit bulamayan insanlar sokaklara, köşelere, dış mekân asansörlerine idrarlarını bırakmakta herhangi bir sakınca görmüyor. En insaflıları, gezdirdikleri köpeklerden ders alarak ağaç diplerini tercih ediyor.

Ha, bu arada önemli bir farklılık tuvaletlerde. Hani, ezkaza tuvalete girdiyseniz ve etrafta sifona benzer bir şey göremediyseniz, mutlaka yere bakın. Avrupa’da yeni trend yer sifonları. Tamamen Türkleri keklemek için. Orada sifonu çekmek yok artık, sifona basmak var. Hacetten sonra ne yapıp edip sifonu bulun, arkanızdan, “Barbar Türk sıçtı kaçtı, ” demesinler.

Maribor’da bir gece konaklamayı planlamıştık ancak nehirde kuğuları yemledikten sonra bir saatin bile geçirilemeyeceğini anlayıp Avusturya’ya geçmeye karar veriyoruz. Otoban yerine ara yolları tercih ediyoruz. İyi ki öyle yapmışız. Slovenya’nın görülmeye değer yerleri kentlerden ziyade kırsal alanları… Şirin mi şirin köy evleri, sokakları, düzgün caddeleri, yemyeşil meydanları, çiçekli yolları… Eksik olan sadece insan. Onların da tamamı önceki gece Ljubljana’da sabaha kadar eğlendiğinden, yataklarından çıkmaya üşeniyor olsa gerek.

Yolda korkunç bir yağmur bastırıyor, silecekler yetişmiyor adeta. Bölge Karadeniz’e o kadar benziyor ki, aklıma her an bir yerlerde heyelan olacağı veya sel geleceği ihtimali düşüyor. Korkularımızın gereksizliğini zamanla anlıyoruz. Toprak kaygan değil, yollar son derece düzgün.

Bir süre sonra bir de bakmışız tam karşımızda bir kulübe. Üzerinde Avusturya yazıyor. İster istemez hızımızı düşürüyoruz. Ancak kulübede insan filan yok. Slovenya’nın AB’ne katılımından sonra kulübe oracıkta kaderine terk edilmiş. Sadece orada değil, tüm ülkelerin sınırlarında aynı durum. Sonraki günlerde Fransa’ya girerken, pasaportumu damgalatmak istiyorum. Shengen vizesini bu ülkeden aldığım için, Sarkozy’nin “Vizeyi bizden alıyorsun, ama başka ülkelerde dolaşıyorsun, ” diye kızmaması için Fransız mührüne ihtiyacım var. Ne mümkün. Hiçbir sınırda adam yok. En nihayet günler sonra İsviçre’den Fransa’ya girişte kullandığım La Locle kapısında kulübenin içinde birilerini buluyorum, ama ne kadar alttan girip üstten çıksam da pasaportumu damgalamaya yanaşmıyorlar…

GRAZ ve GÜNEY AVUSTURYA

Avusturya’nın diğer büyük kentlerini –Viyana, Salzburg, İnsbruck ve Linz- bir başka seyahatimizde gezmiş, Graz’a uğrayamamıştık. Bu yüzden bu defa Avusturya’nın güneyiyle birlikte Graz’ı gezmeyi planlıyoruz.

Graz’a girişte, Insbruck’un dağ havasını ve Mozart’ın doğduğu kent olan Salzburg’daki asaleti bulamıyoruz. Bir sanayi kenti görünümünde. Girişte konteynerler, işçi blokları ve ticari binalar.

Otele yerleşip kentin alışveriş merkezine doğru yürüyünce görüşümüz nispeten değişiyor, baştaki boğucu hava kent içinde yok. Burada da sokaklar bomboş, ta ki kent meydanındaki kilisenin önünde rekor kırmaya hazırlanan “iftar” masasına kadar. Etrafta geniş güvenlik önlemleri alınmış, bazı sokaklar yaya trafiğine kapatılmış, masaların etrafına güvenlik şeridi çekilmiş.

Görevlilerden, Avusturya’nın önemli insanlarının her yıl aynı yerde geleneksel yemek yediğini öğreniyoruz. Bizim de iştahımız açılıyor. Biraz ileride bir restoranın dış mekândaki masasına oturuyoruz. Garson, konuşmalarımızdan Türk olduğumuzu anlıyor ve yakın ilgi gösteriyor. Bulgar olduğunu söylüyor. Türklerin yoğun yaşadığı Plovdiv kentindenmiş.

Yemeğin ilerleyen saatlerinde bir hayli üşüyoruz. Avusturya’da “omza şal” hizmeti yok. İçeri geçmek istiyoruz ama boş masa kalmamış. Dişlerimiz takırtayarak bitiriyoruz yemeğimizi.

Sonraki günlerde birçok kentte garson, resepsiyonist ya da temizlik görevlisi Bulgar’la karşılaşacağız. Varna seyahatimizde eli iş tutan geçlerin Bulgaristan’ı terk ettiğini ya da terk etmeye niyetlendiğini öğrendiğimizden bu durum şaşırtıcı gelmiyor. AB’ne girdikten sonra nüfus 1, 5 milyon azalmış. Şimdi daha da düşmüştür mutlaka… Akşam, seyahat planımızda bir değişiklik yapıyoruz. TV’den duyduğum İtalya’daki Türk köyü Moena'nın fazla uzakta olmadığını öğreniyoruz. İlk planımız Insbruck üzerinden Lichtenstein’a, oradan İsviçre’ye girmek şeklindeydi, şimdi Lienz’den İtalya’ya girecek, oradan önce İsviçre’ye geçeceğiz. Bu karar, geçtiğimiz yolun çetinliğinden dolayı ciddi gerilimler yaşamamıza sebep olacak…

Devam edecek…

 
Toplam blog
: 172
: 2181
Kayıt tarihi
: 03.10.07
 
 

1958 Trabzon doğumlu. Darüşşafaka Lisesi ve M.Ü. Siyasal Bilimler Fakültesi mezunu. Yazdığı kitapla..