Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Mart '08

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Söbü

İçeriye merak ve güler yüzlülükle buyur etseler de bu kapısının önü bol ayakkabıyla dolu kalabalık evde beni tanıyan çok kimse olmamalı.

Oysa ben onları iyi tanıyorum.

Sırtımızda bu eski Kaleiçi evinin yorgun reisi, kaç gece haberleri olmadan konuk olduk bu ahşap kapının önüne.

Kimselere görünmeden kapıyı hafifçe çalıp uzun uykuların şefkatli kollarına teslim ederdik bir tanecik Mehmet amcamızı.

...

‘Başınız sağ olsun’

Kara kuru bir delikanlının peşinden oturma odasına girip odun sobasının yanında etrafından paslı çiviler fırlamış eski bir iskemlenin üzerine iliştim.

Tesadüfen üstüm başım düzgün, alacaklı falan sanmasınlar diye hemen söze giriyorum;

‘vefatını daha bugün duydum, ben Mehmet amcanın öğrencisi sayılırım sizlere başsağlığı dilemek istedim’

‘hoş geldin evladım, sizler sağ olun’

Duvardaki takvim yaprağına ilişti gözüm. Bozuk bir saat gibi Ocak ayının 6’sında durmuştu.

Anlaşılan o kadar da tez duyulmamıştı bu kara haber.

Acı, koyu bir bardak çay tutuşturdular elime. İki üç saat önce falan demlenmiş olmalıydı.

...

Rahmetli, İstanbul Üniversitesinde Kütüphanecilik okuyan kızından sıkça ve gururla bahsederdi. Kahverengi örtülü somyanın üzerinde her an kalkıp gidecekmiş gibi oturan bu esmer kız o olmalı.

O da annesi de beni gördüklerine pek memnun olmamalılar. Ne de olsa keman sanatçısı söbü Mehmet’in erken yaşta mahvolmasına neden olduklarını düşündükleri ayyaş – çalgıcı hayatının artık bir daha görmek istemedikleri bir kırıntısından ibaretim.

Yaşanan ölüm acısı sonrası hayatta kalanların o ‘her şeye rağmen devam eden hayatlarının’ gereksiz sarkmalarından birisiyim işte.

Az çok anlayabiliyorum hislerini...

Onlar için pencere pervazlarındaki kuş .oklarını süpürme vakti artık.

...

Hayli şişman olan balıkçı kardeşi bozuyor sessizliği.

‘Sen de müzisyensin değil mi?’

‘evet...’

“Sen de akılsızsın birisin” der gibi bakıyor suratıma önce ...

‘Hayat işte ne yaparsın... Sabah pazara çıkarken eve uğradıydım baktım yüzü pek solgun daha eve yeni gelmiş, ayakta duramıyor gene. Zorla biraz ılık su içirip yatırdım...’

Son uykusu da bu olmuş.

...

Onun ölümünü çok düşünmüştük aramızda.

Ne yalan söyleyeyim Mehmet amca (Biz ona hiç söbü Mehmet demedik. ‘söbü’ kelimesi eğri misketler ve plastik toplar üzerinde bu kadar acımasız durmuyordu çünkü.) gibi birinci sınıf bir fukara ayyaşın öldüğünü duyduğumda çok fazla üzülmedim ben. Mehmet amca için şu an yaşanılacak bir hayatın olmaması beraberinde binlerce sorunu da ortadan kaldırıyor.

Artık su içerken bile dişleri dökülen, her akşamdan kalma uyandığında bir yolunu bulup intihar etmeyi düşünen ve belki de en önemlisi uğruna gözünü kırpmadan hayatını adadığı sanatını iki sigara parasına satın alan emek hırsızlarından kurtuldu Mehmet amca.

Artık kimseye verilecek bir hesabı, ödenecek bir borcu kalmadı böylelikle.

Giderayak son sahnesini de alkol dolu vücudunu kemiren kabir böceklerine yapıyor şimdi. Kapkara yüzünün altından dalgacı bir edayla gülerek onlara şöyle dediğini de duyar gibiyim;

‘yiyin ülen keraneciler!’

...

‘Bakmayın öyle her gün intihar eder gibi içmesine. Aslında hayatı, insanları severdi biraderim.’

‘Allah rahmet eylesin’

‘mide kanaması geçirmişti ya birinde...’

‘... Bilmez miyim. Değil içki; soğuk su bile içmesi yasak, sabah ilaçlarını vereyim diye odasına girdim bir de baktım ki susuz ekmeksiz rakı şişesini devirmiş kafasına...’

Bir şeyler söyleyeceğimi umuyorlar sanki.

‘Tekrar başınız sağ olsun, hepimizin başı sağ olsun. Mehmet amca bana ve benim gibi aylaklığa müsait onlarca gence müziği sevdirip onları sokaklardan, serserilikten kurtarmış, meslek sahibi yapmıştır, ben Tanrı katında bundan daha anlamlı bir iyilik, ahlaklılık olduğunu sanmıyorum, nur içinde yatsın’

Üniversitede okuyan kızı anlamsızca yüzüme bakmaya başlıyor. İzin isteyip ayrılıyorum yanlarından.

Kimseye fark ettirmeden, beni kapıda karşılayan Rahmetlinin küçük oğluna ‘dışarı gelir misin’ gibisinden işaret ediyorum.

Bu kadar tören yeterli.

Ne de olsa hayatın bütün gerçekleri bizleri tufaya getirmek için sıra bekliyorlar sokaklarda.

...

Üzerimde üç cepli bir ceket var her bir cebinde seksener milyon.

Yılbaşında almamız gereken yevmiye bu. Seksen milyonun bir tanesi de Mehmet amcanın alnının ak sütü.

Patron ‘Pazartesi’ye senedim var sonra hallederiz’ deyince yevmiyeleri herkese dağıtmak ancak bugüne nasip oldu.

...

‘Nasip mi’ oldu?

Adam öldü anasını satayım...

Biliyor musunuz bazen kelime dağarcığımdaki bu ‘hayırlısı olsun, kısmet, nasip, İnşallah’ gibi ne kadar laf varsa hepsini atıp kurtulmak istiyorum bu hamallıktan.

...

‘Kardeşim, bu yılbaşında alamadığımız para, bugün verdiler.’

Delikanlı uzatıyor ellerini.

Uzun, ince kemikli parmakları dikkatimi çekiyor. Dünyanın bütün sazlarını hapsedecek birinci sınıf bir enstrümanist elleri çocuğunkiler.

Sordum, okulu bırakalı çok olmuş.

Ben de ona ‘bak koçum senin okuman gerek...’ diye başlayan uzun bir cümle kuracak kadar safdilli değilim ne yazık ki.

‘senin aran nasıl bizim işlerle?’

‘evvelallah abi’

‘bir yerlerde çalmak istersen beni ara, yanımızda bir taburelik yer uydururuz sana’

‘sağ ol abi, akordeon, keman, darbuka hangisini getireyim?’

Bu soruyu soracağını biliyordum.

‘Canın hangisini isterse’

Gülüyor. Vedalaşıp ayrılıyorum oradan.

...

Seksen milyonun bir tanesi de klarnetçimiz, ev arkadaşım Tuncay’ın.

Bu paraya ‘battı’ gözüyle baktığı için tahsilattan haberi yok.

Barın birine bir türlü ödeyemediği bir borcu var Tuncay’ın. 150 milyon falan olması lazım. Tuncay bu tatsız konuyu pek düşünmek istemiyor ama adamlar ona çok kızgın, üstelik bal gibi de haklılar.

İkimizin hakkına düşen parayı götürüp onlara vereceğim. Tuncay’ı sorarlarsa da ‘kent dışında olduğu için size uğrayamadı parayı bana havaleyle gönderdi falan ‘ diyeceğim artık.

Sonra da işe giderim.

...

2) Ertesi sabah üzerimde o tesadüfen duran, kısmen düzgün kıyafetlerimle bizim salondaki kanepede uyanmaya çalışırken buluyorum kendimi.

‘Bu soğukta üzerime bir örtü bile örtmeden niye burada uyumuşum ben’ diye düşünürken telefon çalıyordu.

Tanrı arıyordu galiba... Hayırlısı olsun...

‘alo?’

‘yav Okan abi ben Ali. Darbukacı Ali’

O sinsi ses tonunu takınmıştı yine.

‘Evet Ali. Ne var sabahın köründe’

‘Abi akşam çok kötüydün de merak ettim seni. Evdesin, iyisin değil mi?’

‘Evdeyim de, hiç bir şey hatırlamıyorum ki neredeydim, ne zaman geldim...’

‘Neyse abi, iyiysen bir sorun yok, dün akşam Kaleiçi’nde seni bulduğumuzda biraz alkollüydün de söbü gibi yalpalayıp duruyordun biz de seni sırtlayıp eve getirdik’

‘söbü gibi’ lafı bir süre kulağımda çalkalansa da pek durmak istemedim üzerinde.

‘sırtınız sağ olsun gençler, eyvallah’

‘eyvallah abi iyi bak kendine’

...

Koca bir portakal yedim kahvaltı niyetine. Duvarda asılı üniversite diplomamla göz göze geldik birden. Birazdan odaya sevgilim girecek ve son günlerde ağzından hiç düşürmediği laflarla hırpalamaya başlayacaktı zihnimi;

‘Artık kendine başka bir bulsan diyorum, insana en büyük eziyeti hep kendisi yapar’

Bu sözün doğru olup olmadığını düşünüyorum bazen. Tıpkı başka şeyleri de düşündüğüm gibi ama değişeceğimi sanmıyorum.

Gazetedeki iş ilanlarına yaşamım boyunca hiç bakmadım ben.

Ben müzisyenim.

Sanırım bir müzisyen olarak ölecektim ve arkamda, balkonumdaki kuş .oklarını süpürecek kimse bırakmayacaktım.

seringel

 
Toplam blog
: 104
: 489
Kayıt tarihi
: 06.03.08
 
 

1978 doğumlu Antalyalı bir müzisyenim, devamını ben de bilmiyorum..